Connect with us

Yazılar

AFGANİSTAN: Aktörler, İç Savaş, Günlük Hayat ve Barış Görüşmeleri

Yayınlanma:

-

Bu yazıda Afganistan’daki mevcut durum, 20 yıldır Afganistan halkı ve ülkesinin kaderi üzerinde etkin rol oynayan iç ve dış aktörler, iç savaş, Afganistan’da günlük hayat, Afganistan halkının karşı karşıya bulunduğu sorunlar, ABD-Taliban anlaşması ve Afgan gruplar arasında devam eden barış görüşmeleri kısaca ele alınacaktır.

AFGANİSTAN’IN SON DÖNEMİNE KISA BİR BAKIŞ

Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgal ettiği 1970’li yılların sonlarından 1980’li yılların sonuna kadar Afganistan halkı ve Mücahitler olarak adlandırılan çeşitli siyasi gruplar Sovyet işgaline karşı savaştı. Mücahitlerle Sovyet Rusya arasında devam eden savaşta başta Pakistan, ABD ve Suudi Arabistan olmak üzere birçok İslam ve Batı ülkesi Mücahitlere para, silah yardımı ve lojistik destek sağladı. Özellikle Pakistan, Mücahitlerin ideolojik, lojistik ve kamplarının merkez üssü haline geldi. Zira bu süre zarfında Afganistan nüfusunun büyük bir kısmı ülkeyi terk edip daha çok Pakistan ve İran’a göç etmişti. Bunun yanı sıra Pakistan sınırları içerisinde bulunmakla birlikte Afgan(istan) kökenli olan ve kendilerini Afganistan’a ait hisseden çok büyük bir nüfus da yaşamaktadır. O sırada Sovyet Rusya’ya karşı savaşta öne çıkmış mücahit gruplar şunlardı: Rabbani’nin siyasi ve Ahmed Şah Mesud’un askeri liderleri olduğu, çoğunluğu Taciklerden oluşan Cemiyet-i İslami grubu. Liderliğini bugün de Hikmetyar’ın yaptığı, çoğunluğunu Peştunların oluşturduğu Hizb-i İslami grubu. Liderliğini Abdulali Mezari’nin yaptığı (bugünkü liderleri Muhakkik ve Halili) ve çoğunluğunu Şii Hazaraların oluşturduğu Hizb-i Vahdet-i İslami grubu. Liderliğini Resul Seyyaf’ın yaptığı, Suudi ile iyi ilişkilere sahip, nispeten selefi olarak kabul edilen ve çoğunluğu Peştunlardan oluşan İttihad-ı İslami grubu.

Bugün Afganistan sahasında önemli aktörlerden sayılan ve çoğunluğunu Peştunların oluşturduğu Taliban grubu ile Raşit Dostum’un lideri olduğu ve çoğunluğu Özbeklerden oluşan Cünbüş-i Milli-yi İslami Afganistan grubu ise, Sovyet Rusya ile savaş döneminde yapı olarak yoktu. Bu iki grup 90’lardan sonra kuruldu.

Yeri gelmişken antrparantez bir noktayı vurgulamakta yarar vardır. Afganistan’da siyasi, dini ve toplumsal örgütlenmeler, daha çok etnik/kavimler temelinde şekillenmektedir. Yukarıda da görüldüğü üzere zikredilen grup ve parti adlarının hepsinde “İslami” kelimesi olduğu halde, kurucular ve yönetim kadrosu hangi kavimden ise, mensupları ve destekçilerinin büyük çoğunluğu da aynı kavimden oluşmaktadır. Hatta Afgan mücahitler ve gruplar arasındaki iktidar mücadelesi ve iç savaşın temel saiklerinden birisinin de bu kavmiyetçilik düşüncesi olduğu söylenebilir. Bu nedenle yukarıda parti ve grupların adları verilirken partilerde çoğunluğu oluşturan kavim adları da belirtildi.

Mücahit grupların galip gelmesiyle Sovyet Rusya 1989’da ülkeyi terk etti. Ancak bu defa Afgan gruplar arasında iktidar mücadelesi ve şiddetli iç savaş başladı. Mücahit grupların bir kısmı geçici bir hükümet kurmayı başarsalar da aralarındaki savaş sona ermedi. Örneğin Hikmetyar grubu, Rabbani başkanlığında kurulan geçici hükümeti tanımadı ve savaşmaya devam etti. Bu sırada Taliban grubu kuruldu. Pakistan sınırına yakın Afgan medreseleri ile Pakistan’daki medreselerde okuyan talebeler ve burada ders veren hocalar tarafından kurulan Taliban’ın yönetim kadrosu ve mensuplarının büyük bir çoğunluğu Peştunlardan oluşmaktadır. Taliban, Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı ter etmesinden sonra Afgan gruplar arasında cereyan eden ve Afganistan halkını usandıran iktidar mücadelesinden ve iç savaştan istifade etti. Pakistan’ın da desteğini arkasına alarak Afganistan’da düzeni, istikrarı ve birliği sağlamak ve iç savaşa son vermek vaadiyle diğer Afgan gruplara ve mevcut hükümete karşı savaş ilan etti. Taliban’ın birliği ve dirliği sağlama söylemi, on yıllardır savaş, yıkım ve sürgünlerden usanmış bazı kesimlere ve gençlere cazip geldi. Sovyetlere karşı savaşta da yer alan bu memnuniyetsiz kitlenin desteğini arkasına alan Taliban, Kandahar’dan başlattığı isyan hareketini kısa sürede genişletti ve 1996’da Başkent Kabil dâhil ülkenin üçte ikisinde yönetimi ele geçirdi. Ancak Afganistan’da iktidar mücadelesi ve iç savaş bitmedi. Taliban’ın Afganistan’ı yönettiği 1996-2001 döneminde bu defa diğer Afgan grupların kurduğu Kuzey İttifakı ile Taliban arasında iç savaş devam etti. Elde net bir veri olmamakla birlikte Taliban’ın Afganistan’ı yönettiği 1996-2001 yıllarında Afganistan halkının önemli bir kısmı başta Pakistan ve İran olmak üzere yurt dışına veya ülke içinde Taliban’ın egemen olmadığı Pençşir, Badahşan, Tahar vd. bölgelere göç etmiştir.

1998-2001 tarihleri arasında BM, Taliban yönetiminden çeşitli saldırılardan sorumlu tuttuğu Usame bin Ladin’in iadesini istedi. BM, Bin Ladin’i iade etmeyen Taliban yönetimine çeşitli yaptırımlar uyguladı. 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırı sonrasında ise ABD, saldırının El Kaide tarafından düzenlendiğini ve El Kaide lideri Usame bin Ladin’in Taliban yönetimi tarafından kendilerine teslim edilmesini istedi. Taliban yönetimi ise, özetle kendilerine sığınan bir Müslümanın kâfirlere teslim edilmesinin caiz olmadığı, 11 Eylül saldırısını El Kaide’nin gerçekleştirdiğine dair bir delil olmadığı, Bin Ladin’in kendilerinin misafiri olduğu ve ABD’nin Afganistan’a saldırı veya işgal düzenleyemeyeceği yönünde açıklamalarda bulunarak Bin Ladin’i iade etmeyi reddetti. Bunun üzerine ABD, Taliban yönetimini devirmek amacıyla Afganistan’ı işgal etme kararı aldı. Taliban işgale karşı fazla direnmeden önce dağlık alanlara, kırsal kesimlere, sonra da Pakistan içlerine çekildi. Böylece Taliban yönetimi devrildi ve yerine Kuzey İttifakı olarak bilinen diğer Afgan güçleri getirildi. Bu durum Afganistan’da 20 yıl sürecek yeni bir işgal, iç savaş, göç ve yıkımın ilk adımı oldu.

Devrildikten sonraki ilk yıllarda dağılma sürecine giren, sessizliğe bürünen ve Pakistan’a çekilen Taliban, bir süre sonra toparlanıp yeniden Afganistan hükümeti ve Afganistan’daki ABD/NATO güçlerine karşı savaşmaya başladı. Savaş, aradan geçen yirmi yıla rağmen hâlâ devam etmektedir. Gelinen noktada çeşitli yerel kaynaklar coğrafi olarak ülkenin yaklaşık %60-70’inin, nüfus olarak da yaklaşık %30’unun Taliban’ın etki alanında, diğer bölgelerin ise ABD/NATO’nun desteklediği Afganistan Hükümetinin kontrolü altında olduğunu belirtmektedir. Taliban’ın etkili olduğu alanlar daha çok kırsal kesimler ve bazı ilçelerdir. Eyalet merkezleri ve büyükşehirlerde ise genellikle Afganistan hükümeti hâkimdir.

AFGANİSTAN HÜKÜMETİNİN HÂKİM OLDUĞU BÖLGELERDE GÜNLÜK YAŞAM

Resmi adı Afganistan İslam Cumhuriyeti olan ülkenin 30 milyonu aşkın nüfusu vardır. Afganistan’da 34 eyalet/il, bu eyaletlere bağlı 400’ye yakın ilçe ve çok sayıda köy vardır. Büyük şehirlerde, merkezi ilçelerde ve bazı kırsal kesimlerde Afganistan Hükümetinin hâkimiyeti söz konusudur. Bu da coğrafi olarak ülkenin yaklaşık %30’una, nüfus oranı açısından ise toplam nüfusun yaklaşık %70’ine tekabül etmektedir. Bu durum, ülke içerisinde ikamet eden Afganistan halkının büyük bir kesiminin kırsal kesimlerden kentlere göç ettiğini göstermektedir. Bir örnek vermek gerekirse en fazla 500 bin veya 1 milyon kapasiteye sahip olduğu söylenen başkent Kabil’in mevcut nüfusunun 5 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Bu nüfusun da çoğunluğu gecekondularda veya kamplarda yaşamaktadır. Görece güvenlik kaygısı, iş bulma umudu, şehir merkezlerindeki eğitim ve sağlık imkânları gibi etkenler kırdan kente göçü hızlandıran sebeplerin başında gelmektedir.

Yoksulluk, açlık, işsizlik, can güvenliği, madde bağımlılığı, yeterli eğitim, sağlık ve insani yaşam koşullarından yoksunluk, sık sık yaşanan elektrik kesintileri, barınma ve ısınma sorunu Afganistan halklarının ortak problemlerindendir. Buna rağmen Afganistan’da kaçakçılık, uyuşturucu, uluslararası fonların iç edilmesi ve yolsuzluk gibi kaynaklardan beslenerek olağanüstü düzeyde zengin olan bir zümre de vardır. Bir ayağı Afganistan’da diğer ayağı yurtdışında olan bu zümrenin Dubai, Türkiye, ABD ve Almanya başta olmak üzere yurt dışında çok büyük miktarda varlıkları bulunmaktadır. Birçoğunun çifte vatandaşlıkları vardır, çocukları da genellikle yurt dışında okumaktadır. Bu zümre Afganistan içinde de kaleleri andıran evlerinde koruma orduları eşliğinde çok debdebeli, şatafatlı ve kibirli bir hayat yaşamaktadır. Bunların içinde mafya babaları, kaçakçılar, uyuşturucu tacirleri olduğu gibi siyasiler, aşiret liderleri, generaller, eski mücahit liderler ve komutanlar da vardır. Afganistan halkının çok büyük bir kesimi en temel barınma, beslenme, eğitim ve sağlık imkânlarından bile mahrumken bu zümrenin çocukları yurtiçinde ve yurt dışında her türlü imkâna sahiptir. Bu durum başta Afganistan hükümetinin egemenliği altındaki bölgeler olmak üzere ülkenin geneli için geçerlidir.

