Connect with us

Yazılar

“Them” Dizisi Üzerine Bazı Düşünceler – Yusuf Ekinci

Yayınlanma:

-

“Zenciler Beyazların dünyasıyla temas haline geçtikleri, bu dünyaya girdikleri zaman dokunaklı bir şey, duyguları harekete geçiren bir aksiyon vuku bulmaktadır. Bu durumda Zenci etkin, aksiyonel bir birey olarak davranmayı bırakmaktadır. Ya da başka bir deyişle, aksiyonunun amacı Beyaz adam görünümü altında ‘Öteki’ olmaktadır artık. Çünkü ona değer biçecek bu ‘öteki’dir bundan böyle.”

Frantz Fanon, “Zenci ve Psikopatoloji”, Siyah Deri Beyaz Maske

“Mısırlı ve Hint, Yunan ve Rum, Cermen ve Moğol’dan sonra, bir bakıma yedinci oğuldur Siyah; bir perdeyle doğmuş ve kendisini yalnızca diğer dünyanın ifşası vasıtasıyla görebildiği, özbilinç edinmesine imkân tanımayan bu Amerikan dünyasında bir ikinci-görü ile mükâfatlandırılmıştır. Bu ikili bilinç; bu kendi benliğine her daim başkalarının gözünden bakma hali; kendi ruhunu, onu eğlenen bir hor görme ve acımayla seyreden dünyanın mezurasıyla ölçme hissi, özgül bir duygudur. Kişi bu ikiliği her zaman hisseder, bir Amerikalı, bir Siyah; iki ruh, iki düşünce, iki uzlaşmaz çaba; parçalara ayrılmasını engelleyen inatçı bir güce sahip, içinde iki idealin savaştığı koyu bir beden. Amerikalı Siyah’ın tarihi, işte bu savaşımın, bu özbilinçli insanlığa ulaşma arzusunun, kişinin ikili benliğini daha iyi, daha gerçek bir benlikte birleştirme çabasının tarihidir.”

W. E. B. Du Bois, “Siyah İnsanların Savaşımları”, Yabancı: Bir İlişki Biçimi Olarak Ötekilik

 

Martinikli siyahi yazar ve entelektüel Frantz Fanon, çok erken yaşta yakalandığı kanser hastalığı sebebiyle Washington’da bir hastanede hayata gözlerini yumdu. Öldüğü günün sabahında, ölüm döşeğinde olmasının ve aldığı ağır ilaçların da etkisiyle eşine, beyaz doktor ve hemşireleri kastederek şöyle dediği aktarılır: “Dün gece beni çamaşır makinesine koydular.”(1) Şüphesiz, hayatı boyunca hem pratikte hem entelektüel düzeyde “yeni bir insan” yaratma ideali uğruna beyaz adamın sömürgeciliğine karşı mücadele eden ve siyahlık deneyiminin psikopatolojik temellerini dert edinen Siyah Deri Beyaz Maske’nin yazarı için trajik bir sondur bu. Bilinçdışında “beyazlaşma korkusu” şeklinde tezahür eden bu söz, bir siyah olarak Fanon’un da psikopatolojiden bağışık olmadığını göstermektedir. Gerçekten de siyahlık deneyimi, Fanon’un da entelektüel çalışmalarında ele aldığı üzere her şeyden önce travmaların, nevrozların ve psiko-politik gerilimlerin bir konusudur.

Geçtiğimiz ay Amazon platformunda yayınlanan Them / Ötekiler (Nisan, 2021) adlı dizi, siyahlık deneyimlerini mezkûr psiko-politik gerilimler üzerinden okumaya uygun, başarılı bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Gerçek bir hikayeden esinlenen ve bir antoloji serisi olarak planlanan dizi, 1950’lerde North Carolina’da maruz kaldıkları ırkçılık deneyimlerini geride bırakmak ve yeni bir hayat kurmak hayaliyle Los Angeles’ın steril bir orta sınıf mahallesine taşınan siyahi Emory ailesinin on gününe odaklanıyor.

Dizinin girişinde Emory ailesinin bu göç deneyiminin sosyo-politik bir arka plana dayandığı anlaşılıyor: Amerika’da 20. yüzyılın başından 1970lere kadar süren, ırkçılığın oldukça yüksek olduğu Güney eyaletlerinden, apartheid Jim Crow yasalarını geride bırakma umuduyla Kuzeydoğu ve Batı eyaletlerine yönelik Afro-Amerikan göçü yaşanır ve Emory’lerin göçü de bu büyük göç dalgasının bir parçasıdır.

