Connect with us

Söyleşiler

“Hapsetme Onur Kırıcı Bir Cezalandırma Biçimi”

Yayınlanma:

-

Hapishaneler Türkiye’nin güncel ve yakıcı sorunlarından biri. Tarafsız, bağımsız, adil bir yargının bulunmadığı Türkiye gibi bir ülkede herkesin her an hapsedilebileceği gerçeğini görmezden gelemeyiz. Gazeteci yazar Münker Odabaşı ile Hapishanesiz Toplum Arayışı’nı konuştuk. Milyonlarca insanın hayatını doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen teşhis ve tedavi içeren sıkı bir ilk kitapla karşı karşıyayız.

Türkiye’deki cezaevi sisteminin, mahpusa ceza içinde ceza çektiren bir nitelik arz ettiğinden şikâyet ediliyor. Bu tespit ne derece doğru?

Aslında fazlasıyla yerinde bir tespit çünkü Türkiye’deki cezaevi sistemi özellikle de kampüs “cezakent” sistemi fıtrata ters olan kapatılmayı daha da ceza içinde cezaya dönüştürüyor. Örnek vermek gerekirse, 3-5 kişilik olan oda sistemi koğuşa göre daha dar bir tecrit mantığıyla inşa ediliyor ve zaten toplumdan soyutlanan mahpus hapishane içerisinde de ikinci bir tecrite maruz kalıyor. Sadece mahpusu değil, mahpus yakınlarını da cezalandıran bir sistem bu. Çünkü, şehrin çok uzağına inşa edilen bu kampüs “ceza infaz kurumları”na görüş günlerinde ulaşım sağlayan aileler ciddi sorunlar yaşayabiliyor. Ayrıca, çok konuşulmayan ama ciddi bir emek sömürüsünün olduğu iş yurtlarında da işçi mahpuslar asgari ücretin çok çok altında bir ücretle çalışmak zorunda bırakılıyor. Velhasıl, neresinden tutarsanız tutun elinizde kalan bir sistem.

Cezaevlerinin mahpusları “ıslah amacı” taşıdığı, onların “topluma kazandırıldığı” gibi iki temel tez, ceza infaz sisteminin meşruiyet ayaklarını oluşturuyor. Öte yandan, bu tezlerin süslü laflardan öte pek bir anlam ifade etmediği de toplumda belli düzeyde kabul görmüşe benziyor. Cezalandırma işinin esasında ne murad ve elde ediliyor?

Esasında ceza infaz sisteminin meşruiyetini sağlayan üçüncü bir ayağı daha var. Bu da ceza infaz kanunlarıdır, ki sistem, kanunlar ile “hastayı” buluyor, teşhisi kendisi koyuyor ve tedaviye yönelik “reçete”yi de yine kendisi sunuyor. Böylelikle kapatılma mekânlarına kanunlarla meşru bir zemin oluşturuluyor aslında. Toparlayacak olursam, hapishanelerin bireyi ıslah etmediği, topluma sağlıklı bir şekilde kazandırmadığı ele ayağa düşen bir gerçek. Hatta birey, içeri girdiğinden daha gerilemiş bir şekilde çıkıyor. Yani kapatılma mekânları mahpusu hem bedenen hem de ruhen sakatlıyor. Dolayısıyla tüm bu sorunlara rağmen kapatarak cezalandırmada ısrar edilmesi anlaşılır bir durum değil. Ayrıca, hapsetmenin giderek “öteki”ye karşı birer susturma/sindirme aracına dönüştüğü de söylenebilir. Nitekim 300 binlere ulaşan bir mahpus nüfusundan bahsediyoruz.

Şu an kendisi de hukuk dışı bir kararla cezaevinde bulunan milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, “cezaevlerinde çıplak arama” konusunu meclise taşımış, o dönem ciddi bir tartışma yaratmıştı. Cezaevlerinde “onur kırıcı” muameleler oluyor mu? Bunlar ne derece sistematik veya münferit vakalar?

