Connect with us

Köşe Yazıları

Freni Patlamış Bir “Linç” Kültürü

Yayınlanma:

-

İslamcı camianın takip ettiği sitelerden biri olan Haksöz Haber, geçtiğimiz günlerde bir haber yayımladıMustafa İslamoğlu’nun Karartv’deki röportajını konu edinen imzasız haber, linç eyleminin hâlâ ne denli güçlü bir cezalandırma aracı olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Ne yazık ki ilgili haber hem “habercilik etiği” hem de eleştirinin nasıl bir linç eylemine dönüşebileceğini göstermesi açısından talihsiz bir örnek.

Haber, İslamoğlu’nun konuşmasından küçük bir kesitle başlıyor. Kesiti izleyenler, haberin tazir içeriğini İslamoğlu’nun bir parça hakettiğini düşünebilir. Oysa konuşmanın tümünde İslamoğlu’nun “islamcılık” ve “gelenek” bağlamındaki eleştirisinin yine İslamcılığın içinde bir özeleştiri olarak yer aldığını biliyoruz. Röportaj, İslamcılığın bugün için yaşadığı tıkanıklıkların, geçmişten gelen kronik krizler olduğunun altını çiziyor.

Haksöz Haber’deki yazının “haber” olarak sorunları bir kenara kullandığı dilin de son derece rahatsız edici olduğunun altını çizmek gerekir. Diyaloğu değil çatışmayı, özeleştiriyi değil ötekileştirmeyi önceleyen bu dil, diğer taraftan açıkça hedef gösteriyor. Üstelik Haksöz, İslamcılık ve İslami hassasiyet sahibi herkesin sözcüsü gibi davranarak aynı zamanda bir niyet okumaya da girişiyor. Muhatabını alaya alan, o konuşmanın konusu olmayan yorumlarla tartışmanın odak alanını belirsizleştiren ve ironik biçimde sağcı devletçi çizgiyle arasına mesafe koymasını salık veren yazı, ahlaki anlamda da fazlasıyla sorunlu. Sonuçta İslamoğlu röportajında muhafazakarlıkla kendini kimliklendiren İslamcı iktidarın müslümanlar için bir umut olmaktan çok sorunları derinleştirdiğini söyleyerek bu tutumundan dolayı pişman olduğunu dile getiriyor. Oysa Haksöz camiasından isimlerin aynı dönemlerde Mustafa İslamoğlu ile Hilal TV’deki “Ulustan Ümmete” programında görülebileceği gibi iktidarı besleyen bir duruş sergilediklerini unutmamak gerekiyor. İslamoğlu’nun bu konudaki tevbesinin samimiyeti bir kenara Haksöz Haber’in eleştirisine “sağcı-devletçi” çizgiden ayrışmak üzerinden vermesi hayli düşündürücü. Herşeye rağmen Haksöz’ün de kendisini dahil ettiği İslamcılık kendi yürüyüşünde en çok bu üstten bakan, kendi çelişkilerinin özeleştirisini verememiş, küçümseyen ve sürekli samimiyet sorgulayıp niyet okuyan dilden çekmişti.

İlgili röportajda İslamoğlu Elif Çakır’ın imalı sorularına rağmen müslümanlığın çeperleri içinde olduğu vurgusunu sıkça yapsa ve kendi deneyimini dini bir ayrışma olarak görmese de Haksöz Haber için bu yeterli olmuyor. Haber son derece yakışıksız biçimde, muhatabına “itirafçı, muhbir” suçlamalarında bulunarak tamamlanıyor.

Diğer taraftan ilgili haberin İslamoğlu’nun konuşmasını bir bütün olarak yer vermek yerine sadece bir parçası üzerinden bütün içeriği mahkum etmesi de dikkati çekiyor. Bu açıdan haber, içerik açısından da okuyucusunu yanlış yönlendirerek bir algı inşasına girişiyor.

İslamoğlu’nun iddialarını sıralayan ve onlara dair cevaplar verecek bir usûl izlemek yerine tahkir eden bu üslup aslında içeriğin de Haksöz Haber tarafından gerçek anlamda değerlendirilmediğini gösteriyor. Örneğin ilgili röportajdan alıntılanan “İslamcılıktan uzaklaşmak” aslında İslamcılık ile ilgili yıllardır yapılan bir özeleştiridir. Kavramsal olarak modern dönemle birlikte tarihlendirilebilecek İslamcılık, en başından beri net bir tanıma kavuşamamıştır. Kavram, -müslümanlıkla ilgili- olmakla birlikte her zaman olumlu yorumlanmadığı gibi kimi zaman müslümanlığın modernite karşısındaki gerileyen pratiklerini ve düşünsel savrulmalarını tanımlamak için de kullanıldı. Bu açıdan Osmanlı’nın dağılma döneminden bugüne İslamcılığın hikayesi biraz da kavramın değişiminin hikayesi olarak düşünülebilir. Dolayısıyla bugün için İslamcılığın kavramsal tartışmaları veya İslamcılığı İslami hassasiyetlerin ve müslümanca yaşamanın mutlak karşılığı olmadığını savunan tezler “yeni” sayılamaz. Haliyle İslamcılık düşüncesi özeleştirisine önce kavramın anlam alanı ve pratikleri üzerinden başlamıştır.

