Köşe Yazıları
Birinci İntifada’nın Mirası
Yayınlanma:
4 yıl önce-
Geride bıraktığımız 8 Aralık 2020 günü, Filistinlilerin işgale karşı ilk büyük kitlesel başkaldırısı kabul edilen Birinci İntifada’nın başlangıcının otuz üçüncü yıldönümüydü. 1987 yılının son ayında başlayan İntifada, 1990’ların başlarında son bulduğunda arkasında önemli siyasi sonuçlar bırakmıştı. Ancak bundan belki daha da önemli olan, İntifada’nın günümüze bıraktığı önemli miras olacaktı. Bu mirası doğru bir bağlama oturtmak için önce, 1987’yi önceleyen süreçlerin kısaca üstünden geçmek gerekiyor.
Yarım asırlık tedrici işgal
Filistin tarihinde birkaç önemli dönüm noktası bulunuyor. Kuşkusuz bunların en başında, kitlesel göçün, mülksüzleştirmenin ve on yıllar boyunca devam edecek mülteci hayatının başlangıç noktası olan, çok sayıda katliamın da gerçekleştiği ve çok sayıda Filistin köyünün haritadan silindiği Nekbe (1948) geliyor. Ancak Nekbe, Filistin tarihinin en önemli kırılma noktası ve etkileri bugüne kadar süren kolektif bir travma anlamına gelmekle birlikte, aynı zamanda kendisinden önce başlamış ve kendisinden sonra da devam edecek tedrici bir işgal sürecinde yeni bir merhale anlamını taşıyordu.
Nitekim Filistin’deki Siyonist yerleşimci sömürgeciliği süreci daha Osmanlı yönetiminin devam ettiği son dönemlerde başlamış, 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’yla birlikte Britanya hükümetinin resmi politikası haline gelmiş ve manda yıllarında bu hükümetin himayesi altında yoğunlaştırılarak sürdürülmüştü. Bu dönemde İzzeddin el-Kassam öncülüğünde başlayan 1936 ayaklanması gibi önemli ayaklanmalar da gerçekleşmişti. 14 Mayıs 1948 tarihinde Britanya mandası biter bitmez David ben Gurion’un Filistin topraklarının bir kısmı üzerinde İsrail devletini kurduğunu ilan etmesi ve arkasından gelen tehcir, katliamlar ve Arap ordularının yenilgisiyle sonuçlanan Birinci Arap-İsrail Savaşı, Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’ün doğu kısımları hariç Filistin’in tamamını Siyonist işgal altına soktu. Bir sonraki felaket ise, İsrail karşıtı söylemleri dilinden düşürmeyen popülist Arap yöneticilerin altı günde yüz kızartıcı bir yenilgi aldığı 1967 savaşı oldu. O yılın haziran ayı itibariyle, bir zamanlar haritalarda “Filistin” olarak adlandırılan toprak parçasının tamamı İsrail’in egemenliği altına girmişti.
Yalnız kalan Filistinliler
1967 yenilgisinin Filistinliler için en öğretici tarafı, Arap devletlerine güvenilmeyeceğinin ve pan-Arabist söylemlerin bir karşılık bulmayacağının ilk kez gün yüzüne çıkması oldu. O zamana kadar Nasırcılığa yakın bir çizgi izleyen Corc Habaş liderliğindeki Milliyetçi Arap Hareketi’nin savaş sonrasında Marksizm’i benimseyip Filistin Halk Kurtuluş Cephesi adını alması, bu sürecin sembolik tezahürlerinden biriydi.