Hapsetme zaten başlı başına onur kırıcı bir cezalandırma yöntemidir. Çünkü hür yaratılan insanın fıtratına ters olan ve biricik olan özgürlüğüyle sınayan bir yöntem bu. Ve bu dört duvarın arkasında nelerin olup bittiğini “dışarıdakiler”in tam manasıyla bilemediği, bir kara kutudur bu mekânlar. Dolayısıyla bir bilinmezlik olan bu durum, “içerde” her şeyin olabilmesine, yapılabilmesine imkân tanıdığı gibi her onur kırıcı davranışı da “mümkün” kılar. Gergerlioğlu da hak savunucusu olarak bunu dile getirdi ve maalesef Demokles’in kılıcı ona da gösterildi. Sadece bugün değil, dün de öyleydi. Sinop’a, Bayrampaşa’ya, Metris’e, Diyarbakır 5 No’luya, Ulucanlar’a, Mamak’a vs. baktığınızda ve bugünle kıyasladığınızda değişen pek de bir şeyin olmadığı söylenebilir. Bugün insan dışkısı yedirilmiyor belki ama plastik sandalyelerde, sesini duyurmak için açlık grevlerinde olan insanlar öl(dürül)meye terk ediliyor.

Türkiye’deki cezaevlerinde ne gibi hak ihlalleri söz konusudur? En yaygın ve ağır olanlarından başlamak üzere açıklar mısınız?

En yaygını giderek artan kapatılma ki cumhuriyet tarihi boyunca 50 binlerde olan mahpus sayısı son 15 yılda 300 binlere ulaştı. Bu artan kapatılma ile birlikte kapasite üstü doluluk oranları yaşanmaya başlandı ve bu da zaten var olan mevcut ihlallere yenilerini eklemiş oldu. Bu nedenle aslında her biri yaygın ve ağır ihlaller içeren uygulamaları aklıma ilk gelenler şeklinde sıralamış olayım: mesela, 500 civarı mahpus bebek ve 2 bin civarında çocuk mahpusun olması, işçi mahpusların emek sömürüsü, hücre cezası, keyfi sınırlamalar, hamile mahpuslar, LGBTİ+ mahpus bireylerin tecriti, öğrenci mahpusların eğitim hakları, suların kesilmesi, hasta mahpusların geciktirilen tedavileri, engelli mahpusların yaşadıkları zorluklar, ayakta sayım dayatması, psikolojik-fiziksel işkence veya darp/kötü muamele, kötü veya yetersiz yemek çıkarılması, aşırı doluluk nedeniyle yerde yatmalar, kitap-gazete-mektup yasağı veya bunların keyfi sınırlandırılması, çıplak arama vs. gibi bir dizi ihlalden söz edilebilir.

İnsanın var olduğu yerde suç, suçun olduğu yerde ceza gerektiğine göre, kitabınızın adı olan “hapishanesiz toplum arayışı” ile tam olarak ne kastediyorsunuz?

Çok derin bir soru ama kısaca söyleyecek olursam, elbette insanın olduğu yerde suç, suçun olduğu yerde de kuşkusuz ceza gerekir. Hapishanesiz toplum arayışının ortaya attığı tez cezasızlık veya cezalandırmamak değil, tam aksine bireyi kapatmadan cezalandırmaktır. Başka bir ifadeyle, hapishanesizlik cezasızlık demek değildir. Bireyi toplumsal yaşamdan koparmadan, sakatlamadan, özgürlüğüyle “terbiye” etmeden cezalandırmak ve seçenek yaptırımlar uygulamaktır. Aslında şu soruyu da sormak gerekiyor, suç üreten toplumsal zemin yok edilmeden suç önlenemeyeceğine göre, suçlu olduğu varsayılan birini fıtratına ters olmasına rağmen kapatmanın, hapsetmenin suçun yaygınlaşmasını veya tekrarlanmasını önleyici bir etkisi var mıdır?

Dolayısıyla suç varsa ceza da olmalı, nitekim Yaratıcı da Âdem ile Havva kıssasında insanlığa şu iki mesajı verir. Birincisi cezasızlık ile ilgili olan, yani Yaratıcı tarafından konulmuş olan kuralın ihlali neticesinde yaptırım gerçekleşmiş ve cennetten çıkarılmışlardır. İkincisi ise hapsetmeme ile ilgili olan, yani Yaratıcı kapatmadan cezalandırmıştır. Çünkü hapsetme özgür yaratılan birey için ceza olamayacak kadar ağır bir yaptırımdır ve insan onuruyla bağdaşmayan, gayriinsani bir yöntemdir. Hatta kapatma, idam ve işkence de olduğu gibi kişiyi bedenen ve ruhen sakatladığı için de insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Çünkü bu, türün sakatlatılması demektir.