Bu eleştirilerin bir boyutu ise İslamcılığın-röportaj bağlamında- Said Halim Paşa’dan günümüze giderek ideolojik bir görünüm alması üzerine oldu. “İdeoloji sözlüğü”ne göre dilini değiştiren İslamcılık günün sonunda “dava, kavga, mücadele, örgüt” üzerinden retoriğini belirleme eğilimindedir. Müslümanlığın “İslamcılık” ile birlikte aldığı yeni biçimin bir ideolojiyi andırması haliyle örgütlenme biçimini de etkiledi. Bu nedenle Türkiye özelinde 70’lerle tarihleyebileceğimiz bir dönemden bugüne dek İslamcılık kendi içindeki birçok öbeğin ideolojik bir formasyona kavuşmasına yol açmıştır. Dernekler, vakıflar, cemaatler hatta alabildiğine geleneksel görünümlü tarikatler bile bu formasyonun belirtilerini giderek “katılaşan” iletişimleri ile dışa vurdular.

Konunun kuramsal tarafı bir kenara, İslamcılığın ideolojik görünümünde sosyalist düşüncenin bir etken olduğunu unutmamak gerekir. İslamcılık açısından devrimci hareketlenmeler aynı dönem tüm dünyada bir “anti” olma durumunu yaşayan sosyalizmin de karşılık bulduğu dönemlerdi. Bu etkileşimin en görünür olumsuzluklarından biri gelenekle birlikte mahkum edilen “linç” eyleminin “hain” , “işbirlikçi” , “muhbir” kavramları ile yeniden hatırlanması üzerinden oldu. Artık muhalefeti cezalandırmanın ya da aynı eksenin içindeki farklı öbeklere karşı güç istencinin yeni aygıtları bulunmuş oldu. Elbette, İslam tarihi açısından “muhalifi susturma”, farklı düşünenleri itibarsızlaştırma yeni yüzleştiğimiz problemler değil. Ancak Kur’an ahlakına geri dönmeyi; geleneğin problemli pratiğine karşı Resulullah’ın örnekliği üzerinden öze dönüşü öncelemeyi tartışan “İslamcılık” açısından bu aşılması gereken bir başlık olmalıydı. Oysa ideolojik formasyon linç kültürü üzerinden geleneğin müslümanları sakat bırakan sorunlarına geri dönmüş oldu.

İşte İslamoğlu’nun röportajdaki İslamcılık eleştirisi yine bu bağlamda yani özeleştirinin her defasında “ihanet” ile damgalanmasına ve önce İslamcılık tarafından boğulmasına dairdi. Aynı düşünce ekseninin içindeki öbekler küçülüp / bölündükçe birbirine karşı daha az toleranslı, daha şiddetli ve daha çok ötekileştiren bir iletişimi tercih etmelerini İslamoğlu “kaleler kuran ve kendini kapatan” bir İslamcılık olarak tanımlıyor.

Röportajdaki diğer detayların hemen hemen tamamı İslamcılığın bir özeleştiri olarak hem kendine dönüp hem de geleneğe yöneltip sorduğu sorulardan oluşuyor. Elbette bu, İslamoğlu’nun son dönemde dile getirdiği fikirleri bir bütün olarak değerlendirmeye yetmeyecektir. Ancak sadece bu röportajdan yola çıkarak, üstelik İslamcılığın zaten kendi içindeki tartışma başlıklarını içeren bir konuşma üzerinden İslamoğlu’nu mahkum etmek ahlaki değil. Üstelik bu mahkumiyeti “işbirlikçi”, “freni patlamış kamyon”, “muhbir” gibi tanımlarla linç eylemine dönüştürmek kabul edilemez. Her farklı çıkış bir “niyet okuma” ile değerlendirilir, “ya bizden ya onlardansın” retoriği üzerinden cezalandırılırsa İslami düşünceyi yüzyıllardır sendeleten donuklaşmaya da geri dönülmüş olacaktır.

Diğer taraftan İslamoğlu örneği bir kenara linç eyleminin yaygınlaştığı bir toplumda kimse için “güvenli alan” kalmayacaktır. İtibarsızlaştırma, ötekileştirme ya da niyet okuma gibi eylemlerle mündemiç olan linç, açıkçası anlama ve anlaşılmanın bütün yollarını geçmişte olduğu gibi bugün de mühürler. Lince uğrayan, hain / işbirlikçi ilan edilen, toplumsal cezalandırma ile cezalandırılan için artık diyalog ve barış hiçbir zaman eski güvenilirliğini taşımayacaktır. Dolayısıyla linci bir aksiyon olarak kullanmanın “eleştirdiğine dönüşme”ye neden olmasına ve geri dönülemez sonuçlarına rağmen neden tercih edildiğini belki bu noktada tartışmaya açmak gerekiyor.

