Connect with us

Köşe Yazıları

Freni Patlamış Bir “Linç” Kültürü

Yayınlanma:

-

İslamcı camianın takip ettiği sitelerden biri olan Haksöz Haber, geçtiğimiz günlerde bir haber yayımladıMustafa İslamoğlu’nun Karartv’deki röportajını konu edinen imzasız haber, linç eyleminin hâlâ ne denli güçlü bir cezalandırma aracı olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Ne yazık ki ilgili haber hem “habercilik etiği” hem de eleştirinin nasıl bir linç eylemine dönüşebileceğini göstermesi açısından talihsiz bir örnek.

Haber, İslamoğlu’nun konuşmasından küçük bir kesitle başlıyor. Kesiti izleyenler, haberin tazir içeriğini İslamoğlu’nun bir parça hakettiğini düşünebilir. Oysa konuşmanın tümünde İslamoğlu’nun “islamcılık” ve “gelenek” bağlamındaki eleştirisinin yine İslamcılığın içinde bir özeleştiri olarak yer aldığını biliyoruz. Röportaj, İslamcılığın bugün için yaşadığı tıkanıklıkların, geçmişten gelen kronik krizler olduğunun altını çiziyor.

Haksöz Haber’deki yazının “haber” olarak sorunları bir kenara kullandığı dilin de son derece rahatsız edici olduğunun altını çizmek gerekir. Diyaloğu değil çatışmayı, özeleştiriyi değil ötekileştirmeyi önceleyen bu dil, diğer taraftan açıkça hedef gösteriyor. Üstelik Haksöz, İslamcılık ve İslami hassasiyet sahibi herkesin sözcüsü gibi davranarak aynı zamanda bir niyet okumaya da girişiyor. Muhatabını alaya alan, o konuşmanın konusu olmayan yorumlarla tartışmanın odak alanını belirsizleştiren ve ironik biçimde sağcı devletçi çizgiyle arasına mesafe koymasını salık veren yazı, ahlaki anlamda da fazlasıyla sorunlu. Sonuçta İslamoğlu röportajında muhafazakarlıkla kendini kimliklendiren İslamcı iktidarın müslümanlar için bir umut olmaktan çok sorunları derinleştirdiğini söyleyerek bu tutumundan dolayı pişman olduğunu dile getiriyor. Oysa Haksöz camiasından isimlerin aynı dönemlerde Mustafa İslamoğlu ile Hilal TV’deki “Ulustan Ümmete” programında görülebileceği gibi iktidarı besleyen bir duruş sergilediklerini unutmamak gerekiyor. İslamoğlu’nun bu konudaki tevbesinin samimiyeti bir kenara Haksöz Haber’in eleştirisine “sağcı-devletçi” çizgiden ayrışmak üzerinden vermesi hayli düşündürücü. Herşeye rağmen Haksöz’ün de kendisini dahil ettiği İslamcılık kendi yürüyüşünde en çok bu üstten bakan, kendi çelişkilerinin özeleştirisini verememiş, küçümseyen ve sürekli samimiyet sorgulayıp niyet okuyan dilden çekmişti.

İlgili röportajda İslamoğlu Elif Çakır’ın imalı sorularına rağmen müslümanlığın çeperleri içinde olduğu vurgusunu sıkça yapsa ve kendi deneyimini dini bir ayrışma olarak görmese de Haksöz Haber için bu yeterli olmuyor. Haber son derece yakışıksız biçimde, muhatabına “itirafçı, muhbir” suçlamalarında bulunarak tamamlanıyor.

Diğer taraftan ilgili haberin İslamoğlu’nun konuşmasını bir bütün olarak yer vermek yerine sadece bir parçası üzerinden bütün içeriği mahkum etmesi de dikkati çekiyor. Bu açıdan haber, içerik açısından da okuyucusunu yanlış yönlendirerek bir algı inşasına girişiyor.