Aile mahalleye adım atar atmaz korku ve hayret dolu beyaz bakışların ağırlığıyla kendi zenciliğinin yükünü hissetmeye başlar. Fanon da hissetmişti bu yükü: “Aa, zenciye bak!” Annesinin eteğinden çekiştirip Fanon’u işaret eden çocuk söylemişti bunları: “Anne, anne zenciye bak, korkuyorum!”(2) Kadınlar, erkekler, hatta çocuklar mahallelerine siyahi bir ailenin taşınmasının şokunu yaşarlar. Bu beklenmeyen ziyaretçiler, beyaz komşu kadınların bol dedikodulu akşam oturmalarının yegâne konusu olur. (Elbette pek tanıdık yarı mahcup bir ırkçılık da eşlik eder bu sohbetlere: “Kişisel olarak siyahilerle sorunum yok, hizmetçim de bir siyahi”). Eşlerin uyumadan önceki yatak sohbetlerinde endişeyle andıkları bir sorundur bu yeni-gelenler. Mahallenin nur topu gibi müşterek bir derdi vardır artık. Toplantılarda beyaz ve saf mahalle kültürlerini tehdit eden bu siyahi aileyi (“Atalarımızın inşa ettiğini korumaya çalışıyoruz”) mahalleden kovmak için türlü planlar tezgâhlamaya başlarlar. Birçoğunu da yaparlar: Ailenin beyaz renkli köpeği şüpheli bir şekilde ölü bulunur ilk olarak. Evin verandasına bir gece yüzleri siyaha boyanmış onlarca oyuncak bebek asılır. Çimlere büyük siyah yazıyla “zenci cenneti” yazılır. Komşu çocuklar asılı temiz çamaşırlara işer… Tüm bunlara rağmen zar zor ve borçlanarak aldıkları bu yeni evden Emory’lerin gitmeye hiç niyeti yoktur.

Dizinin başkarakterleri olan mühendis ve öğretmen Emory’ler dışında, dizideki tüm siyahiler beyazlara hizmet eden işlerde çalışıyor. Garson, temizlikçi, müzisyen vs. Dolayısıyla ailenin orta sınıftan olması da onlara yönelen ırkçılığı hafifletmiyor, zira siyahilik bir sınıf sorunu olmakla birlikte, hatta ondan da önce bir tanınma sorunudur. İnsan her zaman başkaları tarafından bilinmeye, tanınmaya muhtaçtır ve öteki öznelerle kurduğu ilişkide tanınması ölçüsünde öz-bilinç ve haysiyet kazanır. Zira insanın benlik algısı ve kimliği, başkalarının onun nasıl gördüğü ve tanıdığıyla ilişkili olarak inşa olur. Özneler-arası iletişimle doğrudan ilişkili olarak öz-bilinç ve öz-saygı (kendimize başkasının gözünden bakıp değerlendirdiğimiz için) Hegelci anlamda ancak tanınmakla ve sayılmakla mümkün olabilir.(3) Başkası üzerinden dolayımlanan bakış, öz-saygı ve haysiyet kazanmanın önemli bir koşuludur. Dolayısıyla tanınmama, yanlış-tanınma ya da sayılmama durumu, özneler-arası ilişkilerin yara almasıyla sosyal çatışmaları ve patolojileri meydana getireceği gibi, öznenin öz-bilinç kazanamadığı durumda benliğin de yara almasıyla sonuçlanır. Nihayetinde tanınmada yaşanan yoksunluk benliğin yaralanmasını, psikopatolojik gerilimleri, hatta bunun telafisi uğruna mücadeleyi ve şiddeti beraberinde getirir.

Psikopatoloji ve Şiddet

Zenci ruhu diye adlandırdığımız şey, aslında Beyaz adamın marangoz kalemiyle yontulmuş bir tahta kukladan, bir “pinokyo”dan başka bir şey değildir.

Frantz Fanon, “Giriş”, Siyah Deri Beyaz Maske

Siyahinin saygı görmemesi, dışlanması ve özerk bir birey olarak kabul edilmemesi de özneler-arası tanınma ilişkilerinin sağlıklı kurulamadığı ve benliğin sakatlandığı patolojik bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Dizide beyaz çoğunluğun arasında yaşayan tüm siyahilerin psişik sorunları olduğu görülüyor. Ailenin dört üyesinin de psiko-varoluşsal sorunları var ve şizofreniden muzdarip oldukları için hayali karakterler eşlik ediyor onlara. Örneğin babaya eşlik eden yüzü siyaha boyanmış karakter, ırkçı yasalara da adını vermiş olan Jim Crow adlı ırkçı gösteri kültürünün bir parçası olan “Blackface”i simgeliyor. Dolayısıyla dizideki her siyahinin psişik dünyasında fırtınalar kopuyor ve her biri ruhsal bunalımlarla ve nevrozlarla boğuşuyor. Dizinin temelini oluşturan bu psişik yarılma, tanıtım afişinde de simgeleniyor.