Linç kültürü ya da modern “homo sacer” yaratmak

Tarihin farklı dönemlerinde linç, toplumsal meşruiyetlerin hakim paradigma tarafından belirlenen sınırlarını korumak için kullanılan hayli güçlü bir araçtı. Sadece cezalandırmak için değil; aynı zamanda bütünlüğü / ahengi bozan aykırı seslerden uzaklaşmak ve ötekileştirmek için de yarayışlıydı. Üstelik linç, eylemin failliğini herkese bölüştürdüğü için cezalandırılana karşı merhamet ve empatinin gelişmesini de engelliyordu.

Bir cezalandırma eylemi olarak lincin en temel formu Elias Canetti’nin altını çizdiği “toplu öldürme arzusu” idi. Bunu işkence, teşhir etme, sürme ve toplumdan kovma gibi örnekler izler. Ancak lincin “bir iktidar aygıtı olarak” belki de en çarpıcı uygulamalarından biri Roma’ya aittir. Roma, lince hukuksal bir boyut kattı. İdam etmenin, toplumdan sürmenin ve hapsetmenin ötesinde cezalandırılan kişiyi bir nefret objesine dönüştürmenin yolunu buldu. Roma, yaşayan ölüye dönüştüren bu hukuka “homo sacer” dedi. Homo sacer, kelime anlamıyla “kutsanmış kişi” demek olsa ve bu anlamın alanı içinde olumlu karşılıklar bulunuyor gibi kastedilen negatif bir kutsamadır. Roma’nın homo sacer’i bireyi çıplak ve çaresiz bırakmanın mutlak noktasıdır. İşlediği günahın -ki bu çoğu zaman toplumsal boyutu olan bir bozgunculuk olarak belirlenir- kirlerinden arınmasının mümkün olmadığı düşünülen kişi artık ne bir vatandaş ne de hak sahibi özgür bir bireydir. Üstelik homo sacer bir köle ya da tutuklu da değildir. Hatta Roma ve çağdaşı toplumlarda kutsal görünen din adına “kurban olma / edilme”si de yasaktı. Toplumsal bir afaroz ve kişiyi “insan” tanımının dışına çıkaran bir tutumdu. Homo sacer, Roma’nın sokaklarında dolaşabilir, ancak öldürülürse kimse O’nun kanının hesabını sormazdı. Tüm topluma kanı helal sayılan ve bütün mensubiyetlerinin bir anda geçersiz kılındığı lanetlilik haliydi…

“Homo sacer” Roma’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından uzunca bir süre unutulmuş gibi göründü. Elbette bu kavramın ana motivasyonu olan linç, insanlığın hafızasında varlığını tüm canlılığı ile korudu. Ancak klasikten moderniteye doğru insanlığın evrimiyle linç yeniden “kurumsal” bir boyut kazandı. Bu kurumsallığı iki boyutla okumak mümkün. Birincisi Agamben, Zizek gibi düşünürlerin yeniden “homo sacer” kavramını gündem etmelerine neden olan iktidarın aldığı yeni biçim. İkincisi ise Cemil Meriç’in “ideolojiler insanlığa giydirilmiş deli gömlekleridir” sözündeki mefhumda saklı. Aslında her iki boyutuyla birlikte linç eyleminin kurumsal bir cezalandırma aygıtına çok daha güçlü biçimde dönüşmesinin modernite ile hayli yakın bir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.

İslamcılık açısından ise linç, iktidar bağlamından daha çok “ideoloji” başlığında tartışılmayı hak ediyor. Modernite ile birlikte iktidardan zaten tasfiye edilen İslamcılık, modern etkileşimlerle ideolojik bir form kazandıkça reflekslerini de değiştirir. Cemaatten ideolojiye doğru gelişen değişim aynı düşünce ekseni içinde birbirine toleransı olmayan bir dilin gelişmesine yol açtı. Bu durum, daha çok küçüldükçe daha çok ötekileştiren bir dilin arkasına sığınan “ideolojik öbekler”in bir tür siperlerine sığınma halidir. İletişim bariyerlerinin arttığı ve üstelik modernitenin etkilerini her yönden hissetmenin rahatsızlığını yaşayan İslamcılık kendi içindeki özeleştirileri bir “dağılma / çözülme” ya da “ihanet / ihbar” gibi değerlendirme eğilimine girdi. İşte linç, temel olarak düşmanlaştırıcı dilden beslendiği için diyaloğun zayıfladığı bu anlarda güçlenecek zemini de böylece bulmuş oldu.

Lincin yetmediği yerde “devleti çağırmak”

Her özeleştiriyi burnuna kan kokusu gelmişcesine öfkeyle karşılayan bu linç kültürünün giderek İslamcılığın içinde giderek güçlenmesi bir başka yazının konusu. Ancak kimi zaman linç eyleminin kendisi “yetersiz görüldüğünde” devletin de yardıma çağrıldığını görüyoruz. Daha önce birçok farklı isim için çağrılan devlet, günün birinde bu çağrıları cevaplamaya niyetlendiğinde linç “kansız bir operasyondan” kolayca çıkabilir. Daha kötüsü, lince uğrayan kişiyi muktedirler karşısında yalnız bırakan bu dil, İslamcılığın içindeki güven duygusunu da geri dönülemez biçimde yaralıyor.

Diğer taraftan linç ile cezalandırma eyleminin yaygınlaşması Nietszche’nin tanımıyla insanların “evcilleşmesi”ne neden oluyor. Bu durum çevrenin ve koşulların etkilerine karşı kendisini korunaksız hissedenlerin çoğalmasına da yol açıyor.

Sonuç olarak linç, kendisini herkesin sözcüsü ilan etmiş grupların “kamu vicdanı” tanımı ile gaddarlaşan bir eylemi olarak önümüzde durmaktadır. Hedef gösterdiği kişiyi yalnızlaştıran, kıskıvrak içine alan bu eylemin kendisiyle mücadele etmek İslamcılığın içindeki kan davalarını bitirici bir başlangıç olabilir. Daha da ötesinde linç etmek yerine anlamak ve düşüncenin kendisine odaklanmak özeleştirileri daha anlamlı tartışmaların mukaddimelerine dönüştürebilir.

1- Haksöz haberi: https://www.haksozhaber.net/freni-patlamis-kamyon-misali-150753h.htm
2- M. İslamoğlu’nun röportajı: https://www.youtube.com/watch?v=0WQW1cLBAXQ

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Nevzat Güngör: Köroğlu Değil Körünoğlu Geldi!

Yayınlanma:

-

“Gencin biri Köroğlu gibi namlı bir yiğit olmak ve halk tarafından sevilip sayılmak istediğinden gece gündüz demeden hep düşünüyormuş. Sonunda kendince bir yol bulmuş ve tutup babasının gözlerini kör etmiş. Böylelikle de halk arasında Körünoğlu olarak anılmaya başlamış.”

Koskoca romanlar bazen bir söz, bir koku, bir hatıra üzerine kurar otağını uçsuz bucaksız düzlüklere. Körünoğlu da bu kısacık mesele yaslıyor sırtını.

Roman başlı başına koskoca değildir elbette. Yazarlar, geniş-derinlikli evrende bir düzenek kurarlar. Şayet bu düzenek işlerse, roman “olur”. Kurmaca düzenek iyi işler, üstüne bir de zamanın sınamasından geçer ve evrenselleşirse, bu defa koca, dahası koskoca bir roman çıkar ortaya.

1972 doğumlu yazar Nevzat Güngör’ün geçen ay yayınlanmış ikinci romanı Körünoğlu okura 389 sayfa boyunca doludizgin giden bir macera sunuyor. Hızlı başlıyor, hızlı devam ediyor ve okurunu açık uçlu bir sonda kendi yoluna gitmek üzere yolcu ediyor. Yanında pek çok soru ve sorgulamayla birlikte.

Bu, bir olayı çözmeye ayarlanmış, gizem ve merakla çerçevelenmiş edebiyatla sınırlı bir kitap değil. Çok daha fazlasını vaad eden okumalara açık.

Bölüm başlıkları, başımızı eğip hangi kemerlerin altından geçeceğimize dair işaretler veriyor. Hoşuma giden birkaçı şunlar:

  1. Bölüm: Hakikat ile yalanın gölgesi ortak mıdır?
  2. Bölüm: Kâinat, Tanrının görmekte olduğu kâbusun adı mıdır?
  3. Bölüm: İnsan, doğanın zamana yayılmış intiharı mıdır?
  4. Bölüm: Aşk insanlığın yeni afyonu mudur?
  5. Bölüm: Dünya bir yalansa, bu yalanı kim, kime ve niye söylemiş?
  6. Bölüm: Cehalet mutluluk mudur?

Hikâye gayet sıradan bir aile içinde başlıyor. Kırk yaşındaki Ahmet, okumayı çok seven, kitaplara gömülmüş bir edebiyat öğretmenidir. On altı yıldır evli olduğu eşi Nurgül ve iki çocukları ile mutlu mesut bir hayatın içinde yaşayıp gidiyorken bir olay cereyan eder.

Yazar sanki Tolstoy’a selam ederek açılışı yapıyor. Anna Karanina’nın çokça alıntılanan o ilk cümlesini gömmüş ruhuna: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Erlend Loe, “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” adını vermişti romanına. Nevzat Güngör ise sık sık örselediği kahramanı Ahmet ile bildiğimiz dünyanın dışına çıkıyor ve okuru her şeye farklı gözle bakmak üzere peşinden sürüklüyor. Onun peşinden, içine düştüğümüz “yeni dünya”da olan biten tuhaflıkları garipserken esasında düşünce kaslarımızı kuvvetlendiriyoruz ister istemez.

Kısa cümlelerle tempolu bir koşu tutturmuş yazar. Kitabı eline alana “yarına bırakma” imkanı vermemek için tüm mazeretleri ortadan kaldırıyor. Çocuklar için yazan biri olarak ben de bu yöntemi mecburen kullanıyorum. Hemencecik sıkılıp kitabı bir kenara atacak zamane çocuklarının elini bırakmadan hoplayıp zıplayarak kitabın sonuna varmak kolay mı?