İslamoğlu’nun iddialarını sıralayan ve onlara dair cevaplar verecek bir usûl izlemek yerine tahkir eden bu üslup aslında içeriğin de Haksöz Haber tarafından gerçek anlamda değerlendirilmediğini gösteriyor. Örneğin ilgili röportajdan alıntılanan “İslamcılıktan uzaklaşmak” aslında İslamcılık ile ilgili yıllardır yapılan bir özeleştiridir. Kavramsal olarak modern dönemle birlikte tarihlendirilebilecek İslamcılık, en başından beri net bir tanıma kavuşamamıştır. Kavram, -müslümanlıkla ilgili- olmakla birlikte her zaman olumlu yorumlanmadığı gibi kimi zaman müslümanlığın modernite karşısındaki gerileyen pratiklerini ve düşünsel savrulmalarını tanımlamak için de kullanıldı. Bu açıdan Osmanlı’nın dağılma döneminden bugüne İslamcılığın hikayesi biraz da kavramın değişiminin hikayesi olarak düşünülebilir. Dolayısıyla bugün için İslamcılığın kavramsal tartışmaları veya İslamcılığı İslami hassasiyetlerin ve müslümanca yaşamanın mutlak karşılığı olmadığını savunan tezler “yeni” sayılamaz. Haliyle İslamcılık düşüncesi özeleştirisine önce kavramın anlam alanı ve pratikleri üzerinden başlamıştır.

Bu eleştirilerin bir boyutu ise İslamcılığın-röportaj bağlamında- Said Halim Paşa’dan günümüze giderek ideolojik bir görünüm alması üzerine oldu. “İdeoloji sözlüğü”ne göre dilini değiştiren İslamcılık günün sonunda “dava, kavga, mücadele, örgüt” üzerinden retoriğini belirleme eğilimindedir. Müslümanlığın “İslamcılık” ile birlikte aldığı yeni biçimin bir ideolojiyi andırması haliyle örgütlenme biçimini de etkiledi. Bu nedenle Türkiye özelinde 70’lerle tarihleyebileceğimiz bir dönemden bugüne dek İslamcılık kendi içindeki birçok öbeğin ideolojik bir formasyona kavuşmasına yol açmıştır. Dernekler, vakıflar, cemaatler hatta alabildiğine geleneksel görünümlü tarikatler bile bu formasyonun belirtilerini giderek “katılaşan” iletişimleri ile dışa vurdular.

Konunun kuramsal tarafı bir kenara, İslamcılığın ideolojik görünümünde sosyalist düşüncenin bir etken olduğunu unutmamak gerekir. İslamcılık açısından devrimci hareketlenmeler aynı dönem tüm dünyada bir “anti” olma durumunu yaşayan sosyalizmin de karşılık bulduğu dönemlerdi. Bu etkileşimin en görünür olumsuzluklarından biri gelenekle birlikte mahkum edilen “linç” eyleminin “hain” , “işbirlikçi” , “muhbir” kavramları ile yeniden hatırlanması üzerinden oldu. Artık muhalefeti cezalandırmanın ya da aynı eksenin içindeki farklı öbeklere karşı güç istencinin yeni aygıtları bulunmuş oldu. Elbette, İslam tarihi açısından “muhalifi susturma”, farklı düşünenleri itibarsızlaştırma yeni yüzleştiğimiz problemler değil. Ancak Kur’an ahlakına geri dönmeyi; geleneğin problemli pratiğine karşı Resulullah’ın örnekliği üzerinden öze dönüşü öncelemeyi tartışan “İslamcılık” açısından bu aşılması gereken bir başlık olmalıydı. Oysa ideolojik formasyon linç kültürü üzerinden geleneğin müslümanları sakat bırakan sorunlarına geri dönmüş oldu.

İşte İslamoğlu’nun röportajdaki İslamcılık eleştirisi yine bu bağlamda yani özeleştirinin her defasında “ihanet” ile damgalanmasına ve önce İslamcılık tarafından boğulmasına dairdi. Aynı düşünce ekseninin içindeki öbekler küçülüp / bölündükçe birbirine karşı daha az toleranslı, daha şiddetli ve daha çok ötekileştiren bir iletişimi tercih etmelerini İslamoğlu “kaleler kuran ve kendini kapatan” bir İslamcılık olarak tanımlıyor.