Takip eden yıllarda Filistinli örgütler, Arap “kardeşlerinden” başka darbeler de yiyeceklerdi. 1967’den sadece üç yıl sonra Ürdün’deki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) militanları, Haşimi Krallığı’nın askeri gücü tarafından ezildi. Filistin devriminin bir sonraki tutunma noktası olan Lübnan’da ise, etnik olarak Arap olmalarına rağmen kültürel ve ideolojik kodları itibariyle kendilerini Araplıktan ve Arap dünyasından ayrı tanımlayan Falanjist milislerin 13 Nisan 1975 tarihinde Tel Zaatar kampına giden Filistinli işçilerin minibüsünü taramasıyla başlayan iç savaş süreci, esas olarak ülkedeki Filistinlileri hedef alacaktı. Her ne kadar Falanjistler ve müttefikleri sorunlarının Filistinli mültecilerle değil, ülkelerini üs olarak kullanan Filistinli militanlarla olduğunu söylese de, iç savaş süreci, kurbanlarının neredeyse tamamen sivillerden oluştuğu 16-18 Eylül 1982 tarihli Sabra-Şatila katliamı gibi korkunç olaylara da tanık olacaktı.
İntifada’nın özgünlüğü
8 Aralık 1987’de başlayan Birinci İntifada sürecinin tarihsel bir kırılma özelliğini taşıması, kanaatimizce esas olarak bu bağlamdan kaynaklıdır. Zira Filistinliler, işgalcilere karşı ilk defa, kendi topraklarında, Arap devletlerinden bağımsız olarak ve hatta siyasi örgütlerin doğrudan yönlendirmesi olmadan başkaldırmışlardır. Nitekim Gazze’nin kuzeyindeki Cebaliye mülteci kampında dört Filistinlinin bir İsrail askeri aracı tarafından ezilmesine karşı verilen tepki ve akabinde büyük bir hızla yayılan eylemler silsilesi temel olarak tabandan gelişen bir dinamik olmuş ve Filistin toplumunun tamamını içine almıştır.
Kuşkusuz 30 Mart 1976 tarihinde yapılan toprak eylemleri başta olmak üzere, Filistin topraklarının önemli kitle gösterilerine sahne olduğu başka süreçler de yaşanmıştı. İntifada’yı diğer benzer süreçlerden ayıran ise halkın tüm kesimlerini kapsaması ve çok boyutlu bir başkaldırı olmasıydı. Tarihe kazınan fotoğraflardaki “taş atma” eylemleri en önemli simgesel unsurdu. Fakat Birinci İntifada aynı zamanda, genel grevlerden İsrail ürünlerinin boykot edilmesine, işgal altındaki topraklardaki İsrail kurumlarına gidilmemesinden halk komitelerinin kurulmasına, şiirler ve marşlar yazılmasından şehirlerin duvarlarının yaygın grafitilerle süslenmesine kadar sayısız eylem tipine ve sivil itaatsizlik örneklerine de sahne oldu.
Siyasi sonuçlar
İntifada on yılların biriktirdiği dinamiklerin ürünü olsa da, patlak vermesi kuşkusuz sürpriz olmuş ve ansızın gelişmişti. Taşlarla tankların karşı karşıya geldiği süreçte binlerce Filistinli hayatını kaybetse de, direniş kültürü geri dönüşsüz olarak halkın bağrında kök saldı. Süreci sonlandıracak olan ise aynı derecede sürpriz olarak görülen siyasi gelişmeler oldu.
İntifada başladığı zaman Yaser Arafat ve diğer FKÖ liderleri Tunus’ta sürgündeydi. Ayaklanma dalgasının etkisiyle 1988 yılında, Altı Gün Savaşı öncesindeki sınırlarda “Bağımsız Filistin Devleti” ilan edildi. Bağımsızlık ilanı 12 devlet tarafından aynı gün içinde, onlarca başka devlet tarafından da çok kısa süre içinde tanındı.
Gelişmeler, Filistin sorununun “uluslararası toplum”un da gündemine girmesini sağladı. Çatışmaya bir çözüm bulunması için ilk olarak 1991 yılında Madrid Konferansı düzenlendi. Bunu, Filistinli liderler ile Tel Aviv’deki siyasetçilerin barış görüşmeleri ve nihayet 1967’de işgal edilen topraklarda özerk bir Filistin yönetiminin kurulmasını ve İsrail ordusunun buralardan kademeli olarak çekilmesini öngören 1993 tarihli Oslo Anlaşması izledi. Ayrıca anlaşmayla birlikte FKÖ ve Yaser Arafat artık “Filistin halkının meşru temsilcisi” olarak tanınıyordu.
Ne var ki, hayal kırıklıkları gecikmeyecekti. Başta mülteciler sorunu olmak üzere can yakıcı meselelerin hiçbiri Oslo sürecine dâhil edilmedi. Beş yıl içinde kurulması beklenen bağımsız Filistin devleti kurulamadı. En önemlisi, İsrail işgal ettiği topraklardan askerlerini çekmedi ve buradaki yasadışı Yahudi yerleşim birimlerini boşaltmadı. Biriken öfke ve hayal kırıklığı, Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000 tarihinde beraberinde çok sayıda işgal gücüyle birlikte Mescid-i Aksa’ya girmeye çalışmasıyla patlak verecek ve birincisine göre çok daha kanlı geçecek olan İkinci İntifada süreci başlayacaktı.
***
8 Aralık 1987 tarihinden bugüne kadar geçen 33 yıl içinde Filistinlilerin yaşamında fazla bir değişiklik olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. İşgal, mülksüzleştirme, mültecilik ve (2007’den beri) abluka halen sürüyor. Arap rejimlerinin birer birer İsrail’le “normalleşme” anlaşmaları yapmak üzere sıraya girdiği bu dönemde ise Filistinlilerin yalnızlığı hiç olmadığı kadar artmış durumda. Bu sebeple varlık mücadelesinin yolu, Birinci İntifada’nın işaret ettiği yoldan geçiyor: kendi ayakları üzerinde durma ve kendi içinde tam bir birlik sağlama.
* Faris Odeh, AP’den bir foto muhabiri fotoğrafını çekerken, 29 Ekim 2000’de elinde bir taşla bir tankın önünde tek başına duruyordu. On gün sonra, İsrail birlikleri tarafından boynundan vurulduğunda tekrar taş atıyordu. Çocuk ve resim daha sonra İsrail işgaline direnişin bir sembolü olarak ikonik statü aldı. Faris, vurulduktan birkaç gün sonra şehit oldu. (Ed.)
Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.
Yorumlayın
-
7 Ekim’den Bugüne: Bir Yılın Muhasebesi
-
Çağrılar Sürüyor: İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanettir; Kınamak Yetmez, İlişkiyi Kes!
-
Süreç ve Etkileriyle Aksâ Tûfânı – Dr. Talha İsmail Duman
-
Mehmet Ali Başaran – Muharrem Balcı: Aksâ Tûfânı Süreci ve Etkileri
-
Levant’ta Dönüşüm Çağı – Dr. Selim Sezer
-
Üsküdar’da Emperyalist-Siyonist Kuşatmaya Karşı Somut Adımlar Nöbeti
2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.
Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.
Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:
“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz. |
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.” |
Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?
7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.
Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.
İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.
Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.
Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!
Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.
Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.
Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)
Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.
“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”
Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.
Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.
Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.
İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.
Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.
Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.
Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!
Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.
Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?
İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!
Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.
Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.
Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.
Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.
Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.
Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.
Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.
Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.
Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek. Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.
7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)
Önümüzde cevap bekleyen sorular var:
Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?
Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?
Tehdit mi rüşvet mi?
Kim bu birileri?
Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?
Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.
Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.
Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.
Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.
Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.
Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.
Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.
Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…
Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)
Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.
Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.
Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.
Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.
Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?
O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.
Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.
Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.
Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:
İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.
İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.
Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.
Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?
Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?
Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.
Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…
Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!
Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.
Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.
Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.
Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?
Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.