Roman boyunca bir Allah’ın kulu ile özdeşlik kuramıyoruz. Kimseye kendimizi yakın hissetmemiz pek mümkün görünmüyor. Bilhassa yabancılaştırılmış bir evrende, her şeyle ve herkesle mesafelenerek yürümeye yazgılıyız. Burası dünya ve alışmamız istenmiyor. Deplasmanın da deplasmanındayız.

Nevzat Güngör’ün Körünoğlu’dan önce yayınlanmış üç öykü kitabı var. Bu kitabın niteliği hakkında sizde bir önyargı oluşturmak adına bir önceki romanının künyesinden bahsedebilirim. 2014 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ilk romanı “Özgür Ölüler” Ömer Türkeş gibi bir duayenin editörlüğünde Ahmet Büke gibi saygın bir yazar tarafından yayına hazırlandı.

Buradan hareketle Körünoğlu’nun tek “kusur”unu da dile getirmiş oldum: Kitap büyük bir yayınevinin etiketini taşımıyor!

Nevzat Güngör keşfedilmeyi bekleyen (kimseyi beklemeden, has edebiyat ürünü eserlerini birbiri ardına okurla buluşturmaya hazır) büyük bir yazar. Kendisini Türk Edebiyatına tanıtmak gibi bir vazife (kamu hizmeti!) ifa edersem memnun olacağım.

Kapak tasarımı, özgün işlerin işçisi Murat Kurtuldu’ya ait. Bu vesileyle kendisini de anmış olalım.

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı

Yayınlanma:

-

Az ama özenli ve düzenli haber ve analizleri ile beş yıldır yayın hayatında olan ve kendine özgün bir yer edinen sitemiz YeniPencere’nin yazarlarından Murat Kurtuldu ile Aksa Tufanı sürecine dair söyleştik. 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana olanca ehemmiyet ve aciliyeti içinde gündemimizin birinci maddesi Gazze; açık ara Gazze! Çünkü Gazze’de dehşet verici bir dram yaşanıyor. Murat Kurtuldu ile Filistin Davasının bugünü ve içinde neş’et eden Direniş Çadırı’nı konuştuk. Bu yakıcı gündem içinde komple bir Filistin Dostu ile tanışacaksınız. Hem teorinin içinde “okumalar” yapan, hem sokaklarda eylem üreten, konuşan- eden bir isim kendisi. Muhabbete buyurun!

7 Ekim 2023’te Filistin’in Gazze şehrinde başlayan Aksa Tufanı sonrasında dünya İsrail’in soykırımına şahitlik ediyor 19 aydır. Bu süreçte dünyanın dört bir yanında halklar, Filistin’in özgürlüğü için ayağa kalkmışken Türkiye’de birkaç yeni oluşum sokakları hareketlendirdi. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’ndan bahsederek başlayalım istiyorum. 10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilde yürüyüş ve eylemlerle, sabır ve istikrarla kamuoyu oluşturmaya çalışıyor Direniş Çadırı. Adı nerden geliyor, nasıl bir oluşum bu, ne amaçlıyor?

Direniş Çadırı bir bakıma bıkkınlığın hikâyesi. Aksa Tufanı’ndan sonra Gazze’nin haklı mücadelesi için burada, bu topraklarda doğru soruları sormaktan imtina eden kötürümleşmiş sivil toplumun etkisizliğine tepkinin yalnızca bir örneği. 7 Ekim’den sonra az çok hareketlenen sokaklarda “Kahrolsun!” sloganlarının hamaseti dışında hiçbir önerisi olmayanlar bu tepkiyi doğurdu. Soykırıma karşı bir şey yapıyormuş gibi görünen bu çevrelerin niyetleri hakkında asıl şüpheye düşmemize neden olansa kendi “akredite” söylemleri dışında hiçbir slogana, öneriye, tepkiye, öfkeye izin vermemeleriydi. Bu tavır, pek çok insanda aidiyet duygusunun kırılmasına yol açtı.

Bence bu durum, kişisel olarak bir bıkkınlık duygusuna da yol açıyor. Günün sonunda kendinizi ifade edemiyorsanız, geriye iki seçenek kalıyor: Ya sessizleşeceksiniz ya da sesinizi yükseltebileceğiniz özgür bir alan inşa edeceksiniz.

Şunu da kabul edelim: Bu topraklarda, özellikle İslamcılığın sokak tecrübesi ve eylemlerle kendini ifade etme pratiği, yirmi küsur yıldır kurumsal-profesyonel STK’ların insafına bırakılmıştı. Kendiliğinden sokakta biriken, sırf hakikatin şahitliği için -üstelik hiç de konforlu olmayacak- eylemsellikleri galiba en son 2000’lerde, başörtüsü yasaklarına karşı deneyimlemiştik.

Gazze’deki yıkım ve soykırımın sıcaklığı her yana yayıldığında ise, yine gözümüzü bu kurumsal yapılara diktik. Sokakta ve toplumda tabanı olduğunu düşündüğümüz örgütlerin güçlü bir mevzi oluşturacaklarına inandık.

Bu noktada şunun altını çizmek gerekiyor: Gazze için sokağa çıkanlar her konuda uzlaşan, aynı hafızaya ve ideallere sahip değiller. Ancak onları sokağa çıkaran Gazze’deki soykırıma karşı harekete geçme, direnişin yanında siyonist ve emperyalist kuşatmanın karşısında olma duygusuydu. Bu motivasyon doğal olarak şunu bekledi: Gazze’deki katliamın birincil derecedeki faillerine sesimizi yükselttiğimiz kadar onların yerli işbirlikçilerine de itiraz gelişmeliydi. Çünkü katliamı mümkün kılan bir ölçüde devam eden ticaret, petrol sevkiyatı ve işgalcilerle her türlü işbirliğiydi. Ancak Filistin davasını hamasetle sahiplenen ve sokağı o güne dek “örgütleyen”ler, sıra işbirlikleri ifşa etmeye -bir bakıma ittifaklar kurduğu, ortaklaştığı ya da dayanıştığı mahalleyi eleştirmeye- gelince susmayı tercih ettiler. Vicdanlı birkaç gazetecinin ve aktivistin ortaya çıkardığı kanlı ortaklıklara karşı bu kurumsallıkların hiçbir etki yaratamayacağını kısa zamanda anladık. Belki de Filistin için yapılan gösterilerde “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganının atılmasına bile “tahammül edilememesi” kırılmayı yarattı.

Direniş Çadırı’nı da doğuran bu vasat, artık inisiyatif almayı vicdani ve ertelenemez bir sorumluluk olarak gören her yöreden insanın adım atmasıyla gelişti. Açıkçası Direniş çadırının ne ismi ne de organize olma biçiminde bir “hesap” ve “strateji” yok. Adı da zaten bu doğallıkta ortaya çıktı. İlk birkaç çağrıda 35 noktaya kadar çıkan eylemler bir plânlamayla gelişmedi. Zaten rahatsız ancak vicdanen sessiz kalamayacak insanların eylemleri bir araya gelmiş oldu.

Direniş Çadırı bir dernek / vakıf -yani bildiğimiz türden- bir stk olmayı düşünmedi. Logosu yok. Basın açıklamalarında kendini kategorik olarak bir markanın altında tanımlamıyor. Hatırlıyorum, Kocaeli’deki ilk eylemimizde polis bizi arayıp “Siz kimsiniz?” diye sorunca verdiğimiz cevaptan afallamıştı. “Vakıf değilsiniz, dernek değilsiniz, inisiyatif değilsiniz, peki kimsiniz?” demişti. Kategorik düşünmeye fazlasıyla alıştık. Bir eylemselliğin derin stratejik öngörülerle, hesaplı-kitaplı ve modern bir yapının gücüyle gelişmesi gerektiğine dair sarsılmaz bir inancımız var. İşte bu noktada Direniş Çadırı tecrübesi kurumsallaşmanın kısa vadeli faydasının dışında bir yozlaşma yarattığını fark ederek kendini konumladı ve markalardan – logolardan uzak durdu. Aslında modern dönemin kurumsallık ruhunu içeren stk’cılığın nasıl uzun vadede hakikatin yanında yer almak yerine ittifaklar, çıkarlar ile hareket edebildiğini ve beka meselesini her şeyin merkezine çok kolay alabildiğini fark ettik sanırım. Elbette sivilliğin bütün örnekleri, bütün “yan yana” gelme çabaları kategorik olarak mahkûm edilemez. Ancak dönüp kendi muhasebemizi yaptığımızda yapılarından, liderlerinden işaret gelmeden hakikatin şahitliğini yapma takatini bile kendinde bulamayan bir toplumsallığı ördük gibi görünüyor.

Artık bunun dışında hem bir bakıma “yataylığıyla” yeni hem de İslam’ın şahsiyeti özne yapan hafıza tazeleyecek örneklere ihtiyaç vardı, Direniş Çadırı işte bu deneyim içinde bir örnek olarak yerini aldı sanırım.

Biraz daha belirgin kılmak için sormak istiyorum: Nasıl bir çerçeve içinde hareket ediyorsunuz? Direniş Çadırı’nın olmazsa olmazları, sınırları neler? 

Bu coğrafyada alışık olmadığımız bir deneyimi ifade ediyor Direniş Çadırı. Çoğu zaman kendiliğinden gelişen, hesapsız ve politik kaygılara gerçekleri kurban etmemeye çalışan bir motivasyonu var. Bu nedenle dikey bir hiyerarşiyi barındırmıyor. Bir yöneticisi, yönetim kurulu, sekreteryası ya da strateji üretip mensuplarına yalnızca uygulama sorumluluğu yükleyen bir bakış açısı yok. Yatay biçimde gelişen dayanışmaya ve kim daha çok üretken olursa o kadar sorumluluk alma esasına dayanıyor.

Yatay ve dikey örgütlenme üzerine daha çok konuşmalıyız belki ama şunun özellikle altını çizmeliyiz: Yatay ilişki biçiminin her bireyi inisiyatif almaya zorlayan bir boyutu var. Eylemlerde bir emir-komuta zinciri inşa etmiyor, en azından. Sorumluluğu paylaştıran; herkesi gücü ve odak alanı açısından harekete geçirmeye motive eden bir sahiplenme duygusu geliştiriyor.

Bir diğer önemli farklılık da burada ortaya çıkıyor bence. Dikey hiyerarşinin boğucu kurumsallığından ve yapıyı hareketin merkezine alan “beka” söyleminden azade oluyoruz böylece. Bu nedenle Direniş Çadırı, başından beri çağrısına kulak veren hiçbir Filistin dostuna logo, isim, marka, kurumsallık dayatmadı. Hatta özellikle bundan kaçındı. Her birey, kendi yapıp ettikleri, inisiyatif alıp öne çıktığı söylemin/eylemin sorumluluğunu yüklenme iradesini gösterdi böylece. Bir ‘marka’nın ya da yapının ardına sığınma, sorumluluğu devretme kolaycılığına izin verilmedi. Bunun da bana kalırsa en büyük artısı mensubiyet duygusunun yapıyla değil, davayla ilişkili olarak gelişmesiydi.

Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde, farklı renklere ve ideolojik mevzilere rağmen soykırıma karşı anti-emperyalist ve anti-Siyonist itirazların kesişim noktasında duran Direniş Çadırı’nın görevi yalnızca “çağrıda” bulunmak oldu. Her bölge, grup ya da kişi bu çağrıya nasıl cevap vereceğini kendisi belirledi. Eylemlerinin uygulama biçimini ve sonuçlarını kendi meşreplerince üstlendi. Kimsenin kimseden doğrudan sorumlu olmadığı bir özgürlük alanını da böylece korumuş olduk. Dikey hiyerarşik yapılarda ortaya çıkan çok boyutlu uzlaşılara ve politik hesaplara da gerek kalmadı.

Direniş Çadırı yataylığına rağmen elbette çağrısına cevap verenlerin kimliklerinden ve bakış açılarından tümüyle bağımsız değil, olamaz da. Bu açıdan Direniş Çadırı’nın söyleminin merkezinde İslami reflekslerin bir “uzlaşma” noktasına dönüştüğünün altını çizmeliyiz. Bu uzlaşı aynı zamanda yalnızca karşıtlık üzerinden uçucu bir kampanya siyaseti üretilmesinin de önüne geçiyor. Anti-emperyalist, anti-Siyonist perspektifin aynı zamanda geniş çerçevede bu uzlaşma noktasına dayanan ideal tanımları, mücadele ekseni ve belirli önerileri var.

Yine belki bu uzlaşının bir diğer boyutu da eylemsellikte tercih ettiğimiz “şiddetsiz” yöntemlerle ilgili olabilir. Soykırımcılara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı gelişen mücadelenin zorlayıcı bir boyut taşıması gerektiğine inanıyoruz. Üstelik bu durum sokakta kimi zaman uzlaşıyı tamamen kapatan direngen bir iradeyi de gerektiriyor. Fakat tüm bu adımları gerçekleştirirken şiddeti araçsallaştırmaktan kaçınıyoruz.

Direniş Çadırı’nın Gazze’deki soykırımın gerekli kıldığı aciliyet içinde Türkiye’yi yöneten iktidara ve topluma çağrısı nedir? 

En başından beri tek bir taleple ilgilendik: Gazze’deki soykırımın faillerini bu topraklardan besleyen tüm siyasi, ekonomik ve sosyolojik ilişkiler kesilmelidir. Ertelenemez bir gündem olan soykırım ile ilgili hamasetin yalnızca vahşeti derinleştirdiğini ve işbirlikçileri görünmez kıldığını ifade ettik. Bu nedenle sokaklarda, liman önlerinde, işbirlikçi sermayenin ve iktidarın kapısında hep somut talepleri yükselttik.

Çünkü şunu iyi biliyoruz: Türkiye’nin İsrail’e uygulayacağı tam boykot sonuç verici olacaktır. Yemen’in örnekliği de bizi bunu gösterdi. Küresel kapitalist sistem ne sandığımız kadar güçlü ne de aşılamaz bir kuşatma var. Bu düzenin en büyük silahı yarattığı “yenilmezlik” yanılsaması. Bir tür öğrenilmiş çaresizlik durumu yaşıyoruz. Ne yazık ki bu çaresizlik duygusu sermayenin de işine geliyor. Küresel ekonomik dengeler söyleminin arkasına sığınarak Gazze’nin katilleriyle iş tutmaya, savaşın o çok kanlı rantını paylaşmaya devam ediyorlar. Siyasi irade de bu çaresizlik duygusundan besleniyor. Kamuoyu önünde kitlelerin öfkesini soğuran en üst perdeden açıklamalara rağmen hiçbir somut adım atmamasını bu gerekçeyle perdeliyor.