Röportajdaki diğer detayların hemen hemen tamamı İslamcılığın bir özeleştiri olarak hem kendine dönüp hem de geleneğe yöneltip sorduğu sorulardan oluşuyor. Elbette bu, İslamoğlu’nun son dönemde dile getirdiği fikirleri bir bütün olarak değerlendirmeye yetmeyecektir. Ancak sadece bu röportajdan yola çıkarak, üstelik İslamcılığın zaten kendi içindeki tartışma başlıklarını içeren bir konuşma üzerinden İslamoğlu’nu mahkum etmek ahlaki değil. Üstelik bu mahkumiyeti “işbirlikçi”, “freni patlamış kamyon”, “muhbir” gibi tanımlarla linç eylemine dönüştürmek kabul edilemez. Her farklı çıkış bir “niyet okuma” ile değerlendirilir, “ya bizden ya onlardansın” retoriği üzerinden cezalandırılırsa İslami düşünceyi yüzyıllardır sendeleten donuklaşmaya da geri dönülmüş olacaktır.

Diğer taraftan İslamoğlu örneği bir kenara linç eyleminin yaygınlaştığı bir toplumda kimse için “güvenli alan” kalmayacaktır. İtibarsızlaştırma, ötekileştirme ya da niyet okuma gibi eylemlerle mündemiç olan linç, açıkçası anlama ve anlaşılmanın bütün yollarını geçmişte olduğu gibi bugün de mühürler. Lince uğrayan, hain / işbirlikçi ilan edilen, toplumsal cezalandırma ile cezalandırılan için artık diyalog ve barış hiçbir zaman eski güvenilirliğini taşımayacaktır. Dolayısıyla linci bir aksiyon olarak kullanmanın “eleştirdiğine dönüşme”ye neden olmasına ve geri dönülemez sonuçlarına rağmen neden tercih edildiğini belki bu noktada tartışmaya açmak gerekiyor.

Linç kültürü ya da modern “homo sacer” yaratmak

Tarihin farklı dönemlerinde linç, toplumsal meşruiyetlerin hakim paradigma tarafından belirlenen sınırlarını korumak için kullanılan hayli güçlü bir araçtı. Sadece cezalandırmak için değil; aynı zamanda bütünlüğü / ahengi bozan aykırı seslerden uzaklaşmak ve ötekileştirmek için de yarayışlıydı. Üstelik linç, eylemin failliğini herkese bölüştürdüğü için cezalandırılana karşı merhamet ve empatinin gelişmesini de engelliyordu.

Bir cezalandırma eylemi olarak lincin en temel formu Elias Canetti’nin altını çizdiği “toplu öldürme arzusu” idi. Bunu işkence, teşhir etme, sürme ve toplumdan kovma gibi örnekler izler. Ancak lincin “bir iktidar aygıtı olarak” belki de en çarpıcı uygulamalarından biri Roma’ya aittir. Roma, lince hukuksal bir boyut kattı. İdam etmenin, toplumdan sürmenin ve hapsetmenin ötesinde cezalandırılan kişiyi bir nefret objesine dönüştürmenin yolunu buldu. Roma, yaşayan ölüye dönüştüren bu hukuka “homo sacer” dedi. Homo sacer, kelime anlamıyla “kutsanmış kişi” demek olsa ve bu anlamın alanı içinde olumlu karşılıklar bulunuyor gibi kastedilen negatif bir kutsamadır. Roma’nın homo sacer’i bireyi çıplak ve çaresiz bırakmanın mutlak noktasıdır. İşlediği günahın -ki bu çoğu zaman toplumsal boyutu olan bir bozgunculuk olarak belirlenir- kirlerinden arınmasının mümkün olmadığı düşünülen kişi artık ne bir vatandaş ne de hak sahibi özgür bir bireydir. Üstelik homo sacer bir köle ya da tutuklu da değildir. Hatta Roma ve çağdaşı toplumlarda kutsal görünen din adına “kurban olma / edilme”si de yasaktı. Toplumsal bir afaroz ve kişiyi “insan” tanımının dışına çıkaran bir tutumdu. Homo sacer, Roma’nın sokaklarında dolaşabilir, ancak öldürülürse kimse O’nun kanının hesabını sormazdı. Tüm topluma kanı helal sayılan ve bütün mensubiyetlerinin bir anda geçersiz kılındığı lanetlilik haliydi…

“Homo sacer” Roma’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından uzunca bir süre unutulmuş gibi göründü. Elbette bu kavramın ana motivasyonu olan linç, insanlığın hafızasında varlığını tüm canlılığı ile korudu. Ancak klasikten moderniteye doğru insanlığın evrimiyle linç yeniden “kurumsal” bir boyut kazandı. Bu kurumsallığı iki boyutla okumak mümkün. Birincisi Agamben, Zizek gibi düşünürlerin yeniden “homo sacer” kavramını gündem etmelerine neden olan iktidarın aldığı yeni biçim. İkincisi ise Cemil Meriç’in “ideolojiler insanlığa giydirilmiş deli gömlekleridir” sözündeki mefhumda saklı. Aslında her iki boyutuyla birlikte linç eyleminin kurumsal bir cezalandırma aygıtına çok daha güçlü biçimde dönüşmesinin modernite ile hayli yakın bir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.