Türkiye’de basının cezaevlerine bakışını eleştiriyorsunuz. Bu ülkede yaşayan ortalama bir vatandaşın bakışı ile kıyaslayarak açıklar mısınız, sorun nedir?

Türkiye basınında özellikle de ana akım medyada kapatılma mekânları haberlerde çoğunlukla olumlanarak yüceltiliyor ve hapishaneler “fabrika gibi cezaevi”, “modern cezaevi”, “ev tipi cezaevi” vs. gibi söylemlerle okuyucuya sempatikleştirilerek aktarılıyor. Dolayısıyla “fabrika gibi” metaforu okuyucuda yanlış bir algının oluşmasına neden oluyor. Yaşanan ihlaller, sorunlar görmezden gelindiği gibi üretim vurgusuyla da bu mekânlar deyim yerindeyse haklılaştırılarak/meşrulaştırılarak kitlelere sunuluyor. Yani sonuç olarak sorun, bu yanlış dil ve söylem neticesinde egemen iktidar bakış açısı medya aracılığıyla yeniden üretiliyor.

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Videolar

Mehmet Ali Başaran – Cihat Aydın: Aksâ Tûfânı Süreci

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı süreci ile ilgili olarak Mehmet Ali Başaran bu defa Cihat Aydın ile söyleşti.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Cihat Aydın ile Vicdani Ret Üzerine

Yayınlanma:

-

Geçen gün şöyle bir haber çıktı: “Vicdani Retçi Cihat Aydın’a Askere Gitmediği İçin 46 Bin Lira İdari Para Cezası Verildi” Bu haber üzere seninle askerlikle meselesini konuşmak, okurları da olan bitene şahit kılmak istedim. Kısaca, kimdir Cihat Aydın ve neden askere gitmeyi reddetti?

İstanbul’da Erzurum kökenli bir ailenin evladı olarak dünyaya geldim. Ortalama her Türk ailesi gibi benim ailem de de devlet, kutsal bir varlık gibi sorgulanamaz, eleştirilemez bir güç olarak kabul edilirdi. Böyle bir aile içerisinde Allah bana asıl gücün, kudretin, iktidarın ve söz söylemeye haiz olanın yalnızca âlemleri yaratan zâtın, yani kendisinin olduğunu öğretti. Bu inanç ve anlayış çerçevesinde hayatını Allah’ın hükümlerine uygun yaşama gayreti içindeki bir Müslüman olarak Hz. İbrahim’in (as) Kur’an’daki (En’am Sûresi 162. ayet) duasını düstur edinerek diyorum ki, “Benim de namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm ancak âlemlerin Rabbi Allah için olmalıdır!” İnanmadığım değerler, ideolojiler, yasalar için çalışmayı, ölmeyi, öldürmeyi veya öldürülmeyi reddediyor olmamdan dolayı zorunlu askerlik hizmetini kabul etmiyorum.

Askerlik bu ülkede bir tabu, adeta bir put. Onu reddetmek gibi bir kararı almak zor olmadı mı? Yakınlarından ne gibi tepkiler aldın?

Devleti kutsallaştıran bir ailede büyümüş olmak bu kararı aldığınızda bazı tepkilerle karşılaşmanıza sebep oluyor. “Vatani görev, bundan kaçmak olmaz, aman canım git kurtul, gidip gelsen ne olacak!” gibi mevcut ideolojiye zihnini ve kendisini teslim etmiş fertlerin tepkileri ile karşılaşmak sizi mental anlamda zorluyor. Öncelikle şunu anlamamız lazım: Devlet, mevcudiyetine zarar gelmemesi adına size her türlü baskı ve zulmü uygulamaktan geri durmuyor ve durmayacak. Sizi hem maddi hem manevi her türlü baskı altına alarak kendi otoritesini kabul ettirmek istiyor. Bu gibi nedenlerden ötürü “Vicdani Ret” kararını almak tabi ki zor oldu fakat insan inandığı değerler uğruna bedel ödemedikçe, bu değerlerin savunucusu olduğunu nasıl iddia edebilir ki?