Diğer bölgelere kıyasla Afganistan hükümetinin egemenliği altındaki bölgelerde özgürlük, iş, eğitim, sağlık vb. imkânlar nispeten daha iyidir. Çünkü diğer bölgelerde üniversite, lise ve sağlık gibi imkânlar ya hiç yoktur ya da çok azdır. Hükümetin egemen olduğu bölgelerde nüfus yoğunluğunun daha fazla olmasının sebeplerinden bazıları  bu imkânlardır.

ABD, Afganistan’ı işgal ettikten sonra mücahit gruplardan oluşan Kuzey İttifakı ile Taliban dışında siyaset sahnesine yeni aktörler de eklendi: ABD/Batı yanlısı, uluslararası kuruluşlarla içli dışlı ve seküler dünya görüşüne sahip yeni aktörler. 2001’den beri Afganistan’ı ağırlıklı olarak bu unsurlar yönetmektedir. 2001-2014 yılları arasında Hamid Karzai, 2014’ten bugüne kadar ise Eşref Gani Afganistan’da cumhurbaşkanlığı yapmaktadır. Afganistan hükümetinin üst düzey bürokratları, Fulbright bursluları olarak anılan, genellikle yurt dışında eğitim görmüş ve seküler yaşam tarzını benimsemiş çevrelerden oluşmaktadır. Hükümet kurumlarının her kademesinde yolsuzluk, rüşvet ve adam kayırmaya rastlamak mümkünüdür. Bu durumu hükümet bürokratları, siyasiler, ulusal medya ve halk dâhil herkes bilmekte ve beyan etmektedir.

Afganistan’ın en büyük sorunlarından biri de uyuşturucu ticareti ve madde bağımlılığıdır. Afganistan’da yasal olarak uyuşturucu üretmek, satmak ve kullanmak yasaktır. Ancak Hilmend, Kandahar ve Nangarhar gibi hem Taliban’ın çok etkin olduğu hem ABD/NATO’nun askeri kamplarının bulunduğu bölgeler başta olmak üzere Afganistan’ın birçok bölgesinde afyon ekimi ve uyuşturucu ticareti yapılmaktadır. Aynı şekilde başta Kabil olmak üzere bütün şehirlerde neredeyse her köşe başında, yol kenarlarında veya köprü altlarında -gördükçe insanın içini parçalayan- madde bağımlılarına rastlamak mümkündür. Yapılan bazı araştırmalara göre Afganistan’da 3 milyondan fazla madde bağımlısı bulunmaktadır. Bu sayı, Afganistan nüfusunun %10’una tekabül etmektedir. Afganistan’ın birçok bölgesinde uyuşturucu üretiminin ve ticaretinin yapılması, her köşe başında madde bağımlarının bulunması ve uyuşturucu tacirlerinin şehir merkezlerindeki bağımlılara bile rahatlıkla ulaşıp uyuşturucu satabilmesi ne hükümetin, ne ABD/NATO güçlerinin, ne de Taliban’ın afyon ekimi, uyuşturucu ticareti ve madde bağımlılığına karşı gerçekçi bir mücadele vermediğini, aksine bunlara göz yumduklarını göstermektedir.

Taliban’ın geçmişte ve bugün uyuşturucu meselesiyle ilişkisi ilerde ele alınacaktır ancak yeri gelmişken şu noktayı vurgulamakta yarar. Hangi kavme, siyasi oluşuma veya fikre mensup olursa olsun Afganistan halkının hemen hemen tamamı hükümetin de Taliban’ın da ABD/NATO güçlerinin de uyuşturucu üretimi ve ticaretine göz yumduğunu, bu üç güç odağının da vergi/komisyon almak, işbirliği yapmak veya bizzat işin ticaretini yapmak suretiyle bu işten nemalandığını beyan etmektedir.

Afganistan hükümetinin egemen olduğu bölgelerde, özellikle şehir merkezlerinde halkın karşı karşıya bulunduğu en önemli sorunlardan biri de hırsızlık, gasp, adam kaçırma, çetecilik, mal ve can güvenliğidir. Mazlum Afganistan halkı iki tür can güvenliği ile karşı karşıya bulunuyor. Biri hükümet/ABD/NATO güçleri ile Taliban, IŞİD gibi gruplar arasında yaşanan çatışmalardan dolayı ne zaman, nerede ve kimden geleceği belli olmayan kurşunlar, bombalar, mayınlar, intiharların sebep olduğu korkular, yaralanmalar, ölümler… Diğeri, özellikle hükümetin egemen olduğu büyük şehir merkezlerinde hırsızların, gaspçıların, çetelerin yaydığı korku, güvensizlik ve ölümler… Bu nedenle Afganistan’ın genelinde hava kararmadan insanların çoğu evlerine çekilir. Akşam ve gece vakti dışarda çok az insan olur.

TALİBAN VE ETKİN OLDUĞU BÖLGELERDE GÜNLÜK HAYAT

Sovyet Rusya’nın, işgal ettiği Afganistan’ı terk etmek durumunda kaldığı 1990’lardan sonra mücahit gruplar arasında baş gösteren iktidar mücadelesi ve iç savaş, Taliban’ın kurulmasını tetikleyen önemli etkenlerden biridir. Kelime anlamı talebeler/öğrenciler olan Taliban’ın kurucuları daha çok Afganistan ve Pakistan’daki medrese hocaları olup ilk mensupları da bu medreselerde okuyan talebelerdi. Daha önce ifade edildiği üzere Afganistan’daki dini yapıların hemen hepsi kavmi/etnik aidiyetler üzerinden örgütlenmiştir. Taliban grubu da bu özellikten müstesna değildir. Taliban hareketinin kurucu ve yönetim kadrosu ile ilk mensuplarının tamamına yakını Peştun’dur. Dolayısıyla bu gruplarda dini kimlik ve anlayışın yanında çoğunluğu oluşturan kavimlerin kültürleri, yaşam tarzları, geleneksel anlayışları ve bölgesel farklılıkları da etkindir. Tabi diğer gruplarda olduğu gibi Taliban grubunun da az da olsa başka kavimlerden mensupları vardır. Özellikle etki alanının Peştun olmayan bölgelere (Özbek, Türkmen, Tacik bölgeleri gibi) yayıldığı son yıllarda diğer kavimlere mensup kişilerden de Taliban’a katılım olduğu ve bunların oranının %10-20 arasında olduğu belirtilmektedir. Taliban’ın Pakistan, Orta Asya cumhuriyetleri, Doğu Türkistan, Arap ülkeleri ve Türkiye dâhil birçok ülkeden de çok sayıda muharip üyesi vardır.

Afganistan halkının geneli mütedeyyin olduğu halde etnik aidiyetin, halkın inanç ve davranışı üzerinde ne kadar etkili olduğunu göstermesi açısından konuyla ilgili bir yorumu aktarmakta yarar vardır. İddia o ki, “Son yıllarda Taliban’a katılan Peştun dışı kavim mensuplarının bir kısmı Peştun kökenli Taliban yönetici ve mensuplarının kendi bölgelerinde halka yaptığı zulüm ve baskıları sonlandırmak veya en aza indirmek için Taliban’a kerhen katıldığı” yönündedir. Bu bölge halklarından bazı kimseler, kendi gözlemlerine dayanarak “Taliban bu bölgelerde etkin olmaya başladıktan sonra buralara Peştun yöneticiler atadı. Onlar da kavmiyetçi duygularla hareket edip bölge halkına büyük zulümler ve baskılar yaptı. Ancak bölge halkından Taliban’a katılım olduktan ve buralara bölge halkından yetkililer atandıktan sonra bölge halkı nispeten rahatladı ve eski baskılar ortadan kalktı.” demektedir. Bu, sadece bir yorum olmakla birlikte bunun Afganistan sosyolojisi ve Taliban içerisindeki fraksiyonlar gerçeğine çok uzak bir yorum olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Kuruluşunu 1994’te Kandahar’da ilan eden Taliban, Pakistan’ın da desteğini arkasına alarak Afganistan’da düzen ve istikrarı sağlamak iddiasıyla mevcut hükümete karşı isyan başlattı. Kısa sürede (1996) Pençşir, Badahşan, Mezar-ı Şerif ve Tahar dışında kalan bölgelerde yönetimi ele geçirdi. Bir iki yıl sonra Kuzey İttifakı’nın önemli merkezlerinden olan Mezar-ı Şerif’i ve Tahar’ın bazı bölgelerini de ele geçirdi ve ABD’nin Afganistan’ı işgal ettiği 2001’e kadar yönetimde kaldı.

Taliban yönetimini resmi olarak tanıyan üç ülke vardı. Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirleri de BM’nin Taliban’a yaptırım kararı alması üzerine 2001 yılında Taliban ile resmi ilişkilerini kesince Taliban’ı resmi olarak tanıyan tek ülke Pakistan kaldı. Taliban’ın ele geçirdiği bölgelerden Kuzey İttifakı bölgelerine ve komşu ülkelere büyük göçler yaşandı. Bu dönemde iç savaş, Taliban ile komutanlığını Ahmed Şah Mesud’un yaptığı Kuzey İttifakı arasında devam etti.

ABD, 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırıdan El Kaide’yi sorumlu tuttu ve Taliban yönetiminden Usame bin Ladin’i kendilerine teslim etmesini istedi. Ancak Taliban bu talebi reddetti. Bunun üzerine ABD, Bin Ladin’in teslim edilmemesini bahane ederek Afganistan’ı işgal etti. Taliban, ABD işgali ve saldırılarına fazla direnç göstermeden egemen olduğu bütün bölgeleri kısa sürede terk etti. Taliban’ın yönetim kadrosu ve mensuplarının çoğu Pakistan’daki aşiretler bölgesine çekildi. Bir süre sessizliğe bürünen Taliban, 2003 yılından sonra yeniden toparlanarak ABD/NATO güçlerine ve hükümete karşı milis savaşı vermeye başladı. Her geçen gün dozu artan, ülke geneline yayılan, geride on binlerce ölü, yüzbinlerce yaralı, milyonlarca mülteci bırakan ve ülkeyi her açıdan yıkıma sürükleyen savaş bugüne kadar devam etmektedir. Gelinen noktada Taliban, ülke topraklarının yaklaşık %70’inde etkili durumdadır. Bu bölgelerde yaşayanların ülke nüfusuna oranı ise yaklaşık %30’dur.

Taliban’ın etki alanındaki bölgeler ile hükümetin egemen olduğu bölgelerde günlük hayat arasında benzerlikler ve farklılıklar söz konusudur. Taliban, etkili olduğu bölgelerde çiftçi, esnaf ve tüccardan öşür, vergi alıyor; kontrolünü elinde tuttuğu yollardan geçen ticari mal ve ürünlerden komisyon tahsil ediyor. Dolayısıyla Taliban’ın etkili olduğu bölgelerde esnaf ve tüccar, hem Taliban’a hem hükümete vergi, gümrük, rüşvet, komisyon vs. vermek durumunda kalıyor.

Taliban’ın afyon ekimi ve uyuşturucu ticareti ile ilişkisi ve bu konuda tavrına gelince: Bu konuda Taliban’ın iki farklı tutum sergilediği anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Taliban, Afganistan’ı yönettiği 1996-2001 yıllarında afyon ekimi ve uyuşturucu ticaretini yasaklamıştı. Bu yasak sonucu Afganistan’da afyon ekimi ve uyuşturucu ticareti çok azalmış ve bitme noktasına gelmişti. Bu durum, bazı uluslararası raporlara da yansıdı. Ancak Taliban’ın devrilmesinden sonraki dönemde Afganistan’da afyon ekimi ve uyuşturucu ticareti yeniden yaygınlaştı ve olağanüstü derecede arttı. Bugün hem ABD/NATO güçlerinin hem Taliban’ın hem de hükümetin etkin olduğu bölgelerde afyon ekimi de uyuşturucu ticareti de uyuşturucu kullanımı da çok yaygındır. Günümüzde Afganistan’da afyon ekiminin büyük bir kısmı Taliban’ın bölge halkı üzerinde çok etkin olduğu Hilmend, Nangarhar ve Kandahar bölgelerinde yapılmaktadır. Etkin olduğu bölgelerde istediği her yasağı uygulayan, istediği kişiyi yakalayan, yargılayan ve cezalandıran Taliban’ın, bu bölgelerde afyon ekimi ve uyuşturucu tacirlerine göz yummadığını, bu sektörden doğrudan ve dolaylı olarak nemalanmadığını söylemek imkânsızdır. Nitekim Taliban’a sempati duyan, hatta onları savunan kesimler dâhil olmak üzere Afgan halkının tamamına yakını “Taliban’ın uyuşturucu üretimine ve ticaretine göz yumduğuna, uyuşturucu tacirleriyle işbirliği yaptığına, hem üreticiden hem tacirlerden komisyon aldığına (%10 ve üzeri), örgütün en büyük gelir kaynaklarından birinin de bu olduğuna; aksi halde hâkim olduğu bölgelerde çok rahatlıkla bu işe engel olabileceğine” inanıyor. Yine Afgan halkına göre ABD/NATO güçleri ve hükümetin de bu işe göz yumduğu ve bu güçlerin bazı mensuplarının bizzat işin içinde olduğu izahtan varestedir. Bu sözleri ülkenin her bölgesinde, halkın her kesiminden işitmek mümkündür. Dolayısıyla Taliban’ın geçmişte ve bugün -ileride bir kısmına değinilecek birçok konuda olduğu gibi- Afganistan’da uyuşturucu üretimi ve ticaretine karşı tutumu farklılık arz ediyor. Afganistan’ı yönettiği dönemde afyon ekimi ve uyuşturucu ticaretini yasaklayan ve büyük oranda başarılı olan Taliban, bugün ne afyon ekimine karşı tutum sergiliyor ne de uyuşturucu tacirlerine engel oluyor. Aksine hem afyon üreticilerinden hem de uyuşturucu tacirlerinden komisyon alarak kendisine büyük bir gelir kaynağı sağlıyor. Elde net bir veri olmamakla birlikte Taliban’ın uyuşturucu sektöründen elde ettiği gelirin yıllık 600 milyon dolardan fazla olduğu ifade ediliyor.

Taliban ile uyuşturucu tacirleri arasında bir çıkar ilişkisinin olduğu, şu olaydan da net olarak gözlemlenebilir: ABD ile Taliban arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde Afganistan hükümeti, Taliban’ın verdiği listede yer alan 5 bin tutsağı serbest bırakacak, buna karşın Taliban da elindeki 1.000 hükümet mensubunu serbest bırakacaktı. Afganistan hükümeti önce ayak dirediyse de 4 bin 500’e yakın Taliban mensubunu kısa sürede serbest bıraktı. Ancak serbest bırakılacaklar listesinde “tehlikeli” olarak anılan 400-500 kişiyi serbest bırakmamak için çok direndi ve sırf bu yüzden Afganlar arası barış görüşmeleri aylarca gecikti. Şimdi bu tehlikeliler listesinin kimliklerine ve işledikleri suçlara bakıldığında ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Evet, bu tutsaklar arasında çok büyük, ölümlü ve etkili olaylara karışan, bu olayları planlayan ve icra eden önemli Taliban mensupları vardı. Ancak listede Taliban mensubu olmayan, uyuşturucu ticareti ve insan kaçakçılığından hüküm giymiş çok meşhur onlarca mafya babası ve uyuşturucu taciri de vardı. Peki, nasıl oluyor da Taliban, bu isimleri de “serbest bırakılacaklar” listesine ekliyor ve bırakılmalarında ısrarcı oluyor, hatta bunların hepsi serbest bırakılmadan Afganlar arası barış görüşmelerinin başlatılmasının kesinlikle söz konusu olmadığını deklare ediyor? Bunun tek bir izahı vardır. O da Taliban’ın bu isimleri para veya başka bir çıkar karşılığında serbest bıraktırdığı gerçeğidir. Nitekim bazı kaynakların iddiasına göre Taliban, yeraltı dünyasının bu isimlerini yaklaşık 1 milyar dolar karşılığında serbest bıraktırmıştır.

Yeri gelmişken şunu da vurgulamak gerekir. On milyarlarca dolara karşılık geldiği söylenen Afganistan’daki uyuşturucu sektörünün maddi getirisinden sadece küçük bir kaymak tabası yararlanıyor. Bu kaymak tabasının içinde ise mafya, siyaset, emniyet, ticaret, aşiret, uluslararası güçler dâhil her kesimden insanlar vardır. İç savaş, gasp, işsizlik, yoksulluk, açlık, yalnızlık, parçalanmışlık, göç, sürgün ve daha yüzlerce acının pençesinde boğuşan mazlum halkın çocuklarının bu işten payına düşen ise yalancı mutluluk/madde bağımlılığı, psikolojik sorunlar, envaiçeşit sağlık problemleri ve köprü altlarında yaşamaya mahkûm olmak…

Taliban, mevcut hükümeti meşru görmediği ve onu işgalci güçlerin işbirlikçisi olarak kabul ettiği için etkili olduğu bölgelerde -özellikle ilk dönemlerde- devlet kurumlarında çalıştığını tespit ettiği insanların kimisini öldürüyor, kimilerinin ailelerini tehdit ediyor, bazılarından ise fidye alıyordu. Söz konusu dönemde Taliban’ın öğretmen dâhil sıradan devlet memurlarını da öldürdüğü vakidir. Son yıllarda ise sıradan devlet memurlarına pek ses etmediği, sadece ordu ve emniyet mensuplarını, üst düzey bürokratları, stratejik kurumlarda görev yapanları vs. doğrudan hedef aldığı söylenebilir. Eskiden etkili olduğu bölgelerde devlet okullarına da izin vermeyen veya sadece ilkokula izin veren ya da kızların ilkokuldan sonra okumalarına müsaade etmeyen Taliban, son yıllarda bu tavrını da yumuşatmış görünüyor. Şu anda Taliban’ın etkili olduğu bölgelerde hükümete ait okullar, sağlık ocakları veya hastaneler var ve buralarda hükümetin tayin ettiği çalışanlar görev yapmaktadır. Ancak Taliban’ın hâlâ ve büyük oranda kızların lise ve üniversite okumalarına mani olduğu bilinmektedir. Bu nedenle özellikle lise ve üniversite eğitimine devam etmek isteyenler Taliban’ın etkili olmadığı bölgelere göç ediyor.

Taliban, Afganistan hükümetinin gerçekleştirdiği seçimlere de halkın katılımını yasaklıyor ve halka, seçimleri boykot etme çağrısı yapıyor. Hatta son yıllarda azalmakla birlikte Taliban’ın çağrısına uymayıp seçimde oy kullanan kimi vatandaşların ceza olarak parmaklarının kesildiği dönemler de oldu.

Taliban, etkili olduğu bölgelerde harem-selamlığa riayet edilse de halaylı, oyunlu, çalgılı düğünlere izin vermiyor, yapanları da tehdit ediyor veya cezalandırıyor. İnsanların evlerinde televizyon bulundurmalarını yasakladığı ve zaman zaman evlerdeki televizyonları toplayıp yaktığı da bilinmektedir. Örneğin yaklaşık iki yıl önce Taliban yetkilileri, Gur eyaletine bağlı Devletyar ilçesinde bazı vatandaşların evlerindeki televizyonları toplayıp yaktılar.

İlk yıllarda Taliban’ın etkili olduğu bazı bölgelerde kadınların neredeyse çarşıya bile çıkmasının pek mümkün olmadığı söyleniyor. Ancak son yıllarda böyle bir durum söz konusu değildir. Tabii, Taliban’ın etkili olduğu bölgelere oranla hükümetin egemen olduğu bölgelerde giyim tarzı, eğitim, dışarıda gezme, çeşitli sosyal mekânlarda oturma ve kadın-erkek ilişkileri bakımından kadının daha rahat, serbest ve özgür olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Hırsızlık, gasp, adam kaçırma ve cinayet gibi adi vakalar ise hükümetin egemen olduğu bölgelere göre Taliban’ın etkili olduğu bölgelerde çok daha az yaşanmaktadır. Daha önce de ifade edildiği gibi hükümetin egemen olduğu bölgelerde gasp, hırsızlık, adam kaçırma gibi vakalar her geçen gün artmakta ve halk için büyük güvenlik sorunlarına sebep olmaktadır.

Özetlenecek olursa etkili olduğu alanlarda Taliban’ın bölge halklarına karşı tutumu ve uyuşturucu meselesiyle ilişkisi iki döneme ayrılabilir. İlk dönemde bölge halklarına daha katı davranan Taliban’ın eğitim ve devlet memurluğu gibi meselelerde tutumunu esnettiği söylenebilir. Buna karşın uyuşturucu üretim ve ticareti konusunda eski tutumundan vazgeçtiği ve bu sektörden nemalandığı anlaşılmaktadır. Taliban’ın bu ve benzeri konulardaki tutum değişikliğine dair birçok etkenden söz edilebilir. Son dönemde kendi içinde yaşadığı çeşitli ayrışmalar ve “görece” en şahin mensuplarının IŞİD’e katılması, Peştun dışı bölgelere yerel yetkililer ve komutanlar ataması, bölge halklarının tepkisini azaltmak ve desteğini almak istemesi, bölge halkından aldığı vergi, öşür ve komisyonlar sayesinde gelir kaynağı elde etmesi, son birkaç yıldır devam eden barış görüşmeleri, Katar’da ofis açma girişimi ve çeşitli ülkelerle yapılan görüşmeler çerçevesinde uluslararası meşruiyet kazanma çabası bu sebepler arasında sayılabilir.

Taliban’ın Komşu Ülkelerle ve Diğer Bazı Ülkelerle İlişkileri

Kurulduğu ilk günden bugüne kadar -bazı gelgitler olmakla birlikte- Taliban’la en iyi ilişkilere sahip ülke Pakistan olmuştur. Pakistan, kuruluş aşamasından hemen sonra mevcut hükümete karşı isyan başlatan Taliban’a siyasi, askeri, lojistik, istihbarat dâhil olmak üzere her türlü desteği vermiştir. Afganistan’da yönetimi ele geçirdikten sonra Taliban’ı tanıyan üç ülkeden biri ve ilki yine Pakistan’dır. Diğer iki ülke de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Suudi Arabistan ve BAE, BM’nin El Kaide ilişkisinden dolayı Taliban’a yaptırım kararı aldığı 2001 yılından sonra Taliban’la resmi ilişkilerini kesince resmi olarak Taliban’ı tanıyan tek ülke Pakistan kaldı.

Pakistan-Taliban ilişkileri bugün de devam etmektedir. Afganistan’da fikren veya organik olarak Taliban mensubu olmayan istisnasız herkes, Taliban’ın en büyük destekçisinin Pakistan olduğuna inanır. Hatta daha ileriye giderek Taliban’ı Pakistan’ın kurduğuna, yönettiğine ve Afganistan’da kendi çıkarlarını korumak için kullandığına inanılır. Taliban mensubu ve sempatizanlarının önemli bir kısmı da Pakistan-Taliban arasındaki yakın işbirliğini inkâr etmezler. Taliban’ın Suudi ve BAE dışında Kuveyt ve Katar gibi diğer körfez ülkeleriyle ilişkisinin de fena olmadığı söylenebilir.

Yeri gelmişken şu konuyu irdelemekte yarar var: Normalde Taliban, Afganistan’ın işgal edildiği 2001 yılından beri ABD/NATO güçleri ve Afganistan hükümetine karşı savaşmaktadır. ABD/NATO güçlerine karşı savaşının gerekçesi işgalci olmaları, Afganistan Hükümetine karşı savaşının gerekçesi ise işgalcilerin işbirlikçisi olmasıdır. Bu nedenle işbirlikçi olarak gördüğü ve meşruiyetini tanımadığı Afganistan hükümetini destekleyenleri ve hükümet kurumlarında çalışanları da ABD işbirlikçisi olarak tanımlamaktadır. Taliban’ın işgalci güçlere ve hükümete karşı savaşmasının diğer bir gerekçesi de Afganistan’da “İslami bir yönetim” kurmaktır. Ancak aynı Taliban’ın; ABD ile askeri, stratejik, ekonomik vs. ilişlere sahip olan, topraklarında on binlerce ABD askeri ve onlarca ABD üssü bulunan ve çoğu zaman ABD’nin bir dediğini iki etmeyen Suudi Arabistan, Pakistan, Kuveyt ve Katar gibi ülkelere karşı aynı tavrı sergilememesi, aksine bazılarıyla ileri düzeyde ilişkilere sahip olması garip, tutarsız ve üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Mesela geçenlerde Taliban, Kuveyt emirinin hayatını kaybetmesi dolayısıyla bir taziye mesajı yayımladı. Taliban, topraklarının büyük bir kısmı ABD üssü olan Kuveyt’in emiri için yayımladığı mesajda emirin vefatından büyük üzüntü duyduklarını, emirin ailesine, Kuveyt devletine ve milletine gönülden teselli ve üzüntü mesajlarını ilettiklerini ve merhuma mağfiret dilediklerini beyan etti. Oysa aynı Taliban, kendi ülkesinde tıpkı Kuveyt gibi ABD işbirlikçisi olan hükümeti gayrimeşru ilan etmekte ve mensuplarının birçoğunun da kanını helal görmektedir. Sırf bu nedenle binlerce hükümet mensubunu da öldürmüştür.

Pakistan’ın da hem ABD ile olan stratejik ilişkileri, ortaklığı hem Taliban’a olan desteği de herkesin malumudur. Öyleyse burada şu soruyu sormak gerekir: Afganistan hükümetini tanımadığını ve ABD işbirlikçisi olduğu için kendisiyle savaştığını belirten Taliban, diğer ABD işbirlikçileriyle neden siyasi, askeri, lojistik ve ekonomik ilişkiler kurmakta beis görmüyor?

Taliban, son yıllarda İran, Rusya ve Çin dâhil farklı ülkelerle de çeşitli düzeylerde iyi ilişkiler kurmak için girişimlerde bulunuyor. Adı geçen ülkelerin de Taliban’la açık veya gizli görüşmeleri oldu, oluyor. Son dönemde Katar ile ilişkileri ve Katar’da açtığı temsilcilik ofisi de Taliban’ın dünya ülkeleriyle iletişim kurmak ve uluslararası meşruiyet zemini kurma ve kazanma çabası olarak okunabilir.

AFGANİSTAN SAVAŞINDA SİVİL KAYIPLAR VE TARAFLARIN SORUMLULUKLARI

2001’den bugüne kadar ABD/NATO güçleri/Afganistan hükümeti ve Taliban arasında devam eden savaşta on binlerce sivil hayatını kaybetti. Bazı verilere göre sadece 2009-2019 yılları arasında 35 binden fazla sivil hayatını kaybetti. Bu verilere 2001-2009 dönemi ile 2019 sonrası sivil kayıplar da eklendiğinde sayı 50 bini aşmaktadır. Sivil kayıplar konusunda yukarıda adı geçen tarafların hepsinin parmağı, vebali ve sorumluluğu vardır. Nitekim tarafların kendileri de bunu inkâr etmiyor/edemiyor, sadece sebep oldukları sivil kayıp oranlarına itiraz ediyorlar. ABD/NATO ve Afganistan hükümetinin faili olduğu sivil kayıplar daha çok hava saldırılarında yaşanmaktadır. Taliban’ın faili olduğu sivil kayıplar ise genellikle intihar saldırıları, mayın, bombalı araç patlatma ve füze/roket saldırılarında yaşanmaktadır. Bütün taraflar hedeflerinin siviller olmadığını deklare etseler de bu söylemin laftan öte bir anlamı yoktur. Zira bu sözler ne ölen insanları geri getirmekte ne de sonraki saldırılarda gerçekleşen ölümlere mani olmaktadır. Kısacası zaman zaman inkâr etmeye ve suçu birbirlerine atmaya çalışsalar da hem Taliban, hem hükümet, hem de ABD/NATO güçleri sivil kayıp ve katliamlarda suçlu ve sorumluluk sahibidir. ABD ve NATO güçleri defalarca sivil hedefleri bombalamış ve bu saldırılarda binlerce sivili katletmiştir. Daha birkaç gün önce Avustralya genelkurmay başkanı, “Afganistan’daki askerlerinin 39 masum Afganistanlıyı hiçbir meşru bahane olmadan, sivil olduklarını ve herhangi bir tehdit oluşturmadıklarını bilerek, sırf acemi askerlerinin savaşma ve öldürme becerilerini geliştirmek için katlettiğini” sözde itiraf etti ve özür diledi. Taliban’ın faili olduğu binlerce sivil katliamından en bilinenleri ise Hazaralara karşı giriştiği Bamyan ve Mezar-ı Şerif katliamlarıdır. Bunun dışında yüzlerce saldırı, araç ve mayın patlatma olayında binlerce sivilin ölümüne sebep olmuştur. Hükümetin de faili olduğu binlerce sivil katliam söz konudur. Dönemin Kuzey İttifakı üyesi olan Cünbüş grubu mensuplarının Mezar-ı Şerif’te -sivil olmamakla birlikte- esir olan Taliban mensuplarına yaptıkları katliamları hükümet kanadına yazmak gerekir. Burada zikredilen tarafların dışında bir de IŞİD’in son dönemde düğün, cami, hastane, eğitim kurumu, çarşı-pazar vs. ayırt etmeksizin gerçekleştirdiği saldırıları ve faili olduğu binlerce sivil katliamı da belirtmek gerekir.

Taliban, özellikle son dönemde Afganistan’daki olaylar, saldırılar ve kendilerine yönelik iddialarla ilgili resmi hesaplarından sık sık açıklama yapmaktadır. Ancak açıklamalarında göze çarpan tutarsız ve kamuoyunu yanıltıcı şöyle bir tutum söz konusudur: Taliban, bazı olayları ve saldırıları reddeder ve bazılarını üstlenirken bazı olaylar hakkında ise kasıtlı olarak hiçbir açıklama yapmamaktadır. Örneğin geçen sene Japon bir insani yardım görevlisinin öldürülmesini, birkaç ay önce Kabil’de bir kadın doğum hastanesinde yapılan katliamı, birkaç hafta önce bir üniversite hazırlık kursuna yapılan intihar saldırısını ve 2 Kasım günü Kabil Üniversitesinde yapılan katliamı olayların yaşandığı gün yaptığı açıklamalarla reddetti ve şiddetli bir şekilde kınadı. Askeri hedeflere düzenlenen birçok olayı ve saldırıyı da resmi açıklamalarla sık sık üstlenmektedir. Ancak ölenlerin hepsinin sivil olduğu veya birkaç askeri hedefle birlikte sivil can kaybının olduğu saldırılarıyla ilgili Taliban, genellikle açıklama yapmıyor. Bunun çok sayıda örneği vardır. Örneğin Kabil Üniversitesi katliamından yaklaşık 2 hafta önce Gur eyaletinde karakol merkezine yakın bir çarşıda bombalı araç patlatıldı. Bu olayda 25 kişi öldü ve 150’den fazla kişi yaralandı. Ölen ve yaralananların yüzde doksanı sivildi. Ancak hemen her konu ve olay hakkında açıklama yapan Taliban, Afganistan halkının şiddetle kınadığı, ulusal ve uluslararası medyanın günlerce konuştuğu ve herkesin failinin Taliban olduğunu söylediği bu olay hakkında hiçbir açıklama yapmadı. Yani olayı ne inkâr etti, ne de üstlendi. Oysa eğer bu saldırıyı gerçekten Taliban yapmamış olsaydı, hemen bir açıklamayla saldırı iddiasını reddeder ve olayı kınardı. Ancak tıpkı faili olduğu diğer sivil kayıplarda olduğu gibi sessiz kalarak zımnen ikrar etmeyi tercih etti.

ABD-TALİBAN ANLAŞMASI VE AFGANİSTAN HALKININ BARIŞ UMUDU

2020 yılı Şubat ayının sonunda ABD ile Taliban arasında bir anlaşma imzalandı. Doha’da uzun süredir devam eden ABD-Taliban görüşmelerinin anlaşmayla sonuçlanması Afganistan halkı ve toplumsal kesimlerinin hemen hepsinde barış umudunu yeşertti. Çünkü bu anlaşma ilk etapta ülkede 40 yıldır devam eden savaşı bitirecek ve Afganistan’ı barışa götürecek bir sürecin ilk adımı olarak görüldü. Ancak ne yazık ki, son dönemde Afganistan halkının barışa olan umudu her geçen gün umutsuzluğa dönüşmekte ve barış görüşmelerine olan güvenleri azalmaktadır. Zira ABD ile Taliban arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde Taliban ve Afganistan Hükümeti, netameli bir sürecin ardından ellerinde bulundurdukları tutsakları karşılıklı olarak serbest bırakıp eylül ayında Afganlar arası barış görüşmelerine geçince, ülke genelinde çatışmaların azalması ve ateşkes olması yönünde büyük bir beklenti oluştu. Fakat şu âna kadar süreç, beklentilerin aksine gelişmektedir. Bu süre zarfında hem çatışmaların şiddeti arttı, hem de savaş ülke geneline yayıldı. Buna ek olarak iki ayı aşkın süredir Doha’da başlayan Afganlar arası barış görüşmelerinde bugüne kadar önemli bir mesafe de kat edilemedi. Durum böyle olunca insanların barışa olan umudu ve inancı zayıfladı.

Hâlâ barış umudu olmakla birlikte başta Taliban ve Afganistan hükümeti olmak üzere Afganlar arası barış görüşmelerinden şu ana kadar sonuç alınamamasının birçok sebebinden söz edilebilir. Taraflar bu konuda birbirlerini karşılıklı olarak suçlamaktadır. Fakat bu suçlamalara ve sebeplere geçmeden önce medyada çokça konu olmasına rağmen detaylarına pek yer verilmeyen ABD-Taliban anlaşmasının kamuoyuna yansıyan kısmının detaylarına bakmakta fayda vardır. Çünkü başta Taliban olmak üzere anlaşmanın her iki tarafı, bu anlaşmayı kendi lehine bir zafer olarak yansıtmaya çalışmaktadır. Şimdi Afganistan’daki muhtelif tarafların ABD-Taliban arasında imzalanan anlaşma ve Afganlar arası barış müzakerelerine ilişkin görüşlerine geçmeden önce anlaşmanın metnine bakalım. Böylece Taliban ile ABD/NATO işgal güçleri ve Afganistan hükümeti arasında yirmi yıldır devam eden savaşın temel sebeplerine bakılarak anlaşmadan zaferle çıkan taraf olup olmadığına dair daha iyi fikir sahibi olunabilir.

ABD-TALİBAN ARASINDA İMZALANAN ANLAŞMA METNİ

Kamuoyuna yansımayan gizli kısımlarının da olduğu iddia edilen anlaşmanın kamuoyunda yer alan kısmının çok geniş özeti şu şekildedir:

“Anlaşma şu dört ana bölümden oluşmaktadır.

  • Afganistan topraklarında El Kaide dâhil olmak üzere hiçbir kişi ve grubun, ABD ve müttefiklerinin güvenliğini tehdit eden faaliyetler için kullanılmasına müsaade edilmeyeceğine dair Taliban tarafından garanti verilmesi ve bunun için gerekli mekanizmanın kurulması.
  • Afganistan’daki bütün yabancı kuvvetlerin ülkeyi terk etmesinin garanti edilmesi ve bunun için gerekli mekanizmaların oluşturulması.
  • İlgili taraflar, uluslararası şahitler huzurunda yukarıda garanti ettikleri sözleri ilan ettikten ve gerekli tedbirleri aldıktan sonra Afganlar arası barış görüşmeleri aşamasına geçilecektir.
  • Kalıcı ve kapsamlı ateşkes, Afganlar arasındaki müzakerelerde ele alınacak ve karara bağlanacaktır.

Taliban, yukarıda özetle zikredilen ve aşağıda detayları belirtilen taahhütlerini Afganlar arası anlaşma sağlanıp yeni İslami hükümet kurulana kadar, sadece kendi hâkimiyet alanındaki bölgelerde yerine getirmekle mükelleftir.

Birinci Bölüm (ABD’nin Garanti ve Taahhüt Ettiği Konular)

– ABD ve müttefikleri, bu anlaşmanın ilanından itibaren 14 ay içerisinde bütün askeri ve sivil unsurlarıyla birlikte Afganistan’ı terk edecektir. Bu amaçla ilk 135 gün içerisinde ABD, Afganistan’daki askerî personel sayısını 8600’e indirecek, müttefikleri ve diğer NATO güçleri de askerlerini aynı oranda azaltacaktır. Aynı şekilde ABD ve bütün müttefikleri, Afganistan’daki 5 askeri üssü peyderpey boşaltacaktır.

ABD ve müttefikleri, Taliban’ın taahhütlerini yerine getirmesi koşuluyla, kalan 9.5 aylık sürede bütün güçlerini Afganistan’dan çekecek ve askeri üsleri boşaltacaktır.

ABD, ilgili bütün taraflarla irtibata geçerek bir iyi niyet göstergesi olarak siyasi ve askeri tutsakların bir an önce serbest bırakılması için girişimde bulunmayı taahhüt eder.

Bu bağlamda Afganlar arası görüşmelerin başlayacağı tarihe kadar Taliban mensubu 5 bin ve devlet mensubu 1.000 kişi karşılıklı olarak serbest bırakılacaktır. Daha sonraki üç ay içerisinde taraflar kalan tutsakları bırakmayı planlayacak. ABD de bu hedefin gerçekleştirilmesini taahhüt eder.

Taliban, serbest bırakılan mensupları konusunda bu anlaşmadaki sorumluluklarına bağlı kalacağını ve bu mensuplarını ABD ve müttefiklerine tehdit oluşturacak bir faaliyette kullanmayacağını taahhüt eder.

ABD, Afganlar arası görüşmelerin başlamasıyla birlikte, Taliban mensuplarına yönelik yaptırımların kaldırılmasını gözden geçirmeyi ve bu konuda BM nezdinde de girişimde bulunmayı taahhüt eder.

ABD ve müttefikleri, tehditle veya güç kullanarak Afganistan’ın coğrafi ve siyasi bağımsızlığına veya iç işlerine müdahale etmemeyi taahhüt eder.

İkinci Bölüm (Taliban’ın Garanti ve Taahhüt Ettiği Konular)

Bu anlaşmanın ilan edilmesiyle birlikte Taliban, El Kaide dâhil olmak üzere hiçbir kişi veya örgütün, Afganistan topraklarını ABD ve müttefiklerinin güvenliğine tehdit oluşturacak amaçlarla kullanmaması için aşağıdaki adımları atacağını taahhüt eder:

Taliban, üyelerinin ve El Kaide dâhil olmak üzere hiçbir kişi veya örgütün, Afganistan topraklarında ABD ve müttefiklerinin güvenliğine tehdit oluşturacak faaliyetlerde bulunmasına hiçbir şekilde müsaade etmeyecektir.

Taliban; ABD ve müttefikleri için tehdit oluşturanların Afganistan’da barınamayacağını açıkça ilan edecek, mensuplarına da ABD ve müttefiklerine tehdit oluşturan kişi ve gruplarla işbirliği yapmamaları yönünde talimat verecektir.

Taliban; ABD ve müttefiklerine tehdit oluşturan bütün kişi ve grupları engelleyecek, onların asker toplamasına, eğitim faaliyetlerinde bulunmasına ve lojistik destek sağlamalarına mani olacak ve bu anlaşma gereğince onlara ev sahipliği yapmayacaktır.

Taliban, Afganistan’da mülteci veya oturma izinli olarak ikamet eden yabancılarla, ABD ve müttefiklerine herhangi bir tehdit oluşturmamaları amacıyla uluslararası göç kanunları ve bu anlaşmadaki sorumlulukları çerçevesinde ilişki kuracağını taahhüt eder.

Taliban; ABD ve müttefikleri için tehdit oluşturan kişilere vize, pasaport, seyahat izni veya Afganistan’a girişlerini sağlayacak herhangi bir yasal belge temin etmeyecektir.

Üçüncü bölüm

ABD, bu anlaşmanın BM Güvenlik Konseyinde resmi olarak kabul edilmesini talep edecektir.

ABD ve Taliban, birbirleriyle iyi ilişkiler geliştirme niyetindedir. Afganlar arası görüşmeler sonucunda kurulacak olan İslami hükümet ile ABD arasındaki ilişkilerin de iyi olmasını beklemektedirler.

ABD, Afganlar arası görüşmeler sonucu kurulacak olan yeni İslami hükümetle, ülkenin içişlerine karışmadan ve Afganistan’ı yeniden inşa etmek amacıyla ekonomik işbirliği kurmayı amaçlamaktadır.”

Anlaşma metninden de anlaşıldığı üzere Afganistan’da bulunan ABD/NATO işgal güçleri, peyderpey Afganistan topraklarını terk edecek. Bu durum, hem Taliban hem de Afganistan halkı adına bir kazanım olarak görülebilir. Nitekim Taliban, özellikle anlaşmadaki bu maddelere dikkat çekerek anlaşmayı kendi lehine bir zafer, ABD içinse bir hezimet olarak lanse etmektedir. Ancak bu anlaşma metnine dikkatlice bakıldığında özellikle Taliban’ın uğruna savaştığını iddia ettiği ve Afganistan halkını yirmi yıllık savaş ve yıkım sürecine sürükleyen birçok söyleminden vazgeçtiği ve bu konuda ABD’nin şartlarını kabul ettiği görülmektedir. ABD’nin de Afganistan’ı işgal ederken amaçladığı şeyi elde ettiği ve işgal bahanesi olarak ileri sürdüğü gerekçeleri Taliban’a kabul ettirdiği anlaşılmaktadır. Şöyle ki; ABD, 11 Eylül saldırısından sonra saldırının failleri olarak gördüğü El Kaide lideri Usame Bin Ladin’i teslim etmediği, El Kaide vb. örgütlerle ilişkisini kesmediği, topraklarında “terör faaliyetlerine” müsaade ettiği ve onlara alan açtığı gibi bahanelerle Taliban yönetimini devirme kararı aldı ve Afganistan’ı işgal etti. Taliban ise, bir Müslümanı bir kâfire teslim etmesinin söz konusu olmadığı, Bin Ladin’in kendilerinin misafiri olduğu gibi gerekçelerle hem Bin Ladin’i teslim etmeyi hem de El Kaide vb. örgütlerle ilişkisini kesmeyi reddetti ve bu uğurda savaşmayı göze aldı. Bu durum, zaten yirmi yıldır kesintisiz devam edegelen savaşlarda inim inim inleyen Afganistan halkını ve coğrafyasını yirmi yıllık yeni bir savaşa sürükledi. Bu savaştan geriye ise çoğunluğu sivil on binlerce ölüm, yüz binlerce yaralı, milyonlarca göç, on milyarlarca yıkım, yığınla kin, nefret, kavmiyetçilik, mezhepçilik, düşmanlık, açlık, yoksulluk, yozlaşma, cahillik, eğitimsizlik, hastalık, madde bağımlığı vs. kaldı. Evet, başta ABD olmak üzere NATO güçleri Afganistan’da binlerce askerini kaybetti, yüz milyarlarca dolar harcadı. Evet, ABD 20 yıldır Taliban’ı yok etmedi veya edemedi. Evet, ABD, görünürde askeri bir zafer elde etmedi. Ancak, ABD gibi küresel işgalci ve emperyalist bir gücün siyasi, askeri, ekonomik, uluslararası vs. hedeflerine ulaşmak için -kendi insanı bile olsa- asker kaybının ne önemi olabilir ki! Kaybettiklerine karşılık elde ettiği emperyalist hedefler, kazanımlar daha mı az! Elbette ki değil. Afganistan ülkesi ve halkının insani kayıplarına, maddi ve manevi yıkımlarına kıyasla ABD’nin kaybı ne ki!

Gelinen noktada ABD, Afganistan topraklarında kendisine ve müttefiklerine karşı tehdit oluşturan bütün kişi ve örgütlerle mücadele etme görevini Taliban’a tahvil ederek Afganistan topraklarını terk ediyor. Yani, Afganistan’ı işgal etmeden önceki bahanelerinden daha fazlasını elde ediyor, üstelik geride onca ölüm ve yıkım bıraktıktan sonra! Taliban ise, resmiyette ABD ile stratejik müttefik olmasa da, yirmi yıllık işgale ve savaşa sebep olan söyleminden, ilkelerinden vaz geçiyor, dünyanın en emperyalist ve işgalci gücü olan ABD ve müttefikleri için hiçbir tehdit oluşturmamayı taahhüt ediyor ve kendi topraklarında ABD ve müttefiklerine karşı tehdit oluşturan kişi ve örgütlerle selamı-sabahı dahi keseceğini vadediyor, hatta onlarla mücadele etmeye söz veriyor. Evet, bunu yirmi yıldır ABD işbirlikçisi olarak gördüğü Afganistan hükümetine karşı savaşan ve bu uğurda on binlerce Afganistanlı asker, polis ve sivil insanın kanını döken Taliban yapıyor. Bütün bunlara bakıldığında ABD-Taliban arasında imzalanan anlaşmanın kimin için zafer, kimin için hezimet olduğunu veya ortada bir zafer-hezimet meselesinin olup olmadığını okuyucunun takdirine bırakalım.

AFGAN GRUPLAR ARASINDA DEVAM EDEN BARIŞ GÖRÜŞMELERİ

ABD-Taliban arasında imzalanan anlaşmaya göre Taliban ve Hükümet, tutsak takası yaptıktan sonra Afganlar arası barış müzakereleri aşamasına geçilecekti. Afganistan hükümeti, önce isteksiz davrandı, ABD-Taliban anlaşmasının kendilerini bağlamadığını, Taliban tutsaklarının serbest bırakılıp bırakılmamasının hükümetin yetkisinde olduğunu söyledi. Bu nedenle tutsak takası anlaşma metninde belirlenen takvimde gerçekleşmedi. Daha sonra tutsak takası için Afganistan hükümeti ve Taliban arasında görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler sonucunda hükümet yaklaşık 4.500 Taliban mensubunu serbest bıraktı. Taliban da 1000 hükümet mensubunu serbest bıraktı. Ancak geriye kalan ve “tehlikeli tutsaklar” olarak anılan tutsakların gasp, adam kaçırma, uluslararası kaçakçılık, uyuşturucu ticareti, cinayet ve ölümlü bombalı eylemler düzenleme gibi ağır suçlardan hüküm giydiğini ve hükümetin bunları serbest bırakma yetkilerinin olmadığını iddia ederek bu konudaki talebi reddetti. Taliban ise anlaşmaya göre bu isimlerin de serbest bırakılması gerektiğini, onlar serbest bırakılmadan anlaşmanın diğer aşamalarına geçmenin mümkün olmadığını belirtti. Bunun üzerine Afganistan hükümeti, halk nezdinde sorumluluğu üzerinden atmak için anayasal bir kurum olan Loye Cerge’yi (Büyük Şûra Meclisi) toplantıya davet etti. Aşiret liderleri, akil adamlar, öncü şahsiyetler ve siyasilerden vs. oluşan bu meclis, yapılan toplantıda hem adı geçen tutsaklar konusunda, hem de barış görüşmeleri konusunda hükümete yetki verdi. Böylece hükümet, atmak istediği adımları Loye Cerge’ye de onaylatmış oldu. Geriye kalan tutsaklar da serbest bırakıldı ve Afganlar arası barış müzakereleri aşamasına geçildi.

Eylül ayında Doha’da başlayan Afgan gruplar arasında barış görüşmelerinin iki ana tarafı vardır: Taliban ve Afganistan hükümeti. Ancak Afganistan hükümetinin nispeten temsil ettiği tarafta sadece hükümet yetkilileri yok. Bu heyetin içinde her kavim, meşrep, mezhep, parti, aşiret ve bölgeden temsilciler de vardır. Milli Barış Yüksek Şûrası olarak adlandırılan bu heyetin başında Abdullah Abdullah vardır. Diğer tarafta iste Taliban heyeti yer almaktadır. İki ayı aşkın süredir devam eden barış müzakerelerinde henüz ciddi bir mesafe kat edilmiş değildir. Görüşmeler hâlâ alt düzeydeki temas grupları arasında cereyan etmektedir.

Barış görüşmeleri sürecinde halkı umutsuzluğa sevk eden en önemli gelişmelerden biri, bu süreçte Taliban’ın saldırılarının artması ve çatışmaların ülkenin neredeyse her bölgesine yayılmasıdır. Normalde bu süreçte iyi niyet göstergesi olarak çatışmaların azalması ve ateşkesin olması beklenirken ne yazık ki çatışmaların dozu ve sivil/asker/milis can kayıpları daha da arttı. Bu durum, ister istemez müzakereleri çıkmaza sokmakta ve olası barışı geciktirmektedir.

Peki, barış müzakereleri devam ederken neden çatışmalar da artıyor? Herkes, bu soruya kendisini haklı çıkaracak cevaplar veriyor. Taliban, ABD ile imzaladıkları anlaşmanın ateşkes maddelerinin sadece ABD ve NATO güçlerini kapsadığını, hükümet güçleriyle henüz bir ateşkes kararına varmadıklarını, hükümet güçlerinin de kendilerine operasyon yapmaya devam ettiklerini vs. ileri sürerek kendisini haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Taliban’ın bir diğer iddiası ise, hükümetin içinde kaostan beslenen derin güçlerin olduğu, bunların konumlarını ve illegal işlerini, ilişkilerini kaybetmemek için barışı istemediği, bu nedenle barışı sabote etmek için IŞİD’i de kullanıp bazı sansasyonel eylemler yaparak suçu Taliban’a attıkları yönündedir. Hükümet kanadından ve farklı bazı kesimlerden de Taliban’ın gerçekte barış istemediği, Taliban’ın diğer gruplarla uzlaşmasının mümkün olmadığı ve planının ABD güçleri Afganistan’ı terk ettikten sonra bütün Afganistan’da tek başına yönetimi ele geçirmek olduğu vs. yönünde iddialar var. Bunların dışında ABD’in asıl amacının Afganistan’a barış getirmek olmadığını, aksine savaşı daha da kızıştırmak istediğini ve Afganistan’ı doğrudan ve sadece Taliban’a teslim etmek istediğini düşünen kesimler de vardır. Afganistan barış süreci ve görüşmelerine dair muhtelif tarafların belli başlı iddiaları bunlardan ibarettir.

Barış müzakerelerine dair bizim gözlemimiz ise özetle şudur: ABD, Afganistan’la ilgili planlarından vaz geçmiş değildir, sadece planın başka bir aşamasına geçmiş görünüyor. Bu planın da Afganistan’a barış getirmek olmadığı kanaatindeyiz. Gerek hükümet içerisinde, gerek başka kesimlerde, gerekse de bölge ve dünya ülkeleri arasında Afganistan’daki iç savaş, kaos ve çatışmalardan beslenen, bundan maddi ve siyasi çıkar devşiren, dolayısıyla bu savaşın bitmesini istemeyen derin güçlerin varlığı da ne yazık ki gerçektir. Taliban ise, masadaki pazarlık payını arttırmak için saldırılarını arttırmış ve savaşı ülkenin her bölgesine yaymış gözüküyor. Bahanesi ise, hükümetle aralarında henüz bir ateşkes kararına varılmamış olmasıdır. Taliban, zaten mevcut hükümeti hâlâ resmi olarak tanımıyor ve sözde hükümet olarak muhatap almıyor. Ancak Taliban da iyi biliyor ki, istisnasız bütün Afganistan halkı çatışmaların azalmasını ve bir an önce ateşkesin hayata geçmesini istiyor. Bunun dışında Taliban’ın sahip olduğu dini/siyasi//kültürel/ideolojik//kavmi/mezhebi bakış açısı ve bugüne kadar ortaya koyduğu tecrübe, diğer Afgan gruplarla istikrarlı bir barış süreci inşa etmesi, bir seçime gitmesi ve ortak bir hükümet kurmasının pek mümkün olmadığını gösteriyor. Tabii, benzer gerekçeler Taliban kadar olmasa da diğer Afgan gruplar için de geçerlidir.

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda Afganistan’da uzun süreli barış ve istikrar için umutlu olmak zor olsa da, ufukta hâlâ bir ışık gözüküyor. Temennimiz odur ki, bütün taraflar kişisel ve grupsal çıkarlarını bir kenara bıraksın, halkın hasretle beklediği gerçekçi barışa razı olsun. 40 yıldır gözyaşı akıtan ve yüzü hiç gülmeyen mazlum Afganistan halkının bir kerecik yüzü gülsün, gözyaşları dinsin.

YeniPencere, Afganistan Dosyası

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı

Yayınlanma:

-

Az ama özenli ve düzenli haber ve analizleri ile beş yıldır yayın hayatında olan ve kendine özgün bir yer edinen sitemiz YeniPencere’nin yazarlarından Murat Kurtuldu ile Aksa Tufanı sürecine dair söyleştik. 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana olanca ehemmiyet ve aciliyeti içinde gündemimizin birinci maddesi Gazze; açık ara Gazze! Çünkü Gazze’de dehşet verici bir dram yaşanıyor. Murat Kurtuldu ile Filistin Davasının bugünü ve içinde neş’et eden Direniş Çadırı’nı konuştuk. Bu yakıcı gündem içinde komple bir Filistin Dostu ile tanışacaksınız. Hem teorinin içinde “okumalar” yapan, hem sokaklarda eylem üreten, konuşan- eden bir isim kendisi. Muhabbete buyurun!

7 Ekim 2023’te Filistin’in Gazze şehrinde başlayan Aksa Tufanı sonrasında dünya İsrail’in soykırımına şahitlik ediyor 19 aydır. Bu süreçte dünyanın dört bir yanında halklar, Filistin’in özgürlüğü için ayağa kalkmışken Türkiye’de birkaç yeni oluşum sokakları hareketlendirdi. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’ndan bahsederek başlayalım istiyorum. 10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilde yürüyüş ve eylemlerle, sabır ve istikrarla kamuoyu oluşturmaya çalışıyor Direniş Çadırı. Adı nerden geliyor, nasıl bir oluşum bu, ne amaçlıyor?

Direniş Çadırı bir bakıma bıkkınlığın hikâyesi. Aksa Tufanı’ndan sonra Gazze’nin haklı mücadelesi için burada, bu topraklarda doğru soruları sormaktan imtina eden kötürümleşmiş sivil toplumun etkisizliğine tepkinin yalnızca bir örneği. 7 Ekim’den sonra az çok hareketlenen sokaklarda “Kahrolsun!” sloganlarının hamaseti dışında hiçbir önerisi olmayanlar bu tepkiyi doğurdu. Soykırıma karşı bir şey yapıyormuş gibi görünen bu çevrelerin niyetleri hakkında asıl şüpheye düşmemize neden olansa kendi “akredite” söylemleri dışında hiçbir slogana, öneriye, tepkiye, öfkeye izin vermemeleriydi. Bu tavır, pek çok insanda aidiyet duygusunun kırılmasına yol açtı.

Bence bu durum, kişisel olarak bir bıkkınlık duygusuna da yol açıyor. Günün sonunda kendinizi ifade edemiyorsanız, geriye iki seçenek kalıyor: Ya sessizleşeceksiniz ya da sesinizi yükseltebileceğiniz özgür bir alan inşa edeceksiniz.

Şunu da kabul edelim: Bu topraklarda, özellikle İslamcılığın sokak tecrübesi ve eylemlerle kendini ifade etme pratiği, yirmi küsur yıldır kurumsal-profesyonel STK’ların insafına bırakılmıştı. Kendiliğinden sokakta biriken, sırf hakikatin şahitliği için -üstelik hiç de konforlu olmayacak- eylemsellikleri galiba en son 2000’lerde, başörtüsü yasaklarına karşı deneyimlemiştik.

Gazze’deki yıkım ve soykırımın sıcaklığı her yana yayıldığında ise, yine gözümüzü bu kurumsal yapılara diktik. Sokakta ve toplumda tabanı olduğunu düşündüğümüz örgütlerin güçlü bir mevzi oluşturacaklarına inandık.

Bu noktada şunun altını çizmek gerekiyor: Gazze için sokağa çıkanlar her konuda uzlaşan, aynı hafızaya ve ideallere sahip değiller. Ancak onları sokağa çıkaran Gazze’deki soykırıma karşı harekete geçme, direnişin yanında siyonist ve emperyalist kuşatmanın karşısında olma duygusuydu. Bu motivasyon doğal olarak şunu bekledi: Gazze’deki katliamın birincil derecedeki faillerine sesimizi yükselttiğimiz kadar onların yerli işbirlikçilerine de itiraz gelişmeliydi. Çünkü katliamı mümkün kılan bir ölçüde devam eden ticaret, petrol sevkiyatı ve işgalcilerle her türlü işbirliğiydi. Ancak Filistin davasını hamasetle sahiplenen ve sokağı o güne dek “örgütleyen”ler, sıra işbirlikleri ifşa etmeye -bir bakıma ittifaklar kurduğu, ortaklaştığı ya da dayanıştığı mahalleyi eleştirmeye- gelince susmayı tercih ettiler. Vicdanlı birkaç gazetecinin ve aktivistin ortaya çıkardığı kanlı ortaklıklara karşı bu kurumsallıkların hiçbir etki yaratamayacağını kısa zamanda anladık. Belki de Filistin için yapılan gösterilerde “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganının atılmasına bile “tahammül edilememesi” kırılmayı yarattı.

Direniş Çadırı’nı da doğuran bu vasat, artık inisiyatif almayı vicdani ve ertelenemez bir sorumluluk olarak gören her yöreden insanın adım atmasıyla gelişti. Açıkçası Direniş çadırının ne ismi ne de organize olma biçiminde bir “hesap” ve “strateji” yok. Adı da zaten bu doğallıkta ortaya çıktı. İlk birkaç çağrıda 35 noktaya kadar çıkan eylemler bir plânlamayla gelişmedi. Zaten rahatsız ancak vicdanen sessiz kalamayacak insanların eylemleri bir araya gelmiş oldu.

Direniş Çadırı bir dernek / vakıf -yani bildiğimiz türden- bir stk olmayı düşünmedi. Logosu yok. Basın açıklamalarında kendini kategorik olarak bir markanın altında tanımlamıyor. Hatırlıyorum, Kocaeli’deki ilk eylemimizde polis bizi arayıp “Siz kimsiniz?” diye sorunca verdiğimiz cevaptan afallamıştı. “Vakıf değilsiniz, dernek değilsiniz, inisiyatif değilsiniz, peki kimsiniz?” demişti. Kategorik düşünmeye fazlasıyla alıştık. Bir eylemselliğin derin stratejik öngörülerle, hesaplı-kitaplı ve modern bir yapının gücüyle gelişmesi gerektiğine dair sarsılmaz bir inancımız var. İşte bu noktada Direniş Çadırı tecrübesi kurumsallaşmanın kısa vadeli faydasının dışında bir yozlaşma yarattığını fark ederek kendini konumladı ve markalardan – logolardan uzak durdu. Aslında modern dönemin kurumsallık ruhunu içeren stk’cılığın nasıl uzun vadede hakikatin yanında yer almak yerine ittifaklar, çıkarlar ile hareket edebildiğini ve beka meselesini her şeyin merkezine çok kolay alabildiğini fark ettik sanırım. Elbette sivilliğin bütün örnekleri, bütün “yan yana” gelme çabaları kategorik olarak mahkûm edilemez. Ancak dönüp kendi muhasebemizi yaptığımızda yapılarından, liderlerinden işaret gelmeden hakikatin şahitliğini yapma takatini bile kendinde bulamayan bir toplumsallığı ördük gibi görünüyor.

Artık bunun dışında hem bir bakıma “yataylığıyla” yeni hem de İslam’ın şahsiyeti özne yapan hafıza tazeleyecek örneklere ihtiyaç vardı, Direniş Çadırı işte bu deneyim içinde bir örnek olarak yerini aldı sanırım.

Biraz daha belirgin kılmak için sormak istiyorum: Nasıl bir çerçeve içinde hareket ediyorsunuz? Direniş Çadırı’nın olmazsa olmazları, sınırları neler? 

Bu coğrafyada alışık olmadığımız bir deneyimi ifade ediyor Direniş Çadırı. Çoğu zaman kendiliğinden gelişen, hesapsız ve politik kaygılara gerçekleri kurban etmemeye çalışan bir motivasyonu var. Bu nedenle dikey bir hiyerarşiyi barındırmıyor. Bir yöneticisi, yönetim kurulu, sekreteryası ya da strateji üretip mensuplarına yalnızca uygulama sorumluluğu yükleyen bir bakış açısı yok. Yatay biçimde gelişen dayanışmaya ve kim daha çok üretken olursa o kadar sorumluluk alma esasına dayanıyor.

Yatay ve dikey örgütlenme üzerine daha çok konuşmalıyız belki ama şunun özellikle altını çizmeliyiz: Yatay ilişki biçiminin her bireyi inisiyatif almaya zorlayan bir boyutu var. Eylemlerde bir emir-komuta zinciri inşa etmiyor, en azından. Sorumluluğu paylaştıran; herkesi gücü ve odak alanı açısından harekete geçirmeye motive eden bir sahiplenme duygusu geliştiriyor.

Bir diğer önemli farklılık da burada ortaya çıkıyor bence. Dikey hiyerarşinin boğucu kurumsallığından ve yapıyı hareketin merkezine alan “beka” söyleminden azade oluyoruz böylece. Bu nedenle Direniş Çadırı, başından beri çağrısına kulak veren hiçbir Filistin dostuna logo, isim, marka, kurumsallık dayatmadı. Hatta özellikle bundan kaçındı. Her birey, kendi yapıp ettikleri, inisiyatif alıp öne çıktığı söylemin/eylemin sorumluluğunu yüklenme iradesini gösterdi böylece. Bir ‘marka’nın ya da yapının ardına sığınma, sorumluluğu devretme kolaycılığına izin verilmedi. Bunun da bana kalırsa en büyük artısı mensubiyet duygusunun yapıyla değil, davayla ilişkili olarak gelişmesiydi.

Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde, farklı renklere ve ideolojik mevzilere rağmen soykırıma karşı anti-emperyalist ve anti-Siyonist itirazların kesişim noktasında duran Direniş Çadırı’nın görevi yalnızca “çağrıda” bulunmak oldu. Her bölge, grup ya da kişi bu çağrıya nasıl cevap vereceğini kendisi belirledi. Eylemlerinin uygulama biçimini ve sonuçlarını kendi meşreplerince üstlendi. Kimsenin kimseden doğrudan sorumlu olmadığı bir özgürlük alanını da böylece korumuş olduk. Dikey hiyerarşik yapılarda ortaya çıkan çok boyutlu uzlaşılara ve politik hesaplara da gerek kalmadı.

Direniş Çadırı yataylığına rağmen elbette çağrısına cevap verenlerin kimliklerinden ve bakış açılarından tümüyle bağımsız değil, olamaz da. Bu açıdan Direniş Çadırı’nın söyleminin merkezinde İslami reflekslerin bir “uzlaşma” noktasına dönüştüğünün altını çizmeliyiz. Bu uzlaşı aynı zamanda yalnızca karşıtlık üzerinden uçucu bir kampanya siyaseti üretilmesinin de önüne geçiyor. Anti-emperyalist, anti-Siyonist perspektifin aynı zamanda geniş çerçevede bu uzlaşma noktasına dayanan ideal tanımları, mücadele ekseni ve belirli önerileri var.

Yine belki bu uzlaşının bir diğer boyutu da eylemsellikte tercih ettiğimiz “şiddetsiz” yöntemlerle ilgili olabilir. Soykırımcılara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı gelişen mücadelenin zorlayıcı bir boyut taşıması gerektiğine inanıyoruz. Üstelik bu durum sokakta kimi zaman uzlaşıyı tamamen kapatan direngen bir iradeyi de gerektiriyor. Fakat tüm bu adımları gerçekleştirirken şiddeti araçsallaştırmaktan kaçınıyoruz.

Direniş Çadırı’nın Gazze’deki soykırımın gerekli kıldığı aciliyet içinde Türkiye’yi yöneten iktidara ve topluma çağrısı nedir? 

En başından beri tek bir taleple ilgilendik: Gazze’deki soykırımın faillerini bu topraklardan besleyen tüm siyasi, ekonomik ve sosyolojik ilişkiler kesilmelidir. Ertelenemez bir gündem olan soykırım ile ilgili hamasetin yalnızca vahşeti derinleştirdiğini ve işbirlikçileri görünmez kıldığını ifade ettik. Bu nedenle sokaklarda, liman önlerinde, işbirlikçi sermayenin ve iktidarın kapısında hep somut talepleri yükselttik.

Çünkü şunu iyi biliyoruz: Türkiye’nin İsrail’e uygulayacağı tam boykot sonuç verici olacaktır. Yemen’in örnekliği de bizi bunu gösterdi. Küresel kapitalist sistem ne sandığımız kadar güçlü ne de aşılamaz bir kuşatma var. Bu düzenin en büyük silahı yarattığı “yenilmezlik” yanılsaması. Bir tür öğrenilmiş çaresizlik durumu yaşıyoruz. Ne yazık ki bu çaresizlik duygusu sermayenin de işine geliyor. Küresel ekonomik dengeler söyleminin arkasına sığınarak Gazze’nin katilleriyle iş tutmaya, savaşın o çok kanlı rantını paylaşmaya devam ediyorlar. Siyasi irade de bu çaresizlik duygusundan besleniyor. Kamuoyu önünde kitlelerin öfkesini soğuran en üst perdeden açıklamalara rağmen hiçbir somut adım atmamasını bu gerekçeyle perdeliyor.

İşte Direniş Çadırı ve aynı mevzideki diğer hareketler bu algı manipülasyonunu kırmaya odaklı. Şunu diyoruz: Dünya düzeni kuşatıcı görünümüyle aynı oranda kırılgan. Atılamaz denilen adımlardan herhangi birinin kararlılıkla uygulanması bile siyonist saldırganlığı fiilen durdurabilecek bir süreci başlatabilir. Yöneticiler, iktidar sahipleri bu adımları atmıyorlarsa bilin ki size sunulanın dışında sadece iki gerekçe olabilir: Ya Türkiye emperyalist bloktadır, suç ortağıdır ya da egemenliği sınırlı, belirsiz ve etkisizdir. Her ikisi de bu düzenin meşruiyetini temelden sarsar. Bu nedenle sadece Gazze’nin değil bu düzenin tarafında olan bütün ülkelerin ve halklarının kuşatma altında olduğunu bilin. Kuşatma altında olduğumuzu bilelim.

Talep ve çağrı ne denli haklı ve gerekli olsa da ne toplumdan ne de iktidardan karşılık buluyor. Beklentinin çok altında kaldığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bunun sebepleri nedir? 

Aslında buna çok katılmıyorum. Genelde şöyle bir önyargıyı taşıyoruz: Büyük tarihsel kırılmalar ciddi ön hazırlıklara, dalga dalga büyüyen tepkilere bağlıdır. Bugünden geriye doğru baktığımızda tarihi yukarıdan izlemenin bir yanılgısı olarak kusursuz bir örüntü, neden-sonuç ilişkilerinin ilmek ilmek ördüğü bir hikâye izliyoruz. Oysa tarih, bir kırılmalar, sıçrayışlar öyküsüdür. Başta Peygamberler bir sıçrayıştır, kırılmalıdır. Büyük çöküşler, büyük dönemeçler yaşayanlar için genellikle aniden denilebilecek kadar kısa sürede olgunlaşır ve şekillenir.

Tarihin “sürpriz faktörü” diyorum ben buna. Ne yazık ki modernite her konuda olduğu gibi tarihi algımızı da yeniden yapılandırdı. Kırılmalara, sıçrayışlara değil çok sıkı neden-sonuç ilişkilerine bakar olduk. Bu da hayli takat düşüren bir anlayış! Ne olursa olsun adil şahitliğini ortaya koymaya niyetli insanı da geriye çekiyor. Oysa Kur’an Bakara Suresinde “azların çoklara” galibiyetini anlatırken, Enfal Suresinde “Onlar plân yaparken Allah da plân yapıyordu” derken her şeyin düşünüldüğü kadar mekanik, kesif ve aşılamaz bir neden-sonuç ilişkisi üzerinden yürümediğini, Allah’ın yardımını hatırlatıyordu.

Ben bundan dolayı eylemlerimizin ne kadar karşılık bulduğu konusundaki göstergelerin yanıltıcı olabileceğini düşünüyorum. Sadece romantik bir hüsn-ü niyet olarak da değil üstelik. Dikkatli bakıldığında bunun emarelerinin göz kırptığını da görüyorum.

Bir örnek vereyim; “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” söylemini ısrarla vurguladığımız ama toplumda karşılık bulmadığını düşündüğümüz günlerde -ambargo kararından önce- Cumhurbaşkanının Kocaeli’ndeki mitingine arkadaşlarımızla katıldık. Amacımız yine bu talebi yükseltmek, bir pankart açmaktı. Miting alanına girişte pankartımız fark edildi ve arkadaşımız gözaltına alındı. Kardeşimizin yanında olmak için karakola gittiğimizde olağandışı bir kalabalık fark ettik. Sonradan öğrendik ki mitinge aynen bizim gibi gelmiş kişiler varmış. Hepsinde aynı slogan. Kimi kâğıda yazmış gelmiş, kimi bir beze yazıp gelmiş. Aralarında tek başına miting alanına gelen orta yaşlarda bir ablamız da vardı, uzak bir ilçeden gelen sakallı, sarıklı kardeşlerimiz de. Hepsinin ortak noktası kimsenin birbirini tanımaması, birbirinden habersiz olunmasıydı!

Biz, “Sesimizi acaba kim duyuyor?” diye hayıflanırken Rabbimiz bizleri buluşturdu, yalnız olmadığımızı, bir tür “dip dalga”nın geldiğini gösterdi. Nitekim iktidar da bunu fark etmiş olmalı ki “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” diyenler sayıca az olmalarına, kitlesel bir eylemsellik ortaya koyacak güçte olmamalarına rağmen kısıtlama ve ambargo kararı alındı. Düzen, anlatısının bir anda yıkılacak büyük bir boşluğa düştüğünü ve bu halüsinatif durumun fark edildiğini gördü çünkü.

Sonuç olarak soykırım karşıtlarının hamasetten uzak söylemlerinin karşılık bulmadığını söylemek çok doğru değil. Bunun aksi göstergeler var. Fakat evet, bu tepki bir türlü kamusallaşamıyor, kitlesel bir boyut kazanamıyor. Nedenlerini konuşmak için Türkiye’de hafızasında “Filistin” olan iki başat mahallenin deneyimlerine bakmak gerekiyor.

İstisnaları olmakla birlikte, Müslümanlar, son 20 yıldır sokakta değillerdi, farklı biçimde kendi eylemselliklerini üretiyorlardı. Müslümanlığın siyasal bilincine sahip küçük öbekler daha dar alanlarda kalmayı tercih ettiler, değişimin sokakla ilişkisini unuttular hatta sokağı küçümsediler. Muhafazakârlık ise bütünüyle iktidarın aparatı haline gelmişti zaten, başkası da beklenemezdi. Tarih boyunca -özellikle Türkiye’nin modern tarihi açısından- mevcut durum muhafazakârlıktan beslendi.

Filistin mücadelesine gönül veren solun ise farklı sorunları vardı. Büyük bir sekterleşme hâli içinde takatsiz kalmıştı. Gazze direnişinin İslami motivasyonlarını bir geri çekilme gerekçesi olarak gördü. Elbette her şeye rağmen Gazze’nin birlikte dövüşen ve toprağa birlikte düşen savaşçıları gibi alandan hiç çekilmeyenler de vardı ama bu, yeterli olamadı.

Yine de umutsuz olmaya gerek yok. “Hayal kırıklığı” atakları geçiriyoruz bazen ama bilelim ki Gazze’nin omuz omuza direnişi dünyanın her yerindeki aktivistleri de birbirine bitiştirdi. Norveç’ten Türkiye’ye Japonya’dan ABD’ye kadar dünyanın her yerinde küresel düzenin kuşatıcılığının farkına varan ve artık bu düzenin gizlenemeyeceğini; özgürlük ve refah söyleminin ardına saklanamayacağını haykırıyorlar. Bu tarihi şahitlik elbette ki benzersiz bir mevzi oluşturdu.

Gerçekçi olmak gerekirse Gazze’nin, daha genelde de Filistin’in geleceği konusunda ne kadar umut var? İsrail işgalinin göstergesi her geçen sene daha da delik deşik hâle gelen Filistin haritasına baktığınızda siz nasıl bir gelecek görüyorsunuz? 

Umut etmek için siyaseti iyi bilenlerin görüşlerine, askeri uzmanların analizlerine ihtiyacımız yok artık. Yemen’in mücadelesi, Gazze’nin direnişi bize gösterdi ki kolayca paramparça olacak bir halüsinatif durumun içindeyiz. Bu belki ilk kez toplumsal tabanda bir karşılık buldu. Düzenin anlatısı parçalandı. Filistin’de o denli çok tohum toprağa ekildi ki artık bu coğrafyanın her yerinde yeni bir örneklik tomurcuklanmaya müsait. Gazze’yi aylardır yedi düvelle birlikte alaşağı etmeye çalışanlar; ekine, nesle, taşa, toprağa bile öfke kusanların bir türlü istedikleri sonucu alamamaları kudretlerinin sınırları hakkında bize çok şey söylüyor.

16. yüzyılda yaşamış Boetie’nin sözünü anımsıyorum: “Pek çok insan, pek çok köy, pek çok şehir, pek çok ülke bazen tek bir tiranın yönetiminden ıstırap çeker; oysa bu tiranın, onların kendisine verdiği güçten başka bir gücü yoktur ve bu tiran, onlar kendisiyle çatışmak yerine katlanmayı tercih ettiği sürece onlara hiçbir zarar vermez.” Küresel tiranlığa karşı tüm halkların katılımına açık ve yalnızca bir “fark ediş”e bakacak bir küresel direniş de gelişiyor. Gazze bunu bize öğretiyor. Gazze önce kuşatmada olduğumuzu bize fark ettirdi ardından bu kuşatmanın “anlatıldığı” kadar aşılamaz olmadığını kanıtladı.

Ümitvâr olmak için tarihin daha uygun bir zamanı pek az bulunur.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x