İslamcılık açısından ise linç, iktidar bağlamından daha çok “ideoloji” başlığında tartışılmayı hak ediyor. Modernite ile birlikte iktidardan zaten tasfiye edilen İslamcılık, modern etkileşimlerle ideolojik bir form kazandıkça reflekslerini de değiştirir. Cemaatten ideolojiye doğru gelişen değişim aynı düşünce ekseni içinde birbirine toleransı olmayan bir dilin gelişmesine yol açtı. Bu durum, daha çok küçüldükçe daha çok ötekileştiren bir dilin arkasına sığınan “ideolojik öbekler”in bir tür siperlerine sığınma halidir. İletişim bariyerlerinin arttığı ve üstelik modernitenin etkilerini her yönden hissetmenin rahatsızlığını yaşayan İslamcılık kendi içindeki özeleştirileri bir “dağılma / çözülme” ya da “ihanet / ihbar” gibi değerlendirme eğilimine girdi. İşte linç, temel olarak düşmanlaştırıcı dilden beslendiği için diyaloğun zayıfladığı bu anlarda güçlenecek zemini de böylece bulmuş oldu.

Lincin yetmediği yerde “devleti çağırmak”

Her özeleştiriyi burnuna kan kokusu gelmişcesine öfkeyle karşılayan bu linç kültürünün giderek İslamcılığın içinde giderek güçlenmesi bir başka yazının konusu. Ancak kimi zaman linç eyleminin kendisi “yetersiz görüldüğünde” devletin de yardıma çağrıldığını görüyoruz. Daha önce birçok farklı isim için çağrılan devlet, günün birinde bu çağrıları cevaplamaya niyetlendiğinde linç “kansız bir operasyondan” kolayca çıkabilir. Daha kötüsü, lince uğrayan kişiyi muktedirler karşısında yalnız bırakan bu dil, İslamcılığın içindeki güven duygusunu da geri dönülemez biçimde yaralıyor.

Diğer taraftan linç ile cezalandırma eyleminin yaygınlaşması Nietszche’nin tanımıyla insanların “evcilleşmesi”ne neden oluyor. Bu durum çevrenin ve koşulların etkilerine karşı kendisini korunaksız hissedenlerin çoğalmasına da yol açıyor.

Sonuç olarak linç, kendisini herkesin sözcüsü ilan etmiş grupların “kamu vicdanı” tanımı ile gaddarlaşan bir eylemi olarak önümüzde durmaktadır. Hedef gösterdiği kişiyi yalnızlaştıran, kıskıvrak içine alan bu eylemin kendisiyle mücadele etmek İslamcılığın içindeki kan davalarını bitirici bir başlangıç olabilir. Daha da ötesinde linç etmek yerine anlamak ve düşüncenin kendisine odaklanmak özeleştirileri daha anlamlı tartışmaların mukaddimelerine dönüştürebilir.

1- Haksöz haberi: https://www.haksozhaber.net/freni-patlamis-kamyon-misali-150753h.htm
2- M. İslamoğlu’nun röportajı: https://www.youtube.com/watch?v=0WQW1cLBAXQ

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kötürümleşmeye Tuz Biber

Yayınlanma:

-

Birçok talihsiz aşamalardan geçmişti İslamcılığımız, belki kavramın kendisinden başlanarak sıralanabilir bunlar. Kolay olmadığını da kabul etmek gerekir bu sıralama faaliyetinin, kolay olan hiçbir şey yok.

Uzun asırlar boyunca kötürümleştirilmiş bir Müslüman tipolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmuyorduk aslında ama en azından tevhîdî/Kur’ânî süreçle tanışanların yaşadığı dönüşümü de tam kestirememiş olmakla suçlanabiliriz, kabul.