Dizide psiko-gerilim öğeleri öyle baskın ki yer yer izleyici, psişik/nevrotik ve doğaüstü öğelerin dizide neden bu kadar yoğun işlendiğini merak edebilir ve bundan rahatsızlık duyabilir. Fakat diziye Fanon’un projektörünü yansıttığımızda psişik karakterleri yalnızca bir gerilim unsuru olarak değil, psiko-politik bir gerçekliği yansıtan fenomenler olarak anlamamız mümkün olur. Fanon’dan bu yana bildiğimiz gibi siyah derinin ardı her daim psikopatolojiyle maluldür. Ötekinin sistematik inkârı ve ötekini her türlü insani özellikten yoksun bırakmaya yönelik kararlılık nedeniyle sömürgecilik, özü gereği psikiyatri hastaneleri için uygun ortamı zaten yaratıyor.(4) Dizide akıl hastanesi sahnelerinde de hastaların tamamının siyahi olduğu görülüyor… Bu anlamda ruhsal bunalım siyahlık deneyimiyle doğrudan ilişkilidir.

Dizide orta sınıfın hakim olduğu alanlarda; mahallede, okulda, sokakta, iş yerinde marjinal olan hep siyahidir. “Normal”in rengi beyazdır. Aile üyelerinin her biri siyahi olmasından ötürü dışlanma ve aşağılanma yaşıyor. Baba iş yerinde, çocuklar okulda ve anne mahallede… Daha önce oturdukları evde beyaz komşularının şiddetiyle karşılaşan Emory ailesi,  bebeklerini kaybetmişler. Bu olay ve aslında yaşadıkları ırkçı deneyimler her birine bir travma olarak yansımış ve onların benliğine bir kabus gibi çökmüş. Patron aşağılar, okulda akranlar ve öğretmen aşağılar, komşular aşağılar, polis aşağılar ve sokakta herhangi bir beyaz aşağılar… Yaşanan tüm bu travma ve dışlanma deneyimlerinin sonunda, siyah adamın benliği bölünmeyecekti de ne olacaktı?

Nihayetinde tüm bu dışlanma, aşağılanma ve tanınmama deneyimleri siyahinin ruhsal gerilimleriyle birleşip onu şiddete yönlendiren bir işlev görür. Aşağılanma ve tanınmama deneyimini yoğun şekilde yaşadığı bir anda (yumruğunu ve dişini sıkma aşaması çoktan geçmiştir), Baba Emory’e eşlik eden kara maskeli hayali karakter şunu sorar: “Siyahın cenneti beyazın nesidir?” Cevap: “Cehennemidir!” Siyahi ancak hayatı beyaza cehennem ettiğinde cenneti yaşar. Fanonist şiddetin yükseldiği andır bu. Dizide polise ve beyaz komşulara yönelen şiddet de bu bağlamda açığa çıkar.

Beyaz bir göz, siyahinin bu şiddet yönelimini onun karanlık doğasıyla ilişkilendirir: Siyah adam şiddete ve suça meyyaldir çünkü bu onun tabiatının ya da kültürünün bir parçasıdır. Fakat hakikatte siyahinin suç ve şiddetini var eden maruz kaldığı toplumsal koşullardır: Aşağılanma, dışlanma, çocuk muamelesi görme, tanınmama… Fanon, suçu Cezayirli’nin doğasıyla ilişkilendiren beyaz Fransız’a bir yanıt olarak söylemişti şu sözü: Cezayirli’nin suç eğilimi sömürge sisteminin dolaysız ürünüdür.(5) Tanınma politikası teorisyenlerinden Axel Honneth de benzer bir bağlamı vurgular: Mezkûr suç ya da şiddet, tanınmama ve “bir sayılmama duygusundan kaynaklanır.”(6) Suçun ve şiddetin insan doğasının ya da kültürünün bir parçası değil toplumsal koşulların dolaysız bir sonucu olduğunu vurgulamanın bir “sosyolojizm” olmadığını ya da “mazeret kültürü”(7) üretmek anlamına gelmediğini de belirtelim.

Dizinin başlı başına bir film olabilecek dokuzuncu bölümü, sonraki bölümde ana hikâyeye bağlansa da, genel seyirden kopup bambaşka bir hikâyeye odaklanıyor. İncil’den “Ne iyi, ne güzeldir birlik içinde kardeşçe yaşamak” sözleriyle açılan bölümde, dizi boyunca siyahilere musallat olan şeytanın aslında Tanrı tarafından cezalandırılan bir eski papaz olduğunu anlıyoruz. Diğer bölümlerin aksine siyah beyaz çekilmiş bu etkileyici bölüm, siyahilere karşı hissiyatına yenik düşüp Tanrı kelamını saptıran beyaz papazın ve köylülerin hikâyesini anlatıyor.

Diziyle ilgili yorumlara bakıldığında, dizinin daha ziyade korku ve gerilim ekseninde izlendiği anlaşılıyor. Elbette öyle de okunabilir, zira gerçekten de dizide gerilim ve korku unsurları ön planda ve bu unsurlar başarılı bir şekilde işlenmiş. Kolay kolay filmlerden korkmayan Stephen King bile bu diziyi korkutucu bulmuş ve Twitter’dan takipçilerine önermişti. Fakat dizi, korku ve gerilimden öte psiko-politik açıdan ve ırkçılık, dışlanma ve tanınma sorunları bağlamında mümbit bir yorum imkânı ve davetkâr bir malzeme sunuyor. Her ne kadar siyahlık deneyimi üzerine odaklansak da, dizi egemen/ezilen diyalektiğinin olduğu tüm toplumsal ilişki biçimlerine uyarlanabilecek bir yorumlama imkanı da sunuyor. Henüz İMDB’den hak ettiği puanı alamadıysa da (7.2) Them, çokça işlenen Amerika’da ırkçılık meselesini tekrara ve klişelere düşmeden başarılı bir şekilde sunmasının yanı sıra; göndermeli müzik seçimleri, oyunculukları, sinematografisi, mekân kullanımı ve kostümleriyle samimi bir takdiri hak ediyor.

 

(1) Barış Ünlü, “Frantz Fanon: İmkânsız Bir Hayat ile Devrimci Bir Hayat Arasında”, Fanon’un Hayaletleri: Fanon’la Konuşmayı Sürdürmek (Ed. Fırat Mollaer), İthaki, 2018, s.74.

(2) Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, çev. Cahit Koytak, Versus Kitap, 2014, s.122.

(3) Axel Honneth, Tanınma Uğruna Mücadele, çev. Özgür Aktok, İthaki, 2016.

(4) Frantz Fanon, “Sömürge Savaşı ve Zihinsel Bozukluklar”, Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Şen Süer, Versus Kitap, 2014, s. 244.

(5) Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, s.301.

(6) Axel Honneth, Tanınma Uğruna Mücadele, s. 102.

(7) Bernard Lahire, Sosyoloji ve Sözde “Mazeret Kültürü”, çev. Ertan Kuşçu ve Mustafa Gültekin, Açılım Kitap, 2020. Lahire kitabında, son yıllarda sosyoloji disiplinini suçu, suçluyu, terörizmi, cinayeti, başarısızlıkları ve kabalıkları haklı göstermekle ya da mazur görmekle suçlayan görüşlere karşı bir sosyoloji müdafaası ortaya koyuyor. Söz konusu sorunları “özgür irade”yle ve “bireysel sorumluluk”la açıklayan görüşlere karşı Lahire, “özgür irade” ve “özgürlüğün” bir kurgu ve yanılsama olduğunu ve insanın seçimlerinin ve kararlarının pek çok yapısal kısıtlamanın kesişiminde bulunan gerçeklikler olduğunu hatırlatıyor.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı

Yayınlanma:

-

Az ama özenli ve düzenli haber ve analizleri ile beş yıldır yayın hayatında olan ve kendine özgün bir yer edinen sitemiz YeniPencere’nin yazarlarından Murat Kurtuldu ile Aksa Tufanı sürecine dair söyleştik. 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana olanca ehemmiyet ve aciliyeti içinde gündemimizin birinci maddesi Gazze; açık ara Gazze! Çünkü Gazze’de dehşet verici bir dram yaşanıyor. Murat Kurtuldu ile Filistin Davasının bugünü ve içinde neş’et eden Direniş Çadırı’nı konuştuk. Bu yakıcı gündem içinde komple bir Filistin Dostu ile tanışacaksınız. Hem teorinin içinde “okumalar” yapan, hem sokaklarda eylem üreten, konuşan- eden bir isim kendisi. Muhabbete buyurun!

7 Ekim 2023’te Filistin’in Gazze şehrinde başlayan Aksa Tufanı sonrasında dünya İsrail’in soykırımına şahitlik ediyor 19 aydır. Bu süreçte dünyanın dört bir yanında halklar, Filistin’in özgürlüğü için ayağa kalkmışken Türkiye’de birkaç yeni oluşum sokakları hareketlendirdi. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’ndan bahsederek başlayalım istiyorum. 10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilde yürüyüş ve eylemlerle, sabır ve istikrarla kamuoyu oluşturmaya çalışıyor Direniş Çadırı. Adı nerden geliyor, nasıl bir oluşum bu, ne amaçlıyor?

Direniş Çadırı bir bakıma bıkkınlığın hikâyesi. Aksa Tufanı’ndan sonra Gazze’nin haklı mücadelesi için burada, bu topraklarda doğru soruları sormaktan imtina eden kötürümleşmiş sivil toplumun etkisizliğine tepkinin yalnızca bir örneği. 7 Ekim’den sonra az çok hareketlenen sokaklarda “Kahrolsun!” sloganlarının hamaseti dışında hiçbir önerisi olmayanlar bu tepkiyi doğurdu. Soykırıma karşı bir şey yapıyormuş gibi görünen bu çevrelerin niyetleri hakkında asıl şüpheye düşmemize neden olansa kendi “akredite” söylemleri dışında hiçbir slogana, öneriye, tepkiye, öfkeye izin vermemeleriydi. Bu tavır, pek çok insanda aidiyet duygusunun kırılmasına yol açtı.

Bence bu durum, kişisel olarak bir bıkkınlık duygusuna da yol açıyor. Günün sonunda kendinizi ifade edemiyorsanız, geriye iki seçenek kalıyor: Ya sessizleşeceksiniz ya da sesinizi yükseltebileceğiniz özgür bir alan inşa edeceksiniz.

Şunu da kabul edelim: Bu topraklarda, özellikle İslamcılığın sokak tecrübesi ve eylemlerle kendini ifade etme pratiği, yirmi küsur yıldır kurumsal-profesyonel STK’ların insafına bırakılmıştı. Kendiliğinden sokakta biriken, sırf hakikatin şahitliği için -üstelik hiç de konforlu olmayacak- eylemsellikleri galiba en son 2000’lerde, başörtüsü yasaklarına karşı deneyimlemiştik.

Gazze’deki yıkım ve soykırımın sıcaklığı her yana yayıldığında ise, yine gözümüzü bu kurumsal yapılara diktik. Sokakta ve toplumda tabanı olduğunu düşündüğümüz örgütlerin güçlü bir mevzi oluşturacaklarına inandık.

Bu noktada şunun altını çizmek gerekiyor: Gazze için sokağa çıkanlar her konuda uzlaşan, aynı hafızaya ve ideallere sahip değiller. Ancak onları sokağa çıkaran Gazze’deki soykırıma karşı harekete geçme, direnişin yanında siyonist ve emperyalist kuşatmanın karşısında olma duygusuydu. Bu motivasyon doğal olarak şunu bekledi: Gazze’deki katliamın birincil derecedeki faillerine sesimizi yükselttiğimiz kadar onların yerli işbirlikçilerine de itiraz gelişmeliydi. Çünkü katliamı mümkün kılan bir ölçüde devam eden ticaret, petrol sevkiyatı ve işgalcilerle her türlü işbirliğiydi. Ancak Filistin davasını hamasetle sahiplenen ve sokağı o güne dek “örgütleyen”ler, sıra işbirlikleri ifşa etmeye -bir bakıma ittifaklar kurduğu, ortaklaştığı ya da dayanıştığı mahalleyi eleştirmeye- gelince susmayı tercih ettiler. Vicdanlı birkaç gazetecinin ve aktivistin ortaya çıkardığı kanlı ortaklıklara karşı bu kurumsallıkların hiçbir etki yaratamayacağını kısa zamanda anladık. Belki de Filistin için yapılan gösterilerde “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganının atılmasına bile “tahammül edilememesi” kırılmayı yarattı.

Direniş Çadırı’nı da doğuran bu vasat, artık inisiyatif almayı vicdani ve ertelenemez bir sorumluluk olarak gören her yöreden insanın adım atmasıyla gelişti. Açıkçası Direniş çadırının ne ismi ne de organize olma biçiminde bir “hesap” ve “strateji” yok. Adı da zaten bu doğallıkta ortaya çıktı. İlk birkaç çağrıda 35 noktaya kadar çıkan eylemler bir plânlamayla gelişmedi. Zaten rahatsız ancak vicdanen sessiz kalamayacak insanların eylemleri bir araya gelmiş oldu.

Direniş Çadırı bir dernek / vakıf -yani bildiğimiz türden- bir stk olmayı düşünmedi. Logosu yok. Basın açıklamalarında kendini kategorik olarak bir markanın altında tanımlamıyor. Hatırlıyorum, Kocaeli’deki ilk eylemimizde polis bizi arayıp “Siz kimsiniz?” diye sorunca verdiğimiz cevaptan afallamıştı. “Vakıf değilsiniz, dernek değilsiniz, inisiyatif değilsiniz, peki kimsiniz?” demişti. Kategorik düşünmeye fazlasıyla alıştık. Bir eylemselliğin derin stratejik öngörülerle, hesaplı-kitaplı ve modern bir yapının gücüyle gelişmesi gerektiğine dair sarsılmaz bir inancımız var. İşte bu noktada Direniş Çadırı tecrübesi kurumsallaşmanın kısa vadeli faydasının dışında bir yozlaşma yarattığını fark ederek kendini konumladı ve markalardan – logolardan uzak durdu. Aslında modern dönemin kurumsallık ruhunu içeren stk’cılığın nasıl uzun vadede hakikatin yanında yer almak yerine ittifaklar, çıkarlar ile hareket edebildiğini ve beka meselesini her şeyin merkezine çok kolay alabildiğini fark ettik sanırım. Elbette sivilliğin bütün örnekleri, bütün “yan yana” gelme çabaları kategorik olarak mahkûm edilemez. Ancak dönüp kendi muhasebemizi yaptığımızda yapılarından, liderlerinden işaret gelmeden hakikatin şahitliğini yapma takatini bile kendinde bulamayan bir toplumsallığı ördük gibi görünüyor.

Artık bunun dışında hem bir bakıma “yataylığıyla” yeni hem de İslam’ın şahsiyeti özne yapan hafıza tazeleyecek örneklere ihtiyaç vardı, Direniş Çadırı işte bu deneyim içinde bir örnek olarak yerini aldı sanırım.

Biraz daha belirgin kılmak için sormak istiyorum: Nasıl bir çerçeve içinde hareket ediyorsunuz? Direniş Çadırı’nın olmazsa olmazları, sınırları neler? 

Bu coğrafyada alışık olmadığımız bir deneyimi ifade ediyor Direniş Çadırı. Çoğu zaman kendiliğinden gelişen, hesapsız ve politik kaygılara gerçekleri kurban etmemeye çalışan bir motivasyonu var. Bu nedenle dikey bir hiyerarşiyi barındırmıyor. Bir yöneticisi, yönetim kurulu, sekreteryası ya da strateji üretip mensuplarına yalnızca uygulama sorumluluğu yükleyen bir bakış açısı yok. Yatay biçimde gelişen dayanışmaya ve kim daha çok üretken olursa o kadar sorumluluk alma esasına dayanıyor.

Yatay ve dikey örgütlenme üzerine daha çok konuşmalıyız belki ama şunun özellikle altını çizmeliyiz: Yatay ilişki biçiminin her bireyi inisiyatif almaya zorlayan bir boyutu var. Eylemlerde bir emir-komuta zinciri inşa etmiyor, en azından. Sorumluluğu paylaştıran; herkesi gücü ve odak alanı açısından harekete geçirmeye motive eden bir sahiplenme duygusu geliştiriyor.

Bir diğer önemli farklılık da burada ortaya çıkıyor bence. Dikey hiyerarşinin boğucu kurumsallığından ve yapıyı hareketin merkezine alan “beka” söyleminden azade oluyoruz böylece. Bu nedenle Direniş Çadırı, başından beri çağrısına kulak veren hiçbir Filistin dostuna logo, isim, marka, kurumsallık dayatmadı. Hatta özellikle bundan kaçındı. Her birey, kendi yapıp ettikleri, inisiyatif alıp öne çıktığı söylemin/eylemin sorumluluğunu yüklenme iradesini gösterdi böylece. Bir ‘marka’nın ya da yapının ardına sığınma, sorumluluğu devretme kolaycılığına izin verilmedi. Bunun da bana kalırsa en büyük artısı mensubiyet duygusunun yapıyla değil, davayla ilişkili olarak gelişmesiydi.

Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde, farklı renklere ve ideolojik mevzilere rağmen soykırıma karşı anti-emperyalist ve anti-Siyonist itirazların kesişim noktasında duran Direniş Çadırı’nın görevi yalnızca “çağrıda” bulunmak oldu. Her bölge, grup ya da kişi bu çağrıya nasıl cevap vereceğini kendisi belirledi. Eylemlerinin uygulama biçimini ve sonuçlarını kendi meşreplerince üstlendi. Kimsenin kimseden doğrudan sorumlu olmadığı bir özgürlük alanını da böylece korumuş olduk. Dikey hiyerarşik yapılarda ortaya çıkan çok boyutlu uzlaşılara ve politik hesaplara da gerek kalmadı.

Direniş Çadırı yataylığına rağmen elbette çağrısına cevap verenlerin kimliklerinden ve bakış açılarından tümüyle bağımsız değil, olamaz da. Bu açıdan Direniş Çadırı’nın söyleminin merkezinde İslami reflekslerin bir “uzlaşma” noktasına dönüştüğünün altını çizmeliyiz. Bu uzlaşı aynı zamanda yalnızca karşıtlık üzerinden uçucu bir kampanya siyaseti üretilmesinin de önüne geçiyor. Anti-emperyalist, anti-Siyonist perspektifin aynı zamanda geniş çerçevede bu uzlaşma noktasına dayanan ideal tanımları, mücadele ekseni ve belirli önerileri var.

Yine belki bu uzlaşının bir diğer boyutu da eylemsellikte tercih ettiğimiz “şiddetsiz” yöntemlerle ilgili olabilir. Soykırımcılara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı gelişen mücadelenin zorlayıcı bir boyut taşıması gerektiğine inanıyoruz. Üstelik bu durum sokakta kimi zaman uzlaşıyı tamamen kapatan direngen bir iradeyi de gerektiriyor. Fakat tüm bu adımları gerçekleştirirken şiddeti araçsallaştırmaktan kaçınıyoruz.

Direniş Çadırı’nın Gazze’deki soykırımın gerekli kıldığı aciliyet içinde Türkiye’yi yöneten iktidara ve topluma çağrısı nedir? 

En başından beri tek bir taleple ilgilendik: Gazze’deki soykırımın faillerini bu topraklardan besleyen tüm siyasi, ekonomik ve sosyolojik ilişkiler kesilmelidir. Ertelenemez bir gündem olan soykırım ile ilgili hamasetin yalnızca vahşeti derinleştirdiğini ve işbirlikçileri görünmez kıldığını ifade ettik. Bu nedenle sokaklarda, liman önlerinde, işbirlikçi sermayenin ve iktidarın kapısında hep somut talepleri yükselttik.

Çünkü şunu iyi biliyoruz: Türkiye’nin İsrail’e uygulayacağı tam boykot sonuç verici olacaktır. Yemen’in örnekliği de bizi bunu gösterdi. Küresel kapitalist sistem ne sandığımız kadar güçlü ne de aşılamaz bir kuşatma var. Bu düzenin en büyük silahı yarattığı “yenilmezlik” yanılsaması. Bir tür öğrenilmiş çaresizlik durumu yaşıyoruz. Ne yazık ki bu çaresizlik duygusu sermayenin de işine geliyor. Küresel ekonomik dengeler söyleminin arkasına sığınarak Gazze’nin katilleriyle iş tutmaya, savaşın o çok kanlı rantını paylaşmaya devam ediyorlar. Siyasi irade de bu çaresizlik duygusundan besleniyor. Kamuoyu önünde kitlelerin öfkesini soğuran en üst perdeden açıklamalara rağmen hiçbir somut adım atmamasını bu gerekçeyle perdeliyor.

İşte Direniş Çadırı ve aynı mevzideki diğer hareketler bu algı manipülasyonunu kırmaya odaklı. Şunu diyoruz: Dünya düzeni kuşatıcı görünümüyle aynı oranda kırılgan. Atılamaz denilen adımlardan herhangi birinin kararlılıkla uygulanması bile siyonist saldırganlığı fiilen durdurabilecek bir süreci başlatabilir. Yöneticiler, iktidar sahipleri bu adımları atmıyorlarsa bilin ki size sunulanın dışında sadece iki gerekçe olabilir: Ya Türkiye emperyalist bloktadır, suç ortağıdır ya da egemenliği sınırlı, belirsiz ve etkisizdir. Her ikisi de bu düzenin meşruiyetini temelden sarsar. Bu nedenle sadece Gazze’nin değil bu düzenin tarafında olan bütün ülkelerin ve halklarının kuşatma altında olduğunu bilin. Kuşatma altında olduğumuzu bilelim.

Talep ve çağrı ne denli haklı ve gerekli olsa da ne toplumdan ne de iktidardan karşılık buluyor. Beklentinin çok altında kaldığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bunun sebepleri nedir? 

Aslında buna çok katılmıyorum. Genelde şöyle bir önyargıyı taşıyoruz: Büyük tarihsel kırılmalar ciddi ön hazırlıklara, dalga dalga büyüyen tepkilere bağlıdır. Bugünden geriye doğru baktığımızda tarihi yukarıdan izlemenin bir yanılgısı olarak kusursuz bir örüntü, neden-sonuç ilişkilerinin ilmek ilmek ördüğü bir hikâye izliyoruz. Oysa tarih, bir kırılmalar, sıçrayışlar öyküsüdür. Başta Peygamberler bir sıçrayıştır, kırılmalıdır. Büyük çöküşler, büyük dönemeçler yaşayanlar için genellikle aniden denilebilecek kadar kısa sürede olgunlaşır ve şekillenir.

Tarihin “sürpriz faktörü” diyorum ben buna. Ne yazık ki modernite her konuda olduğu gibi tarihi algımızı da yeniden yapılandırdı. Kırılmalara, sıçrayışlara değil çok sıkı neden-sonuç ilişkilerine bakar olduk. Bu da hayli takat düşüren bir anlayış! Ne olursa olsun adil şahitliğini ortaya koymaya niyetli insanı da geriye çekiyor. Oysa Kur’an Bakara Suresinde “azların çoklara” galibiyetini anlatırken, Enfal Suresinde “Onlar plân yaparken Allah da plân yapıyordu” derken her şeyin düşünüldüğü kadar mekanik, kesif ve aşılamaz bir neden-sonuç ilişkisi üzerinden yürümediğini, Allah’ın yardımını hatırlatıyordu.

Ben bundan dolayı eylemlerimizin ne kadar karşılık bulduğu konusundaki göstergelerin yanıltıcı olabileceğini düşünüyorum. Sadece romantik bir hüsn-ü niyet olarak da değil üstelik. Dikkatli bakıldığında bunun emarelerinin göz kırptığını da görüyorum.

Bir örnek vereyim; “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” söylemini ısrarla vurguladığımız ama toplumda karşılık bulmadığını düşündüğümüz günlerde -ambargo kararından önce- Cumhurbaşkanının Kocaeli’ndeki mitingine arkadaşlarımızla katıldık. Amacımız yine bu talebi yükseltmek, bir pankart açmaktı. Miting alanına girişte pankartımız fark edildi ve arkadaşımız gözaltına alındı. Kardeşimizin yanında olmak için karakola gittiğimizde olağandışı bir kalabalık fark ettik. Sonradan öğrendik ki mitinge aynen bizim gibi gelmiş kişiler varmış. Hepsinde aynı slogan. Kimi kâğıda yazmış gelmiş, kimi bir beze yazıp gelmiş. Aralarında tek başına miting alanına gelen orta yaşlarda bir ablamız da vardı, uzak bir ilçeden gelen sakallı, sarıklı kardeşlerimiz de. Hepsinin ortak noktası kimsenin birbirini tanımaması, birbirinden habersiz olunmasıydı!

Biz, “Sesimizi acaba kim duyuyor?” diye hayıflanırken Rabbimiz bizleri buluşturdu, yalnız olmadığımızı, bir tür “dip dalga”nın geldiğini gösterdi. Nitekim iktidar da bunu fark etmiş olmalı ki “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” diyenler sayıca az olmalarına, kitlesel bir eylemsellik ortaya koyacak güçte olmamalarına rağmen kısıtlama ve ambargo kararı alındı. Düzen, anlatısının bir anda yıkılacak büyük bir boşluğa düştüğünü ve bu halüsinatif durumun fark edildiğini gördü çünkü.

Sonuç olarak soykırım karşıtlarının hamasetten uzak söylemlerinin karşılık bulmadığını söylemek çok doğru değil. Bunun aksi göstergeler var. Fakat evet, bu tepki bir türlü kamusallaşamıyor, kitlesel bir boyut kazanamıyor. Nedenlerini konuşmak için Türkiye’de hafızasında “Filistin” olan iki başat mahallenin deneyimlerine bakmak gerekiyor.

İstisnaları olmakla birlikte, Müslümanlar, son 20 yıldır sokakta değillerdi, farklı biçimde kendi eylemselliklerini üretiyorlardı. Müslümanlığın siyasal bilincine sahip küçük öbekler daha dar alanlarda kalmayı tercih ettiler, değişimin sokakla ilişkisini unuttular hatta sokağı küçümsediler. Muhafazakârlık ise bütünüyle iktidarın aparatı haline gelmişti zaten, başkası da beklenemezdi. Tarih boyunca -özellikle Türkiye’nin modern tarihi açısından- mevcut durum muhafazakârlıktan beslendi.

Filistin mücadelesine gönül veren solun ise farklı sorunları vardı. Büyük bir sekterleşme hâli içinde takatsiz kalmıştı. Gazze direnişinin İslami motivasyonlarını bir geri çekilme gerekçesi olarak gördü. Elbette her şeye rağmen Gazze’nin birlikte dövüşen ve toprağa birlikte düşen savaşçıları gibi alandan hiç çekilmeyenler de vardı ama bu, yeterli olamadı.

Yine de umutsuz olmaya gerek yok. “Hayal kırıklığı” atakları geçiriyoruz bazen ama bilelim ki Gazze’nin omuz omuza direnişi dünyanın her yerindeki aktivistleri de birbirine bitiştirdi. Norveç’ten Türkiye’ye Japonya’dan ABD’ye kadar dünyanın her yerinde küresel düzenin kuşatıcılığının farkına varan ve artık bu düzenin gizlenemeyeceğini; özgürlük ve refah söyleminin ardına saklanamayacağını haykırıyorlar. Bu tarihi şahitlik elbette ki benzersiz bir mevzi oluşturdu.

Gerçekçi olmak gerekirse Gazze’nin, daha genelde de Filistin’in geleceği konusunda ne kadar umut var? İsrail işgalinin göstergesi her geçen sene daha da delik deşik hâle gelen Filistin haritasına baktığınızda siz nasıl bir gelecek görüyorsunuz? 

Umut etmek için siyaseti iyi bilenlerin görüşlerine, askeri uzmanların analizlerine ihtiyacımız yok artık. Yemen’in mücadelesi, Gazze’nin direnişi bize gösterdi ki kolayca paramparça olacak bir halüsinatif durumun içindeyiz. Bu belki ilk kez toplumsal tabanda bir karşılık buldu. Düzenin anlatısı parçalandı. Filistin’de o denli çok tohum toprağa ekildi ki artık bu coğrafyanın her yerinde yeni bir örneklik tomurcuklanmaya müsait. Gazze’yi aylardır yedi düvelle birlikte alaşağı etmeye çalışanlar; ekine, nesle, taşa, toprağa bile öfke kusanların bir türlü istedikleri sonucu alamamaları kudretlerinin sınırları hakkında bize çok şey söylüyor.

16. yüzyılda yaşamış Boetie’nin sözünü anımsıyorum: “Pek çok insan, pek çok köy, pek çok şehir, pek çok ülke bazen tek bir tiranın yönetiminden ıstırap çeker; oysa bu tiranın, onların kendisine verdiği güçten başka bir gücü yoktur ve bu tiran, onlar kendisiyle çatışmak yerine katlanmayı tercih ettiği sürece onlara hiçbir zarar vermez.” Küresel tiranlığa karşı tüm halkların katılımına açık ve yalnızca bir “fark ediş”e bakacak bir küresel direniş de gelişiyor. Gazze bunu bize öğretiyor. Gazze önce kuşatmada olduğumuzu bize fark ettirdi ardından bu kuşatmanın “anlatıldığı” kadar aşılamaz olmadığını kanıtladı.

Ümitvâr olmak için tarihin daha uygun bir zamanı pek az bulunur.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x