Bedelli askerlik yapmayı düşünmediniz mi hiç?

Aslında düşündüm. Devletin sizi hayatın içerisinde her alanda kuşatması, askerlik yapmamış olmanızın iş hayatınızı, aile hayatınızı, seyahatlerinizi kısıtlaması gibi etkenlerden dolayı bedelli yapmayı düşündüm. Fakat son bedelli uygulamasında ödediğiniz para ile birlikte belirli gün sayısı askeri üniforma giyerek orduya teslim olma zorunluluğu oluşunca bundan da vazgeçtim. Çünkü askeri üniformayı giyerek mevcut ideolojinin bir askeri olmak bir gün de olsa, bin gün de olsa birdir. Günahın küçüğü ya da büyüğü olmaz.

46 bin lira idari para cezasına çarptırılmanın haricinde pratikte vicdani retçi olmak hayatınızda ne gibi sıkıntılara yol açtı?

Siz askerliğe gitmediğiniz takdirde devlet size gün başına bir ceza belirliyor ve herhangi bir yerde GBT yoklamasına maruz kalıp hakkınızda tutanak tutulduğunda, bu tutanak üzerine size para cezası kesiyor, gönderiyor. Ben 6 Şubat depremlerinde bölgeye yardım amaçlı gitmiştim ve geri dönüşte jandarma tarafından çevirmeye girdim. Çevirmede bana tutanak tutuldu ve sonrasında 46 bin TL tutarındaki ceza gönderildi. Tabi ki yasal olarak bu idari para cezasına itiraz hakkınız bulunuyor. Biz de avukatım aracılığıyla bu para cezasına itiraz ettik. Şu an hukuki süreç devam ediyor. Ben burada sorunun para olduğunu düşünmüyorum. Esas belirleyici faktör devletin sizin üzerinizde kurmaya çalıştığı tahakküm. Bunu şöyle izah edeyim: Yazılım sektöründe hizmet veren bir firmada çalışıyorum ve gelen bu para cezası sonrası işten çıkarılıyorum. Devlet, asker kaçağı çalıştıran şirketlere yazı gönderiyor, “Asker kaçağı çalıştırmak suçtur, hakkınızda yasal işlem yapılır” diyerek firmaları baskı altına alıyor ve sizin emeğinizle çalışıp para kazanmanıza bile müsaade etmiyor. Devlet, bu ve benzeri uygulamalarla şahıslar ve toplumlar üzerinde tahakküm kurarak asıl söz sahibinin kim olduğunu göstermek istiyor. Allah’a iman eden bir müslüman olarak ben de diyorum ki: Bizi yoktan var eden, yerden ve gökten nimetlendiren yegâne yaratıcı Allah’tır; benim, ailem ve tüm insanlık üzerindeki söz sahibi! Ben, O’nun göndermiş olduğu ilke, kural, kaide ve değerler ile hayatımı yaşıyorum, bu değerler uğrunda mücadele eder ve savaşırım!

Bahsettiğiniz, çalışma hakkı gibi temel bir hakka müdahale etmektir. Zorla asker olmayı kabul etmeyeni devlet ekonomik olarak darboğaza sokmaya, çalışıp onuruyla yaşama hakkından mahrum bırakmaya çalışıyor. Hayli vahim bir hak ihlali bence. 

Kesinlikle öyle. Bu hak ihlali olan duruma insanların seyirci kalması kabul edilebilir bir durum değil.

Türkiye’de insanların çoğu vicdani reddin ne demek olduğu konusunda ya bilgi sahibi değil ya da kafa karışıklığı yaşıyor. Siz vicdani reddi nasıl tanımlıyorsunuz? Nedir vicdani ret? Vicdani retçi kimdir?

Maalesef belirttiğiniz gibi insanların büyük çoğunluğu bu kavramdan haberdar bile değil. Ben burada “Vicdani Ret” kavramı ile benim 2014 yılında belirttiğim üzere “İmani Ret” kavramını birbirinden ayırıyorum. Vicdani ret, bir bireyin politik görüşleri veya ahlaki değerleri doğrultusunda zorunlu askerliği reddetmesidir. Benim ilan etmeye çalıştığım şey ise; tüm ideolojilerden, fikirlerden bağımsız, imanımın bir gereği olarak kendisini dinsiz olarak tanımlayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bana dayattığı zorunlu askerliği reddetmek. Lâik bir devletin lâik ordusunun İslam inancına sahip bir insanı kendi saflarında savaşmaya zorlaması asla kabul edilebilir değildir. Dini, hiçbir işine karıştırmayan bir rejimin ordusunun kendi değerlerine uygun olarak dinle ilişkisi olmayan lâik zihne sahip askerler bulması tutarlı olacaktır. Ne var ki laik zihniyete sahip olanların da “zor”la değil özgür iradeleri ile asker olmaları insan onuruna yakışır bir davranış olacaktır.

Askerlik yapmanız önündeki tek engel Türkiye’nin laik bir devlet olması mı?

Bugün inandığım değerler ile yönetildiğim bir ülkede yaşıyor olsam bile, savaş dediğimiz şeyin gerçekten inandırıcı ve geçerli gerekçeler ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. İnandığım dinin tarihine baktığımda haksızlık ve zulüm üzere bir savaş olmadığını görüyorum. Ben savaş karşıtı değilim, başka vicdani retçi arkadaşların antimilitarist bakışına saygı duyarak bunu söylüyorum. Fakat ben inanmadığım değerler ve ideolojiler için savaşmaya karşıyım. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin düşman algısı ile benim düşman algım aynı değil, olamaz da. Kuruluşundan bu yana kendi vatandaşlarından yapay düşmanlar üreterek sayısız zulümler gerçekleştirmiş bir devletin aklı, kabulleri, idealleri ile asla ortaklık arz etmeyen bir dünyaya sahip olduğumdan, böyle bir devletin ve ordusu TSK’nın askeri olmayacağım.

“İnandırıcı ve geçerli gerekçeler” dediğiniz meşru müdafaa anlamında bir savaş mı? Bildiğim kadarıyla Allah inananlara, “Size savaş açmadıkça siz de onlarla savaşmayın!” diyor. 

İfadenizi şöyle düzelteyim müsaadenizle; Bakara suresi 190. ayette Allah şöyle buyuruyor:  “Size karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez.” İslam peygamberi Hz. Muhammed’in örnekliğinde gördüğümüz savaş ahlakı şu şekildedir; düşman sizi yok etmek adına bir saldırıda bulunuyorsa, sizin de belirttiğiniz gibi, meşru müdafaa hakkınızı kullanarak onlarla savaşırsınız.

Söyleşi: Mehmet Ali Başaran

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Göçmen İşçiler: Köle Değiliz

Yayınlanma:

-

Bu çalışma, Suriye ve Afgan uyruklu iki farklı işçi ile yapılan bir röportajı içermektedir. Göçmen işçilerin çalışma koşullarını görünür kılmayı amaçlamaktadır. Kişilerin isteği üzerine isimleri saklıdır.

S./Suriye, 23

E./Afganistan, 27

  • Türkiye’ye tam olarak ne zaman geldiniz ve gelme sebebiniz nedir?

S: 2016 yılında, ben 18 yaşındayken abimin ailesiyle beraber geldik. Suriye’de savaş vardı, uzun bir süre orada kaldık biz ama zamanla geçinememeye başladık çünkü savaş vardı. Herkes ya Türkiye’ye ya da izinle Avrupa’ya gidiyordu. Abim önceden de Türkiye’ye gitmişti zaten. Beraber çalışmak için geldik, abimi tanıyan Türkler vardı.

E: 2019 yılında tek geldim. Afganistan’da ailem var, evli değilim. İki annem ve küçük kardeşlerim var. Abilerim çalışıyorlar. Türkiye’ye gelmek benim için zorunluluktu. İran’a ya da Türkiye’ye geçip çalışacaktım ama çok fazla para gerekti. Bu yüzden Türkiye’ye geldim.

  • Geldikten sonra iş bulma serüveninizden bahsedebilir misiniz?

S: Abim önceden geldiğinde Edirne’de yüklemeci olarak çalışmış. (Burada kişi, mal yüklemeciliğinden bahsediyor. Çeşitli ağır, pazar mallarını kamyon ve benzeri araçlara yükleme işlemi.) Önce Edirne’ye gittik, yüklemecilik yapacaktık ama arkadaşı işe almayacağını söyledi. Sonra İstanbul’a geldik. Akrabalar yardım etti, Sultanbeylideyiz. Yüklemecilik ve kumaş taşımacılığı yaptık. Şimdi hem ara işler hem de mal yüklemeciliği yapıyorum.

E: Afganlar genellikle Türkiye’ye kaçak giriyorlar. Türkiye vizesi yok, o yüzden iş bulmak zor. Mesleğim boyacılık ama burada farklı bir iş sistemi var. Boyacılık hiç yapmadım. Arkadaşlarım hep Türkiye’deydi. Aynı evde kalıyoruz. İstanbul’a geldiğimde hiç param yoktu, bir sürü memleketlimle tanıştım. İlk çalıştığım işlerde neredeyse hiç para almadım sadece yemek veriyorlardı. İzin belgemiz olmadığı için bir şey yapmıyorduk. Şimdi ev arkadaşlarım gibi tekstilde çalışıyorum. İp kesme ve kumaş boyama yapabiliyorum. Sabah, akşam sürekli çalışıyoruz.

  • Memleketinizde hangi işi yapıyordunuz?

S: Ben buraya uzun zaman önce geldim ama Suriye’de fırında çalışıyordum. Çalıştığım fırın marketlere ekmek gönderiyordu, çok büyük ve tarihi bir fırındı. Pita, lavaş ve pide burada da çok fazla satılıyor.

E: Boya yapıyordum. Dükkânlarda tabela ve duvar boyalarını çok yaptım. Bazen evleri de boyuyordum. Orada tanıyanlar boyalarını bana yaptırırdı. Yapmayalı uzun zaman oldu. Türkiye’ye gelirken çok uzun yollardan geçtim. Gelirken hep boyacılık yapma hayali kurdum ama olmadı.

  • Şimdiki iş hayatınız ve aldığınız ücretler hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

S: Şimdi İstanbul’da çalışıyorum ama sürekli farklı işlerde çalışıyorum. Aynı parayı almıyoruz. Ben, günlük sabah 07:00 ile akşam 22:00 arası çalışıyorum. Aylık genel olarak 2000 kazanıyorum. Ek işlerle bazen 2500 oluyor. Haftanın her günü çalışıyoruz.

E: Çalıştığım işin maaşları ayın başında yatıyor. Ne kadar çok çalışırsak o kadar çok alabiliyoruz ama çok fark etmiyor. Ben sabah 07:00 ile akşam 20:00, 21:00 arası çalışıyorum. Pazartesi günleri mesai saatleri artıyor. Maaşımız 2800, bazen biraz fazla oluyor ama çok nadir yükseliyor. Mesela ilk geldiğimizde iki ay biz çok düşük maaş aldık. Hatta ilk ay maaşlarımızı hemen vermediler.

  • Bakmakla yükümlü olduğunuz kişiler var mı?

S: Abim evli onunla beraber kalıyorum. Burada beraber geçiniyoruz. Ev kiraları çok yüksek, yeğenlerim var. Suriye’de evli kız kardeşlerime de para gönderiyoruz.

E: Afganlar genellikle ailelerine para gönderirler. Ben de gönderiyorum tabii ama burada kimseye bakmıyorum. Buradan annemlere ve kardeşlere para gönderiyorum ama her ay gönderemiyorum. Onların durumları şu an hiç iyi değil, onlar için çalışıyorum.

  • Maaşlardan memnun musunuz?

S: (Gülüyor) Biz çok çalışıyoruz çünkü başka yolumuz yok. Maaşlar çok az. Ev kirasına ve yemeğe gidiyor. Bazen yol parası vermemek için yürüyorum.

E: Maaşlar çok az. Çok yoruluyoruz ama yetmiyor. Maaşlarımızı vermemelerinden çok korkuyoruz. Bazen maaşlar çok gecikiyor, bazen sadece yarısını veriyorlar, düzenli değil.