Halkın tabanda, dinî/manevi takviye ile mücehhez merkezî devlet/otorite güçlerine karşı örgütsüz kalmasının faturalarını modern dönem tanıkları olarak iki farklı biçimde tecrübe ettik. Dayatmacı/zorba modern süreçlerle de, nihayet önemli oranlarda onunla iç içe geçmiş sözüm ona dinî görünümlü süreçle de dindar halkın her karşılaşması bu kötürümleşmenin ürettiği düşük yoğunluklu tepkinin örneği olarak tarihe kayıtlanmıştır.

Bu ne kadar değiştirilebilir ya da değiştirilebilir mi, bundan emin değilim.

Tevhidle buluşma serüvenimizde tüm iyi niyetli çabalara rağmen Kur’an’la temasımızın tarihsel ön yargıları aşarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. İslam dünyasından yapılan özenli-özensiz çevirilerin de bu yetersizlikte elbette payı büyüktür.

Kur’an’ın özellikle siyasal kavram haritasının tüm gayretlere rağmen lâyıkıyla kavranılamadığını cesaretle savunmalıyız. “Salât”tan başlayarak “zekât”a, “şûrâ”dan “mescid-i haram”a, “dâru’s-selâm”dan “infak”a, “sabır”dan “teslimiyet”e uzanan ve oradan resullerin pratik örnekliğine varan çemberde sahih bir Kur’an kavrayışından mahrum kaldığımızı bugünkü tıkanıklığın sebeplerini irdelerken görebiliyoruz.

Az evvel değindiğimiz Müslüman kitlelerin kötürümleştirilme bahsine geri dönelim: Kur’an vurgusuyla yola çıkanların siyasal kavrayışlarındaki eksiklik ve zaafiyetlerle yüzleşmenin vakti çoktan gelip geçmiştir. Hem de çokça geçmiş durumdadır.

Geniş kalabalıklardaki kötürümleşmenin kalıcı olması hatta bu kötürümleşmenin güçlenerek Kur’ânî söylemi öne çıkaranları yutması karşısında en çarpıcı, can alıcı muhasebeyi yapma zorunluluğumuz var. Bunu yapmadıkça kaybetmeye devam edeceğiz.

İmparatorluklardan/ulus devlet otoriterliklerinden sıyrılabilmiş bir İslami siyasi perspektifimizin/söylemimizin olamaması, bir yandan Kur’an’ın ve resullerin örnekliğinin lâyıkıyla kavranılmadığını; diğer yandan da egemen dünya düzenini ve onu doğuran fikriyatı çözümlemede yetersiz kalındığını bize açıkça gösteriyor.

Buradaki her bir iddiayı açmak gerekecektir, bunun farkındayım. Esasen pek çok yazı ve pratikle bunun yapıldığını da savunabilirim. Kur’an ve siyerin örnek öğreticiliğini kavramaya niyet etmiş, mütekâmil bir seviyeyi tutturamamış olmakla birlikte epeyce yol almış ancak bir şekilde az ya da çok AKP ile yolunu kesiştirmiş tevhîdî çizgi mensuplarının yarattığı tahribat da bütün bu yetersizliklere tuz biber ekerek kötürümleşmeyi zirveye taşımıştır.

Zulme karşı adalet cephesinden yana olmanın ancak sağlam bir kavrayışla mümkün olabileceğini biliyoruz. Bu kavrayışın gereklerinden yeterince bahsettik. Eksik olan şey, bu kavrayışların tabii sonucu olarak boy vermesi gereken pratiktir.

Burada durup durup geri dönerek aynı soruları sorabiliriz hatta sormalıyız da!

Kötürümleştirici mezkûr süreçlerin gadrine uğramış kavramların algılanışlarını nasıl oldu da kurtaramadık; hem de onca tevhîdîlik iddialarına rağmen! Kurtarabildiklerimize ya da bizim dışımızda da seyreden fıtrî-vicdanî tecrübelere sırtımızı nasıl dönebildik!

Bu kısa yazı, 7 Ekim 2023’le başlayan Aksâ Tûfânı sürecindeki genel tutum alışlardaki zaafiyetlerin de köküne inme çabası olarak okunabilir. Belli bir yerden sonra adalet cephesinde rüzgâr/lar yaratma çağrılarına cevap vermeye tenezzül etmeyerek kötürümleşmede ısrarcı olan cenâhın yarattığı helâk aşaması da mümkün olabilir tabii; sünnetullahın tecellisi tarihsel bir bilgi değilse şayet!

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM