Yazılar
“Them” Dizisi Üzerine Bazı Düşünceler – Yusuf Ekinci

Yayınlanma:
4 yıl önce-

“Zenciler Beyazların dünyasıyla temas haline geçtikleri, bu dünyaya girdikleri zaman dokunaklı bir şey, duyguları harekete geçiren bir aksiyon vuku bulmaktadır. Bu durumda Zenci etkin, aksiyonel bir birey olarak davranmayı bırakmaktadır. Ya da başka bir deyişle, aksiyonunun amacı Beyaz adam görünümü altında ‘Öteki’ olmaktadır artık. Çünkü ona değer biçecek bu ‘öteki’dir bundan böyle.”
Frantz Fanon, “Zenci ve Psikopatoloji”, Siyah Deri Beyaz Maske
“Mısırlı ve Hint, Yunan ve Rum, Cermen ve Moğol’dan sonra, bir bakıma yedinci oğuldur Siyah; bir perdeyle doğmuş ve kendisini yalnızca diğer dünyanın ifşası vasıtasıyla görebildiği, özbilinç edinmesine imkân tanımayan bu Amerikan dünyasında bir ikinci-görü ile mükâfatlandırılmıştır. Bu ikili bilinç; bu kendi benliğine her daim başkalarının gözünden bakma hali; kendi ruhunu, onu eğlenen bir hor görme ve acımayla seyreden dünyanın mezurasıyla ölçme hissi, özgül bir duygudur. Kişi bu ikiliği her zaman hisseder, bir Amerikalı, bir Siyah; iki ruh, iki düşünce, iki uzlaşmaz çaba; parçalara ayrılmasını engelleyen inatçı bir güce sahip, içinde iki idealin savaştığı koyu bir beden. Amerikalı Siyah’ın tarihi, işte bu savaşımın, bu özbilinçli insanlığa ulaşma arzusunun, kişinin ikili benliğini daha iyi, daha gerçek bir benlikte birleştirme çabasının tarihidir.”
W. E. B. Du Bois, “Siyah İnsanların Savaşımları”, Yabancı: Bir İlişki Biçimi Olarak Ötekilik
Martinikli siyahi yazar ve entelektüel Frantz Fanon, çok erken yaşta yakalandığı kanser hastalığı sebebiyle Washington’da bir hastanede hayata gözlerini yumdu. Öldüğü günün sabahında, ölüm döşeğinde olmasının ve aldığı ağır ilaçların da etkisiyle eşine, beyaz doktor ve hemşireleri kastederek şöyle dediği aktarılır: “Dün gece beni çamaşır makinesine koydular.”(1) Şüphesiz, hayatı boyunca hem pratikte hem entelektüel düzeyde “yeni bir insan” yaratma ideali uğruna beyaz adamın sömürgeciliğine karşı mücadele eden ve siyahlık deneyiminin psikopatolojik temellerini dert edinen Siyah Deri Beyaz Maske’nin yazarı için trajik bir sondur bu. Bilinçdışında “beyazlaşma korkusu” şeklinde tezahür eden bu söz, bir siyah olarak Fanon’un da psikopatolojiden bağışık olmadığını göstermektedir. Gerçekten de siyahlık deneyimi, Fanon’un da entelektüel çalışmalarında ele aldığı üzere her şeyden önce travmaların, nevrozların ve psiko-politik gerilimlerin bir konusudur.
Geçtiğimiz ay Amazon platformunda yayınlanan Them / Ötekiler (Nisan, 2021) adlı dizi, siyahlık deneyimlerini mezkûr psiko-politik gerilimler üzerinden okumaya uygun, başarılı bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Gerçek bir hikayeden esinlenen ve bir antoloji serisi olarak planlanan dizi, 1950’lerde North Carolina’da maruz kaldıkları ırkçılık deneyimlerini geride bırakmak ve yeni bir hayat kurmak hayaliyle Los Angeles’ın steril bir orta sınıf mahallesine taşınan siyahi Emory ailesinin on gününe odaklanıyor.
Dizinin girişinde Emory ailesinin bu göç deneyiminin sosyo-politik bir arka plana dayandığı anlaşılıyor: Amerika’da 20. yüzyılın başından 1970lere kadar süren, ırkçılığın oldukça yüksek olduğu Güney eyaletlerinden, apartheid Jim Crow yasalarını geride bırakma umuduyla Kuzeydoğu ve Batı eyaletlerine yönelik Afro-Amerikan göçü yaşanır ve Emory’lerin göçü de bu büyük göç dalgasının bir parçasıdır.
Aile mahalleye adım atar atmaz korku ve hayret dolu beyaz bakışların ağırlığıyla kendi zenciliğinin yükünü hissetmeye başlar. Fanon da hissetmişti bu yükü: “Aa, zenciye bak!” Annesinin eteğinden çekiştirip Fanon’u işaret eden çocuk söylemişti bunları: “Anne, anne zenciye bak, korkuyorum!”(2) Kadınlar, erkekler, hatta çocuklar mahallelerine siyahi bir ailenin taşınmasının şokunu yaşarlar. Bu beklenmeyen ziyaretçiler, beyaz komşu kadınların bol dedikodulu akşam oturmalarının yegâne konusu olur. (Elbette pek tanıdık yarı mahcup bir ırkçılık da eşlik eder bu sohbetlere: “Kişisel olarak siyahilerle sorunum yok, hizmetçim de bir siyahi”). Eşlerin uyumadan önceki yatak sohbetlerinde endişeyle andıkları bir sorundur bu yeni-gelenler. Mahallenin nur topu gibi müşterek bir derdi vardır artık. Toplantılarda beyaz ve saf mahalle kültürlerini tehdit eden bu siyahi aileyi (“Atalarımızın inşa ettiğini korumaya çalışıyoruz”) mahalleden kovmak için türlü planlar tezgâhlamaya başlarlar. Birçoğunu da yaparlar: Ailenin beyaz renkli köpeği şüpheli bir şekilde ölü bulunur ilk olarak. Evin verandasına bir gece yüzleri siyaha boyanmış onlarca oyuncak bebek asılır. Çimlere büyük siyah yazıyla “zenci cenneti” yazılır. Komşu çocuklar asılı temiz çamaşırlara işer… Tüm bunlara rağmen zar zor ve borçlanarak aldıkları bu yeni evden Emory’lerin gitmeye hiç niyeti yoktur.
Dizinin başkarakterleri olan mühendis ve öğretmen Emory’ler dışında, dizideki tüm siyahiler beyazlara hizmet eden işlerde çalışıyor. Garson, temizlikçi, müzisyen vs. Dolayısıyla ailenin orta sınıftan olması da onlara yönelen ırkçılığı hafifletmiyor, zira siyahilik bir sınıf sorunu olmakla birlikte, hatta ondan da önce bir tanınma sorunudur. İnsan her zaman başkaları tarafından bilinmeye, tanınmaya muhtaçtır ve öteki öznelerle kurduğu ilişkide tanınması ölçüsünde öz-bilinç ve haysiyet kazanır. Zira insanın benlik algısı ve kimliği, başkalarının onun nasıl gördüğü ve tanıdığıyla ilişkili olarak inşa olur. Özneler-arası iletişimle doğrudan ilişkili olarak öz-bilinç ve öz-saygı (kendimize başkasının gözünden bakıp değerlendirdiğimiz için) Hegelci anlamda ancak tanınmakla ve sayılmakla mümkün olabilir.(3) Başkası üzerinden dolayımlanan bakış, öz-saygı ve haysiyet kazanmanın önemli bir koşuludur. Dolayısıyla tanınmama, yanlış-tanınma ya da sayılmama durumu, özneler-arası ilişkilerin yara almasıyla sosyal çatışmaları ve patolojileri meydana getireceği gibi, öznenin öz-bilinç kazanamadığı durumda benliğin de yara almasıyla sonuçlanır. Nihayetinde tanınmada yaşanan yoksunluk benliğin yaralanmasını, psikopatolojik gerilimleri, hatta bunun telafisi uğruna mücadeleyi ve şiddeti beraberinde getirir.
Psikopatoloji ve Şiddet
Zenci ruhu diye adlandırdığımız şey, aslında Beyaz adamın marangoz kalemiyle yontulmuş bir tahta kukladan, bir “pinokyo”dan başka bir şey değildir.
Frantz Fanon, “Giriş”, Siyah Deri Beyaz Maske
Siyahinin saygı görmemesi, dışlanması ve özerk bir birey olarak kabul edilmemesi de özneler-arası tanınma ilişkilerinin sağlıklı kurulamadığı ve benliğin sakatlandığı patolojik bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Dizide beyaz çoğunluğun arasında yaşayan tüm siyahilerin psişik sorunları olduğu görülüyor. Ailenin dört üyesinin de psiko-varoluşsal sorunları var ve şizofreniden muzdarip oldukları için hayali karakterler eşlik ediyor onlara. Örneğin babaya eşlik eden yüzü siyaha boyanmış karakter, ırkçı yasalara da adını vermiş olan Jim Crow adlı ırkçı gösteri kültürünün bir parçası olan “Blackface”i simgeliyor. Dolayısıyla dizideki her siyahinin psişik dünyasında fırtınalar kopuyor ve her biri ruhsal bunalımlarla ve nevrozlarla boğuşuyor. Dizinin temelini oluşturan bu psişik yarılma, tanıtım afişinde de simgeleniyor.
Dizide psiko-gerilim öğeleri öyle baskın ki yer yer izleyici, psişik/nevrotik ve doğaüstü öğelerin dizide neden bu kadar yoğun işlendiğini merak edebilir ve bundan rahatsızlık duyabilir. Fakat diziye Fanon’un projektörünü yansıttığımızda psişik karakterleri yalnızca bir gerilim unsuru olarak değil, psiko-politik bir gerçekliği yansıtan fenomenler olarak anlamamız mümkün olur. Fanon’dan bu yana bildiğimiz gibi siyah derinin ardı her daim psikopatolojiyle maluldür. Ötekinin sistematik inkârı ve ötekini her türlü insani özellikten yoksun bırakmaya yönelik kararlılık nedeniyle sömürgecilik, özü gereği psikiyatri hastaneleri için uygun ortamı zaten yaratıyor.(4) Dizide akıl hastanesi sahnelerinde de hastaların tamamının siyahi olduğu görülüyor… Bu anlamda ruhsal bunalım siyahlık deneyimiyle doğrudan ilişkilidir.
Dizide orta sınıfın hakim olduğu alanlarda; mahallede, okulda, sokakta, iş yerinde marjinal olan hep siyahidir. “Normal”in rengi beyazdır. Aile üyelerinin her biri siyahi olmasından ötürü dışlanma ve aşağılanma yaşıyor. Baba iş yerinde, çocuklar okulda ve anne mahallede… Daha önce oturdukları evde beyaz komşularının şiddetiyle karşılaşan Emory ailesi, bebeklerini kaybetmişler. Bu olay ve aslında yaşadıkları ırkçı deneyimler her birine bir travma olarak yansımış ve onların benliğine bir kabus gibi çökmüş. Patron aşağılar, okulda akranlar ve öğretmen aşağılar, komşular aşağılar, polis aşağılar ve sokakta herhangi bir beyaz aşağılar… Yaşanan tüm bu travma ve dışlanma deneyimlerinin sonunda, siyah adamın benliği bölünmeyecekti de ne olacaktı?
Nihayetinde tüm bu dışlanma, aşağılanma ve tanınmama deneyimleri siyahinin ruhsal gerilimleriyle birleşip onu şiddete yönlendiren bir işlev görür. Aşağılanma ve tanınmama deneyimini yoğun şekilde yaşadığı bir anda (yumruğunu ve dişini sıkma aşaması çoktan geçmiştir), Baba Emory’e eşlik eden kara maskeli hayali karakter şunu sorar: “Siyahın cenneti beyazın nesidir?” Cevap: “Cehennemidir!” Siyahi ancak hayatı beyaza cehennem ettiğinde cenneti yaşar. Fanonist şiddetin yükseldiği andır bu. Dizide polise ve beyaz komşulara yönelen şiddet de bu bağlamda açığa çıkar.
Beyaz bir göz, siyahinin bu şiddet yönelimini onun karanlık doğasıyla ilişkilendirir: Siyah adam şiddete ve suça meyyaldir çünkü bu onun tabiatının ya da kültürünün bir parçasıdır. Fakat hakikatte siyahinin suç ve şiddetini var eden maruz kaldığı toplumsal koşullardır: Aşağılanma, dışlanma, çocuk muamelesi görme, tanınmama… Fanon, suçu Cezayirli’nin doğasıyla ilişkilendiren beyaz Fransız’a bir yanıt olarak söylemişti şu sözü: Cezayirli’nin suç eğilimi sömürge sisteminin dolaysız ürünüdür.(5) Tanınma politikası teorisyenlerinden Axel Honneth de benzer bir bağlamı vurgular: Mezkûr suç ya da şiddet, tanınmama ve “bir sayılmama duygusundan kaynaklanır.”(6) Suçun ve şiddetin insan doğasının ya da kültürünün bir parçası değil toplumsal koşulların dolaysız bir sonucu olduğunu vurgulamanın bir “sosyolojizm” olmadığını ya da “mazeret kültürü”(7) üretmek anlamına gelmediğini de belirtelim.