  • Kendinizi yabancı, Türk işçilerden farklı hissettiğiniz zamanlar oldu mu?

S: Oluyor. Bazı kişiler Suriyelilerin çok fazla para aldığını sanıyor. Öyle değil. Bizi, Suriyelileri çok çalıştırıyorlar ama bazı Türk işçileri öyle çalıştırmıyorlar. Hepimiz aslında çok çalışıyoruz ama bazen patronlar, para verenler bize daha az para veriyorlar bunu biliyoruz.

E: Evet hep oluyor. Mesela şu an çalıştığım teksti atölyesine hiç Türk işçi almıyorlar. Çünkü hiçbirisi bu maaşı kabul etmiyor ya da resmi (sgk’yı kastediyor) istiyor. Afganları işçi olarak görüyorlar.

  • Türklerin size karşı davranışlarından memnun musunuz?

S: Bazıları çok iyiler bazıları farklı davranıyor. Her yerde böyle oluyor. Hepimiz aynıyız bazıları kendilerini daha üstün görebiliyor ama genel olarak elhamdülillah… Bir kere uzun süre önce otobüse bindiğimde kartımı unutmuştum, şoför beni dilenci sandı, otobüsten indirdi. Suriyelileri öyle görüyorlar. Hem iyi hem de kötü insanlar var. Geçen yıllarda daha kötü davranıyorlardı ama alıştık. Türkiye’de çok iyi insanlar da var tabii.

E: Ben çok farklı, yanlış şeyler gördüm. Afgan olduğumu anlayınca kötü bakıyorlar. En çok patronlar, sanki onlara çalışmak zorundaymışız! Köle gibi düşünüyorlar. Bizim maaşlarımızı vermediklerinde biz bir şey demekten çekiniyoruz çünkü kızıyorlar, tehdit ediyorlar. Bazen “Gidin ülkemizden!” diyorlar arkamızdan. Benim gibi Türkçe bilen Afganlar anlıyorlar ama şu ana kadar karşılık vereni görmedim. Bir de bizi terörist sanıyorlar. (Gülüyor) Irkçılık yapan çok kişi var. Sanki yaratıkmışız gibi bakıyorlar. (Gülüyor) Biz evde beş erkek kalıyorduk. Bizim ilaç (uyuşturucu kastediliyor) sattığımızı iddia edip polis çağırdılar, evi aradılar. Evde yataklardan başka bir şey yoktu, polisler de şaşırdılar.

  • Belirli devlet veya özel kurumlardan yardım almayı tercih ettiniz mi?

S: Türkiye’ye ilk geldiğimizde abim devlete başvurdu. İsmini hatırlamıyorum, yardım alamadık ama bilmiyorum o zaman biraz karışıktı. Yardım almıyoruz.

E: Hayır hiç para almadım, bazı yerlerde yemek dağıtımlarına gidiyoruz ama her zaman gidemiyoruz. Çorba, pilav, tavuk gibi yemekler veriliyor.

  • Son olarak, iş hayatında neyin değişmesi sizi mutlu ederdi?

S: Hep çalışmak istemiyorum. Hiç tatilim yok, bazı günler gezmek isterdim. Maaşlar biraz daha yükselse çok güzel olur. Elhamdülillah.

E: Ben bize kötü davransınlar istemiyorum. Çalışırken normal çalışmak isterdim. Patronlar bazı zamanlar iş saatlerini uzatıyorlar. Maaşlarımızı vermediklerinde işten atarlar diye bir şey diyemiyoruz, keşke böyle olmasaydı. Bunlar değişsin isterdim.

  • Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son eklemek istediğiniz bir şey var mı?

S: Rica ederim. Son olarak eğer evimizde savaş olmasaydı buralara gelmeyecektik. Bazı insanlar “Neden gidip savaşmıyorsunuz?” diyor, peki bizim ailelere kim bakacak? Onlar hep perişan oluyorlar. Herkesi kaybettik, yaşamak istediğimiz için geldik.

E: Ben teşekkür ederim. Allah hepimize hayırlı bir hayat nasip etsin. Son olarak, kötü davranmasınlar, terörist demesinler, bizler insanız.

Çeviren, Röportaj sahibi: Nurbanu Gün

Devamını Okuyun

GÜNDEM