Dizinin başlı başına bir film olabilecek dokuzuncu bölümü, sonraki bölümde ana hikâyeye bağlansa da, genel seyirden kopup bambaşka bir hikâyeye odaklanıyor. İncil’den “Ne iyi, ne güzeldir birlik içinde kardeşçe yaşamak” sözleriyle açılan bölümde, dizi boyunca siyahilere musallat olan şeytanın aslında Tanrı tarafından cezalandırılan bir eski papaz olduğunu anlıyoruz. Diğer bölümlerin aksine siyah beyaz çekilmiş bu etkileyici bölüm, siyahilere karşı hissiyatına yenik düşüp Tanrı kelamını saptıran beyaz papazın ve köylülerin hikâyesini anlatıyor.
Diziyle ilgili yorumlara bakıldığında, dizinin daha ziyade korku ve gerilim ekseninde izlendiği anlaşılıyor. Elbette öyle de okunabilir, zira gerçekten de dizide gerilim ve korku unsurları ön planda ve bu unsurlar başarılı bir şekilde işlenmiş. Kolay kolay filmlerden korkmayan Stephen King bile bu diziyi korkutucu bulmuş ve Twitter’dan takipçilerine önermişti. Fakat dizi, korku ve gerilimden öte psiko-politik açıdan ve ırkçılık, dışlanma ve tanınma sorunları bağlamında mümbit bir yorum imkânı ve davetkâr bir malzeme sunuyor. Her ne kadar siyahlık deneyimi üzerine odaklansak da, dizi egemen/ezilen diyalektiğinin olduğu tüm toplumsal ilişki biçimlerine uyarlanabilecek bir yorumlama imkanı da sunuyor. Henüz İMDB’den hak ettiği puanı alamadıysa da (7.2) Them, çokça işlenen Amerika’da ırkçılık meselesini tekrara ve klişelere düşmeden başarılı bir şekilde sunmasının yanı sıra; göndermeli müzik seçimleri, oyunculukları, sinematografisi, mekân kullanımı ve kostümleriyle samimi bir takdiri hak ediyor.
(1) Barış Ünlü, “Frantz Fanon: İmkânsız Bir Hayat ile Devrimci Bir Hayat Arasında”, Fanon’un Hayaletleri: Fanon’la Konuşmayı Sürdürmek (Ed. Fırat Mollaer), İthaki, 2018, s.74.
(2) Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, çev. Cahit Koytak, Versus Kitap, 2014, s.122.
(3) Axel Honneth, Tanınma Uğruna Mücadele, çev. Özgür Aktok, İthaki, 2016.
(4) Frantz Fanon, “Sömürge Savaşı ve Zihinsel Bozukluklar”, Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Şen Süer, Versus Kitap, 2014, s. 244.
(5) Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, s.301.
(6) Axel Honneth, Tanınma Uğruna Mücadele, s. 102.
(7) Bernard Lahire, Sosyoloji ve Sözde “Mazeret Kültürü”, çev. Ertan Kuşçu ve Mustafa Gültekin, Açılım Kitap, 2020. Lahire kitabında, son yıllarda sosyoloji disiplinini suçu, suçluyu, terörizmi, cinayeti, başarısızlıkları ve kabalıkları haklı göstermekle ya da mazur görmekle suçlayan görüşlere karşı bir sosyoloji müdafaası ortaya koyuyor. Söz konusu sorunları “özgür irade”yle ve “bireysel sorumluluk”la açıklayan görüşlere karşı Lahire, “özgür irade” ve “özgürlüğün” bir kurgu ve yanılsama olduğunu ve insanın seçimlerinin ve kararlarının pek çok yapısal kısıtlamanın kesişiminde bulunan gerçeklikler olduğunu hatırlatıyor.
Yorumlayın

“Ölmüş” diye kesin bir yargıda bulundum çünkü şahsen bunu yeni oturtabildim zihnimde. Bazen bariz olan şeyler, küçük gelişmelerle aşikâr olur insana; şimdi kaybımıza hüzünlenirken bir yandan da artık bazı değişimleri anlamlandırabildiğime seviniyorum: Çözüm yoluna girebilmek için işe, acı gerçekleri tespit edip kabullenmekle başlayabiliriz.
Son yıllarda derin bir ızdırap içindeydim: Nasıl bu kadar basit ve sığ gerçekleşebilir bütün bu olan bitenler diye! “İdeallerimize, ilkelerimize, amaçlarımıza, hayallerimize ne oldu?” diye. Meğerse onlar ölmüş! “Yaşayan ölüler” olarak bizler gibi ortada öylece durmakta; kağıtları, ekranları mısraları, dilimizi hâlâ süslemekte ama esasen iğdiş edilmiş, dönüşmüş, başkalaşmış, (tekrar hayat bulacağa vakte kadar) yokluğa gömülmüş. Bedenleri hayat dolu, benliklerini kaybetmiş bizler gibi… Benliklerimizi kaybettiğimiz için mi hayallerimiz öldü, yoksa bu olgular öldüğü için mi benliklerimiz yok oldu, bilemiyorum.
İrdelemekte olduğum ‘İnsan Sonrası’ adında bir kitaptan bir nükte aktarayım: “Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Soğuk Savaş’ın resmi olarak son bulmasının ardından, siyasi hareketler bir kenara kaldırıldı ve kuramsal çabalar da başarısız tarihi deneyimler olarak azledildi. Toplumun pek çok kesiminin yoğun karşı çıkışına rağmen serbest piyasa ekonomisinin yeni ideolojisi bütün karşıtlıkları silip süpürdü ve entelektüalizm karşıtlığını zamanımızın önde gelen özelliği olarak dayattı.”[1] Yeni dünyada, insanlığın kuramsal bir çabası, siyasi mücadelesi, hayatını kurgulayacağı bir ideali, kavuşma arzusundaki bir hayali kalmamış gibi!
Bu, sadece İslami camia için de değil, herkes ve her ideoloji için geçerlidir. Amaçlarını, ilkelerini, ideallerini, yollarını kaybetmiş bir insanlık var karşımızda. Sokakları inleten sosyalistlere ne oldu, devrimler yapan komünistler nerede, millî kodlarla kaba saba işler yapan idealist milliyetçileri dahî gözler arar oldu, insan hakları sevdalısı liberaller de ortadan kayboldu, erdem uğruna yaşadığını söyleyen hâlis nasrani’si/budist’i/zerdüşt’ü de mi öldü? İyi-kötü idealleri, ölçüsü, usulü olmayan bir toplum, yokluğa gömülmeye mahkûmdur!
Yaşadığımız bu tecrübeler yeni değil tabii ki; Adem’den kıyamete kadar benzeri süreçler, bozulmalar, anlam kaymaları yaşandı/yaşanacak ama oranı ve etki kapasitesi bu denli derin ve etkin olduğunu zannetmiyorum. “Serbest piyasa” nasıl bir şeyse sadece ekonomik değil soyut somut bütün düzlemlerde amaçsız, ilkesiz, ahlâksız; salt kazanım ve çıkara endeksli piyasanın malı olmuş zavallı bir hayat kurgulatmakta cümle âleme! Bu tablo altında ölümün ardındaki yoklukla taşlar yerine oturuyor biraz olsun, bütün olanlar anlaşılır ve anlamlandırılabiliyor kısmen.
Daha da ötesinde insani hasletlerimiz de yok oldu. Duygularımız, erdem ve ahlâka meyyal tepkilerimiz, adalete yönelik duruşumuz, zulme ve kötülüklere dâir en basit tavırlarımızdan bile eser yok maalesef! Gücü elinde bulunduranlara ya korkudan ya çıkardan ya muhafazakârlıktan boyun eğmiş, karşı duruş imkânlarını kaybetmiş bir insanlık tarihi yaşamaktayız. Yereldeki vahametler bir yana koca bir insanlık, turuncu bir delinin pervasızlıklarına dur diyecek iradeden yoksun!
Bütün bunlar, dünyalığa dâir kazandığımızı zannettiğimiz basit çıkar denklemine endeksli dünyevîleşme illetine düşmemizden kaynaklıdır. Kavramlara yüklenilen anlamların dönüşmesiyle vuku bulan bu sürecin birçok ana etkeni olmakla birlikte yaşadığımız çağda tavan yapmasını, çağımızın başat aktörü olan bilişim âleminde aramak yanlış olmayacaktır. Sanal aleme sürüklenip gerçeklikten o kadar soyutlandık ki bu dünya hayatında yaşanabilecek anlam kaymasında level atlamış olabiliriz. Hatta dünyevîleşmede o kadar ileri düzeydeyiz ki, bu illetin somut olgularından bile soyutlanıp farklı bir âlemde yaşıyoruz sanki! Sanal âlemde çok daha derin bir amaç ve bilinç yoksunluğu yaşıyor gibiyiz.
Gerçeklikten uzaklaştığımız bu düzlemde insani değerlerimizi, anlamımızı, amaçlarımızı, yolumuzu kaybediyoruz hızla. Bu düzlem ve anlam kaymaları da birçok alanda sapmalara sebebiyet veriyor. Öyle derin sapmalar ki artık insanlık, ontolojik bir mesabeye geldi ve bu boşluk girdabında kendi kendinin sonunu getirme yolundadır. Dünyayı şekillendiren, medeniyetler inşa eden, toplumlara ufuklar çizen siyasal kuramları bir kenara bırakın; sanattan aile olgusuna, ahlâktan aşka, gelecek nesillere miras bırakılacak bir fidan dikmekten bir icat yapma ihtiyacına kadar birçok öncülümüz körelip karanlığa gömülmüş. Yel değirmenlerine canhıraş hücum edecek kimsenin kalmaması bir yana, en basitinden yarınlara dâir bir ufku/umudu/hayali olan bile kimse kalmamış gibi! İlkesi/ahlâkı/değeri kalmayan insanoğlu, rahatlıkla kendi putunu da yiyebiliyormuş, değerlerini iki paraya satabiliyormuş, işin vahim noktası da hiçbir farkındalığının olmayışıdır. Şeytan var olduğundan beri kendi sûretinde gözükmez bizlere, yapıp ettiğimiz hataların neredeyse hepsini kendi değerlerimizin kisvesinde yürütmekteyiz. Devasa yanılsamalar içinde hayat sürmekteyiz. Düşünsel çarpıklıklarımıza ek olarak, sanal âlemin olası gerçek imkânlardan bizleri uzaklaştırdığını da görmemiz gerekmektedir.
Kolaylıkçı, faydacı, maslahatçı bir Makyavelist anlayış; dünyayı, fiiliyatları, plânları, zihinleri hatta öngörü ve olasılıkları dahî şekillendirmekte. Zahiren faydaya endeksli anlayış, peyderpey bütün anlamlılıkları yok edebiliyormuş. Milenyum çağının anahtar kelimelerinden biri de “kolaylaştırıcı” sanırım; kolay olan her şey, “olan”ın değerini de yok etmektedir. Kolay kazanılan para, kolay edinilen bilgi, kolay sağlanan ilişki, dava diye yürünen yoldaki kolay sonuçlar, kolay inşa edilen bina misali içi boş olduğundan kolayca çökmektedir ya da günümüzdeki gibi sadece sanal ve değersiz bir vitrinde bütün haşmetiyle sahnelenmektedir ama bilinmeli ki bu sahte tablo yokluğa gebedir.
Oysaki insanı, “insan” yapan şey; bu hayattaki amaç ve hedefleri, ideal ve ilkeleri, hayalleri ve yürüdüğü yoludur. Bu unsurlar kişiye anlam katar, onur ve şeref kazandırır. Zahiren kolayından kazanılan olgular kişinin çukurunu derinleştirmektedir sadece, maslahat icabı güttüğü dengeler kişinin terazisini bozmaktadır. Onurunu, varlık sebebini, ideallerini unutmuş olan toplum, türlü hormonlarla yeşerip sun’î gübrelerle hızla büyüyüp devasa boyutlara ulaşarak irin gibi sarmaladı benliğimizi!
Bunu belli bir güç odağı bilinçli olarak plânlayıp yapmadı belki, süreç anlamsızlaştı veya anlamsızlaştırıldı. “Nedir bu içinde sürüklendiğimiz süreç?” sorusunu sormamız gerekmektedir. Kendimizi sigaya edip, çeki düzen vermeliyiz varlığımıza. İnsana anlam kazandırıp halifelik bahşeden Yaratıcımıza hakikaten teslim olup içimizdeki gücü canlandırarak öze dönüş hareketini tekrar tekrar yeşertmeliyiz.
Kimse kendisini kandırmasın, kendimizi “kendimiz” yapan bütün değerleri üzerimizden silkip atmış vaziyetteyiz. Hatta kendisini kandırdığı yollar ve argümanlar da sahte, boş, bayağılaşmış durumdadır. Herkes bir davayı bayraklaştırmış, bir uğurda mücadele ettiği iddiasında. Yerel ve küresel sistemin bir parçası olmayı kendisine yediren herkes, durup iki dakika aynaya baksın ve sahiplendiğini iddia ettiği davanın amaçlarını, ilkelerini, metodunu, hedeflerini, yolunu geriye doğru tekrar irdelesin ve davanın neresinde olduğunu sorgulasın:
Bir: gerçek âlemde değilsiniz!
İki: Sistem sizi, sizin değerlerinizi dönüştürüp sizin argümanlarınızla kendini tasdik ettirip yolunu inşa etmektedir.
Artık düşünce, mücadele yöntemleri, duruşlarımız bile belli bir standart ve çerçevede kalmakta maalesef çünkü imkânlarımızı, dayatılan sınırlar belirlemekte. Oysa ki sınırlarımızı ve imkânlarımızı iman ettiğimiz ilahi söz belirlemiş olmalıydı.
Zaman, sırf “insanlık ders çıkartsın diye” akıp gitmektedir. Bu ânı yaşıyoruz çünkü geleceğe dâir bir ders çıkartıp yarınlarımızı aydınlatabilelim. Tarihi, yaşanılanları, şahit olduklarımızı irdeleyip sorgulayarak kendimize çeki düzen vermedikten sonra niye yaşanıyor ki yaşanılanlar!
Dünyadaki acıları, ölümleri, çığlıkları canlı izleyen insanlık adeta duygularını kaybetmiş bir hâl almış vaziyettedir. Somut ve soyutun birleşip anlam yarattığı düalist bir âlemde yaşayan bizlerin reflekslerini biçimlendiren zihin ve rûhun somut kanalları kapanınca bu hâle büründük sanırım, bilemiyorum. Elimizdeki telefonları bırakıp gerçek âlemdeki sorumluluklarımızın ucundan tutmakla başlayabiliriz belki.
Misal olarak Gazze… Gazze gösterdi ki hepimiz sanal âleme hapsolmuşuz; elimiz kolumuz bağlanmış, irade göstermekten acizmişiz. Özgürlüğümüzü az bir pahaya satmışız; hayallerimizi, onurumuzu, kardeşliğimizi kaybetmişiz. Yerel ve küresel sistemin vazgeçilmez bir parçası olan sivil toplumun büyük kesimi, kazanımlarını muhafaza etmek için nefes alan zavallı muhafazakârlara dönüşmüş. Galata köprüsü üzerinden zalime zulmünü söylemekle yetinip tatmin olunmuş, en basitinden (sayılı bir azınlık hariç) kendi mahallesinden giden desteğe dahî ses çıkartamaz olmuştur.
Son 20 yılda yaşanan devâsâ âfâki ve vahim değişim ve dönüşümler altında toplumsal düzlemde olanlar, olmayanlar, olmakta olanları; bu kalitesizliği, bilinçsizliği, dönüşümü anlamlandıramayan dertli insanlara duyurulur: Meğerse ölmüşüz! Bu “yokluk”tan bir varlık çıkartılabilir mi, bilmiyorum. Yoksa bu yokluk, mutlak bir yokluğa mı gebedir; tümden helâk olunup yeniden mi başlanılacak acaba?
Bütün bu handikapları giderebilmek için değişim ve öze dönüş yoluna girmeyi değil de hâlâ dört bir yanımızdan “konumumuzu muhafaza etme ve hayatta kalma” telkinleri yapılmaktadır. Korku salınarak idare edilen toplumların o korku zincirlerini kırıp özgürleşmeleri aciliyet kazanmıştır artık.
[1] İnsan Sonrası, Rosi Braidotti, Kolektif Kitap, s. 15
Yazılar
7 Ekim Bağlamında Bir Eleştiri ve Özeleştiri Çağrısı – Onur Ercan

Yayınlanma:
2 hafta önce-
Şubat 6, 2025
7 Ekim 2023’te HAMAS’ın Aksâ Tûfânı Harekâtını başlatması ve Siyonist rejimin Demir Kılıçlar Operasyonu adını verdiği saldırıyla başlayan savaşın çok kısa sürede Gazzelilere yönelik bir soykırıma dönüşerek devam ettiği süreci hep birlikte izledik.
“Gazze’nin Gazze’den ibaret olmadığı gerçeği” ve “Gazze’yi savunmak; Maraş’ı, Antep’i savunmaktır!” söylemi bizzat TC cumhurbaşkanının ağzından dile getirilerek konunun ciddiyetinin farkında olunduğu ifade edilmesine rağmen gereğinin devlet seviyesinde yerine geldiğini göremediğimiz gibi gereğinin yapılması için kamuoyu da üzerine düşeni ne yazık ki yapmadı.
İktidar yanlısı İslami gruplar tahmin edildiği gibi hükümetle genel olarak uyumlu hareket ettiler ve somut adım atmaya zorlayıcı bir tutum içine girmekten kaçındılar. İstisna olarak HÜDAPAR’ın İsrail ordusunda savaşan ve TC vatandaşlıkları bulunan yahudilerin vatandaşlıktan çıkarılması için Meclis’te yaptığı çalışmayı hatırlayabiliriz. Ancak yine HÜDAPAR öncülüğünde Kürecik’te ve İHH öncülüğünde İncirlik’te yapılan eylemler sonuçsuz kalmasına rağmen bu kurumlar fazla ısrarcı olmadı ve hükümetle olan ilişkilerini hiç bozmadan devam ettirdiler. Hâlbuki yanında olunduğunu bilen iktidarın birkaç eylemden dolayı adım atmasını beklemek zaten bir boş beklentiydi. Bu istisnalar dışında iktidar yanlısı kurumların faaliyetleri, 7 Ekim öncesine göre en küçük bir gerileme göstermeyen, aksine hükümetin bozulmaması için üzerine titrediği TC-İsrail ilişkilerine hiçbir şekilde değinmeden tamamen halka dönük boykot çağrıları, yardım toplama kampanyaları ve en geniş katılımlı olanları Bilal Erdoğan’ın ve İsrail ile ticaret yapmaya devam eden MÜSİAD gibi kuruluşların organizasyonuyla yapılan protestolarda Tel-Aviv’e bağırarak geçti.
İktidar yanlısı grupların bu tutumlarının bağışlamak değilse de anlamak kolay; asıl anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımız konu ise muhaliflerin tutumu! Yetersiz olsa da Saadet-Gelecek Grubu’nun ve YRP’nin meclisteki çalışmalarını anmamak gerçi haksızlık olur. Ayrıca Siyonist rejimle ticaretin kesilmesine dair özellikle YRP genel başkanının seçim dönemindeki söylemlerinin konunun gündemde kalması için etkili olduğu da doğru.
Ancak süreç boyunca, bu partilerin ve alt kuruluşlarının iktidara somut adım attırmaya dönük eylemsellik noktasında oldukça pasif ve çekingen bir tutum sergilediklerini üzülerek izledik. Onların çalışmaları da daha çok boykot çağrısı ve yardım toplama üzerinde yoğunlaştı. Bu gruplar sonuç almaya dönük eylemlerini sınırlı tuttukları gibi, Direniş Çadırı platformu ve Filistin İçin Bin Genç gibi grupların eylemlerine de kurumsal olarak katılım sağlamadılar.
Parti veya cemaat bağlantısı olmayan Direniş Çadırı platformu bazı haftalarda 20 hatta 30 ilde eylem çağrısı yaparken en geniş katılım birkaç yüz kişiyi geçmedi. Bazı yerlerde ise basın açıklamaları sadece 2-3 kişi ile yapılabildi. Mesela Anadolu Gençlik Derneğinden arkadaşlar bireysel olarak bu eylemlere katılım sağladılar ve dernek olarak da yer yer güzel işlere imza attılar; ancak derneğin 81 ilde teşkilatlı olduğunu ve mensuplarının çokluğunu düşünürsek eleştirimizde haksızlık etmediğimiz açıktır.
Aynı şekilde YRP genel başkanı Fatih Erbakan, TRT World forumu sırasında, “petrol sevkiyatı dursun” diyerek Cumhurbaşkanını protesto ettikleri için tutuklanan 9 genci davet edip makamında birlikte fotoğraf verdi ancak kendilerine bağlı olan Milli Gençlik Derneğini ticaret konusunda eylemler için teşvik etmedi. MGD’nin Direniş Çadırı bileşeni olarak veya tek başına kanlı ticareti konu alan bir eylemini hiç görmedik.
Tutuklu arkadaşları için defalarca yaptıkları basın açıklamalarında ve yürüyüşlerde polisten meydan dayağı yiyen ve defalarca gözaltına alınan Furkan Hareketi de somut adımlar attırılması konusunda tek bir miting veya yürüyüş yapmadı. Direniş Çadırı platformunda da yer almadı. Düzenlediği Filistin yürüyüşlerinde de İsrail-Türkiye ilişkileri ile ilgili tek bir pankart, tek bir slogan kullanmadı.
Köklü Değişim üyeleri Direniş Çadırı‘nın eylemlerine zaman zaman önemli katılımlar göstermekle birlikte kurumsal olarak onlar da platformun içinde bulunmadı. Köklü Değişim olarak yaptıkları eylemlerde de “Ordular Aksâ’ya” gibi çok genel ifadelerle yetindiler.
Elbette tek tek bütün kurumları ele almamız mümkün değil ancak 7 Ekim sürecinde iktidar muhalifi müslümanların önemli bir kısmının, teşkilat seviyesinde genel durumunu anlatmak için bu örnekler yeterlidir.
Bu süreçte belki de en etkili olabilecek eylemlerin başında Direniş Çadırı platformu bileşeni de olan Adana Gökkuşağı Derneğinden Mavi Marmara Gazisi Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının yaptığı oturma eylemi geliyor. Savaşın başlamasından bir ay sonra Cumhurbaşkanlığı sarayı karşısında İsrail’le ilişkilerin kesilmesi, ticaretin durması için 5-6 kadının başlattığı ve Ankara’daki hiçbir grubun katılıp destek vermediği bu eylem, baskı ve gözaltı nedeniyle yalnızca birkaç gün sürdü. HÜDAPAR milletvekili Şehzade Demir’in destek ziyareti ise maalesef bireysel kaldı. Aynı kadınların aylar sonraki ikinci girişimi de yine hiçbir destek görmeden şiddet ve gözaltı ile sonuçlandı.
Şahsen katıldığım, tamamı iktidara mesafeli grupların düzenlediği, İsrail’e ve ABD’ye bolca lanet okunan, Sisi’nin bile eleştirildiği ama içinde yaşadığımız ülkenin idaresinin ima ile de olsa anılmadığı bir mitingden sonra tertip komitesine eleştirilerimi ilettim; “Haklısın!” dediler ama sonrasında bir değişikliğe şahit olmadım. Yine İsmail Haniye’nin şehadetinden sonra muhalif ve AKP yanlısı grupların beraber yaptığı bir başka yürüyüşte de tekbirden ve “Kahrolsun İsrail!”den başka slogan atılmadı, küçük bir grubun “İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet!” sloganına da pek iştirak eden olmadı. Yürüyüş sonunda topluluğa hitap eden 7 konuşmacının hiçbiri İsrail’le yapılan ticarete tek kelimeyle olsun değinmedi. Yine halka bolca boykot çağrısı yapıldı.
Mizahi amaçlı asparagas haber sitesi Zaytung, Ak Parti iktidara geldikten sonra Beyazıt’taki Cuma eylemlerinin bitişine gönderme yaparak, “Eylem konusu bulamayan cemaat Eminönü’ne kadar ‘Köpek giren eve melek giremez!’ sloganıyla yürüdü. Görüştüğümüz cemaat üyeleri, ‘Artık başörtüsü yasağı da kalkacağı için başka bir konu bulana kadar kondisyonumuzu kaybetmemek amacıyla her Cuma Eminönü’ne kadar yürüyeceğiz!’ dedi.” şeklinde bir haber yapmıştı. 7 Ekim sürecindeki birçok eylem ve etkinlik de aslında bundan çok farklı değildi. Slogan belli: “Coca-Cola içme, hamburger yeme!”
Boykot çağrıları, insani yardım amaçlı para toplanması elbette önemlidir ancak siyasi yardım şüphesiz hepsinden daha önemli! Boykot, Siyonizm’e ne kadar zararı olduğuna bakılmadan devam edilmesi gereken bir sorumluluktur hatta İsrail ve destekçileri üzerinde az çok etki yapacaktır ancak halkın ürün ve hizmetlere dönük boykotunun etkili olması için nüfusun büyük bölümünün katılması lâzımdır ki bunun gerçekleşmesi ihtimalini kuvvetli görmüyorum. Ayrıca halkı boykota çağırırken Coca-Cola fabrikasının Cumhurbaşkanı tarafından törenle açıldığını ve yerli araba TOGG’un 5 ortağından birinin o fabrikanın sahibi olduğunu; dağıtılan boykot listelerinde ürünleri yer alan ve İsrail’de elektrik üreten Zorlu Holdingin patronunun bizzat Cumhurbaşkanı’nın elinden ödül aldığını da hatırlarsak söylemek istediğim daha anlaşılır olacaktır. Hükümet ortağı Bahçeli’nin Ali Koç’la ahbap olduğu ve düzenli olarak görüştüğü, İsrail Konsolosluğu ve elçiliğinin Koç’a ait binalarda barındığını da unutmayın!
Yardım kampanyalarının da istenen faydayı sağlamadığını yaşayarak gördük. Tırların sınırda nasıl İsrail’in iznini beklediğini unutmayalım. Kaldı ki savaş sırasında sadece Türkiye’den değil dünyanın dört bir yanından akan yardımlara rağmen Gazze halkının yaşadığı açlık önlemedi. Bugün Gazze’nin yeniden inşası için gereken paranın çeyreğini bile halktan toplayabilmek mümkün değil.
Basın açıklamaları, yürüyüşler, mitingler bir konunun toplumun ve idarecilerin gündemine getirilmesi, gündemde tutulması ve devlet erkini elinde tutanlara istenen adımları attırmaya dönük olarak yapılır. Yani aslında amaç bir ‘iş’ yaptırılmasıdır. 7 Ekim sürecindeki eylemlerin ise onda dokuzunun İsrail’e “Katliama son ver!” demekten başka bir mesajı yoktu. O sırada katliama son vermesini istediğimiz İsrail’in yakıtı da dahil birçok ürünün ise Türkiye’den gidiyor olması ise o sloganları da anlamsızlaştırdı. Gerçi biz bütün ilişkiler devam ederken iktidar milletvekillerinin Meclis’te gerekeni yapmayıp, İsrail Elçiliği önünde protestocularla birlikte slogan attığını da gördük! Muhalif dernek başkanlarının o milletvekillerine tepki gösterenleri engellediğini de!
Unutmayalım ki geçtiğimiz yıl ticarete sınırlama getirildiğinin ilan edilmesi medyada İsrail’le ticaret konusunda yapılan eylemlerin yer bulmaya başlaması ve tepkilerin artması, belediye seçimlerinde alınan ağır yenilginin nedenlerinden birinin de İsrail’le ilişkiler olduğunun fark edilmesiyle olmuştur. Aslında iktidar, taban kaybını önlemek için buna mecbur kaldı. Bu konuda yapılan eylemlere katılım daha yüksek olsaydı ve konuyu gündemin ilk sırasına oturtmayı başarabilseydik öyle düşünüyorum ki ticarete gerçek bir kısıtlama getirmemiz hatta mesela Kürecik’in kullanımını geçici olarak bile olsa durdurmamız mümkün olabilirdi.
Gazze, BOP’un önünde bir kale idi. Her ne kadar Gazzeli direniş örgütleri diz çökmemişse de gelinen noktada Gazze kalesi ne yazık ki aşılmış ve Siyonist rejim Suriye’ye kadar uzanmıştır. Gazze’ye yeteri kadar destek verilebilse İsrail daha erken çekilmek zorunda kalabilirdi.
Bugün Filistin direnişine gerekli siyasi yardımı yapabilecek organizasyonlara sahip değiliz ama bu siyasi kavrayıştan, “direniş” ve “hareket” bilincinden de uzağız. Bunu anlamamız ve kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye’de İslami hareket bugün sayısız yardımlaşma derneği ile neredeyse ve bir bakıma bir insani yardım hareketi görünümüne yaklaşmış durumda ki bu durum ayrıca ele alınmaya değer.
Duamız odur ki Gazze’deki gelişmelere eğildiğimiz kadar, bizim Türkiye müslümanları olarak Siyonizm’e karşı yürütülen İslamlık ve insanlık savaşının bir parçası olmayı ne kadar başarabildiğimiz konusu üzerinde de durur ve özeleştirimizi komplekse kapılmadan yaparız çünkü ateşkes sağlansa de ne Filistin’de işgal bitmiş, ne Siyonizm hedeflerinden vaz geçmiştir!

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin herkesi hayrete düşüren, kırk yıl geçse kendisinden beklenmeyecek “Öcalan çıkışı”na önce anlam veremeyen ama “Vatan, millet ve devlet için çok önemli bir durum olmasa Bahçeli böyle bir şey söylemezdi!” açıklamasında karar kılan birçok MHP’li veya Ak Partili, bu işte de bir hikmet olduğuna inanıyor: “Devlet aklı başka çalışır!”
Karşımıza çıkan devlet aklının, 2200 yıllık devlet tecrübesinin şekillendirdiği söylenen aklın nasıl çalıştığı, dahası devletin bekası, milletin selameti yolunda tezahür ettiği söylenen devlet aklının kimin, kimlerin aklı olduğu oldukça tartışmalı bir konu.
Küresel siyaseti ve “derin” konuları iyi bilen ve zehirlenme sonucu öldürülen Aytunç Altındal, Öcalan yakalandığında “Muhtemelen 5 yıl kadar sonra bırakılacak.” demişti. Altındal’ın tahmini zaman olarak tutmadı ama gecikmeli de olsa sonunda gündeme geldi. Demek ki bir gün serbest bırakılmak üzere iade edildiği tahminleri doğru idi.
Küresel güçler Öcalan’nın iadesiyle, PKK’nın tasfiyesi düşüncesini 1999’da hayata geçirmişlerdi. Tabii ki bu tasfiyenin hedefi “terörsüz Türkiye”ye yol almak değil, federasyondu. İadenin, idam edilmeme şartıyla yapılmış olmasının nedeni de açıktı: Öcalan, bir süre sonra lazım olacaktı.
1999 Şubat’ında Öcalan’ın MOSSAD tarafından Türkiye’ye iade edilişinden 3 ay sonra da MİT’le ilişkili olduğu Namık Kemal Zeybek ve Yaşar Okuyan gibi birçok eski MHP yöneticisi tarafından dile getirilen Devlet Bahçeli, başbakan yardımcısı oldu ve 2002 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu süre zarfında parti tabanının tepkisine rağmen idamda ısrarcı olmayarak iade şartına uydu. Alparslan Türkeş’in, Bahçeli’nin MİT elemanı olduğunu söylediği, orijinali Yaşar Okuyan’da bulunan el yazması mektubu ise o yıllarda Akit Gazetesi’nde yayımlanıyordu
Öcalan’ın iade edildiği yıl başbakan yardımcısı olan ve idamında ısrarcı olmayan Bahçeli şu işe bakın ki yıllar sonra yine hükümet ortağı ve bu kez de Öcalan için “umut hakkı”nı, yani serbest bırakılmasını istiyor!
Yine şu işe bakın ki Öcalan’ın iade sürecini CIA yetkilileriyle yürüten o günkü MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un Bahçeli ile yakın olduğu bilinen bir konu; dahası bugün Bahçeli’nin danışmanlığını yaptığı defalarca ifade edilmesine rağmen Atasagun veya Bahçeli tarafından yalanlanmadı. Atasagun, kendi isteğiyle emekliye ayrılmadan önce Başbakan dışında yalnızca Bahçeli’ye veda ziyaretinde bulunmuştu ki genel başkan yardımcısı Mehmet Şandır tarafından da doğrulanan görüşmede ne konuşulduğu bilinmese de MHP’de görev alıp almayacağı konusu da merak edilmişti. Atasagun’la ilgili birkaç bilgi daha vermek yararlı olabilir. Şenkal Atasagun, 1967’de MİT’e girmiş. Soner Yalçın’a göre 67’de MİT’e girenlerin alınmasında o yıllarda MİT içinde çok etkili olan Hiram Abas’ın inisiyatifi olduğu söylenir. Bu dönem MİT’e girenlerin çoğu teşkilatta önemli yerlere gelmiştir. “Hiram” ismi dikkatinizi çekti mi, bilmem. Bu isim masonlar açısından çok önemlidir. Masonlara göre “pir” kabul edilen ve Tevrat’ta da adı geçen Hiram usta, Süleyman Mabedi’nin baş mimarı kabul edilir. Hiram Abas’ı tanıyan eski MİT’çi Mehmet Eymür, Abas’ın babasının mason olduğu için bu ismi vermiş olduğunu söylüyordu.
Ayrıca İsrail, ABD ile birlikte Öcalan’ı iade ettiğinde dönemin İsrail başbakanı Netanyahu idi. Öcalan’ın serbest bırakılmasının Devlet Bahçeli tarafından dile getirildiği bugün de İsrail başbakanı yine Netanyahu! Ne iş yahu!
Başbakan Yardımcısı Bahçeli, 2002’de Tekir yaylasında iken aldığı iddia edilen bir telefonun ardından sürpriz bir çıkış yaparak DSP-MHP-ANAP koalisyonunu dağıttı ve ülkeyi seçime götürdü. Telefonu kapattığında Bahçeli’nin renginin solduğunu anlatanlar da olmuştu ama bilemeyiz. Emekli binbaşı ve yazar Erol Mütercimler ise arayanın bir general olduğunu bildiğini ama ismini veremeyeceğini söylüyor.
Bahçeli’nin ülkeyi götürdüğü 2002 seçimini, 2004 yılında katıldığı bir televizyon programında “Hani ABD’nin de düşündüğü… Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir.” diyecek olan BOP eş başkanı olduğunu söyleyen Erdoğan’ın liderlik ettiği Ak Parti kazandı ve tek başına iktidara geldi.
Erdoğan hükümeti Irak’ın resmi olarak federasyona dönüşmesiyle sonuçlanan Irak işgalini destekliyor, işgal başladıktan kısa süre sonra FBI ve CIA yetkilileri Türkiye’ye geliyordu. Hürriyet gazetesi, 2005 Aralık ayında yaptığı haberlerde bu ziyaretleri “PKK’nın tasfiyesini görüşmek amacıyla” diye yorumluyordu! Bugün de ikinci çözüm sürecinin aslında tek bir hedefi olduğu söylenmiyor mu: PKK’nın tasfiyesi… “Terörsüz Türkiye!”
“Kimin söylediği değil, ne söylendiği önemlidir.” gerçeğini hatırlayarak bir de 18 Haziran 2005’te Aydınlık dergisinde Doğu Perinçek’in bir konuşmasının verildiği “CIA-FBI ŞEFLERİ NEDEN GELDİ? BAHÇELİ-ATASAGUN İKİLİSİNE ÖZEL GÖREV” başlıklı şu habere dikkat edelim: “Washington yönetimi, federasyon plânının uygulanması için harekatın düğmesine basmış bulunuyor. Şenkal Atasagun-Devlet Bahçeli ikilisine özel görev verilmektedir. ABD, Erdoğan, Özkök, K. Özal, F. Gülen, Atasagun, Bahçeli, PKK yöneticileri ve Öcalan; hepsi BOP içinde Türkiye’yi federasyon yapma plânında sahne almaktadır.
Bahçeli’nin büyük satranç oyununda PKK ile aynı safta yer alması yeni değildir. PKK’yı neredeyse iktidar yapan 3 Kasım seçimlerinde de Bahçeli’nin özel görevi vardı.” Aydınlık’ın bu haberini o dönem MHP ile arası açık olan ya da öyle görünen Ak Parti’ye yakın haber sitesi Haber 7, “MHP, Kürt Federasyonuna ‘Evet’ Dedi” başlığıyla vermişti!
Küçük bir hatırlatma daha: MHP 2007 Seçimlerine giderken açıkladığı seçim beyannamesinde Öcalan’ın İmralı’dan alınarak F tipine getireceğini taahhüt etmişti.
“Devlet aklı”nın tezahürü olarak sunulan Öcalan çıkışının yakın tarih ve Bahçeli ile Erdoğan hakkında bilinenler dikkate alındığında Bahçeli’nin bireysel bir kararı olmadığı gibi ikisinin ortak kararı da olmadığını düşünmemiz için çok nedenimiz var. O hâlde cevabı bildiğimiz ve bazı hatırlatmalarla izah etmeye çalıştığımız soruyu tekrar soralım: Devlet aklı, kimin aklı?