İşte Direniş Çadırı ve aynı mevzideki diğer hareketler bu algı manipülasyonunu kırmaya odaklı. Şunu diyoruz: Dünya düzeni kuşatıcı görünümüyle aynı oranda kırılgan. Atılamaz denilen adımlardan herhangi birinin kararlılıkla uygulanması bile siyonist saldırganlığı fiilen durdurabilecek bir süreci başlatabilir. Yöneticiler, iktidar sahipleri bu adımları atmıyorlarsa bilin ki size sunulanın dışında sadece iki gerekçe olabilir: Ya Türkiye emperyalist bloktadır, suç ortağıdır ya da egemenliği sınırlı, belirsiz ve etkisizdir. Her ikisi de bu düzenin meşruiyetini temelden sarsar. Bu nedenle sadece Gazze’nin değil bu düzenin tarafında olan bütün ülkelerin ve halklarının kuşatma altında olduğunu bilin. Kuşatma altında olduğumuzu bilelim.

Talep ve çağrı ne denli haklı ve gerekli olsa da ne toplumdan ne de iktidardan karşılık buluyor. Beklentinin çok altında kaldığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bunun sebepleri nedir? 

Aslında buna çok katılmıyorum. Genelde şöyle bir önyargıyı taşıyoruz: Büyük tarihsel kırılmalar ciddi ön hazırlıklara, dalga dalga büyüyen tepkilere bağlıdır. Bugünden geriye doğru baktığımızda tarihi yukarıdan izlemenin bir yanılgısı olarak kusursuz bir örüntü, neden-sonuç ilişkilerinin ilmek ilmek ördüğü bir hikâye izliyoruz. Oysa tarih, bir kırılmalar, sıçrayışlar öyküsüdür. Başta Peygamberler bir sıçrayıştır, kırılmalıdır. Büyük çöküşler, büyük dönemeçler yaşayanlar için genellikle aniden denilebilecek kadar kısa sürede olgunlaşır ve şekillenir.

Tarihin “sürpriz faktörü” diyorum ben buna. Ne yazık ki modernite her konuda olduğu gibi tarihi algımızı da yeniden yapılandırdı. Kırılmalara, sıçrayışlara değil çok sıkı neden-sonuç ilişkilerine bakar olduk. Bu da hayli takat düşüren bir anlayış! Ne olursa olsun adil şahitliğini ortaya koymaya niyetli insanı da geriye çekiyor. Oysa Kur’an Bakara Suresinde “azların çoklara” galibiyetini anlatırken, Enfal Suresinde “Onlar plân yaparken Allah da plân yapıyordu” derken her şeyin düşünüldüğü kadar mekanik, kesif ve aşılamaz bir neden-sonuç ilişkisi üzerinden yürümediğini, Allah’ın yardımını hatırlatıyordu.

Ben bundan dolayı eylemlerimizin ne kadar karşılık bulduğu konusundaki göstergelerin yanıltıcı olabileceğini düşünüyorum. Sadece romantik bir hüsn-ü niyet olarak da değil üstelik. Dikkatli bakıldığında bunun emarelerinin göz kırptığını da görüyorum.

Bir örnek vereyim; “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” söylemini ısrarla vurguladığımız ama toplumda karşılık bulmadığını düşündüğümüz günlerde -ambargo kararından önce- Cumhurbaşkanının Kocaeli’ndeki mitingine arkadaşlarımızla katıldık. Amacımız yine bu talebi yükseltmek, bir pankart açmaktı. Miting alanına girişte pankartımız fark edildi ve arkadaşımız gözaltına alındı. Kardeşimizin yanında olmak için karakola gittiğimizde olağandışı bir kalabalık fark ettik. Sonradan öğrendik ki mitinge aynen bizim gibi gelmiş kişiler varmış. Hepsinde aynı slogan. Kimi kâğıda yazmış gelmiş, kimi bir beze yazıp gelmiş. Aralarında tek başına miting alanına gelen orta yaşlarda bir ablamız da vardı, uzak bir ilçeden gelen sakallı, sarıklı kardeşlerimiz de. Hepsinin ortak noktası kimsenin birbirini tanımaması, birbirinden habersiz olunmasıydı!

Biz, “Sesimizi acaba kim duyuyor?” diye hayıflanırken Rabbimiz bizleri buluşturdu, yalnız olmadığımızı, bir tür “dip dalga”nın geldiğini gösterdi. Nitekim iktidar da bunu fark etmiş olmalı ki “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” diyenler sayıca az olmalarına, kitlesel bir eylemsellik ortaya koyacak güçte olmamalarına rağmen kısıtlama ve ambargo kararı alındı. Düzen, anlatısının bir anda yıkılacak büyük bir boşluğa düştüğünü ve bu halüsinatif durumun fark edildiğini gördü çünkü.

Sonuç olarak soykırım karşıtlarının hamasetten uzak söylemlerinin karşılık bulmadığını söylemek çok doğru değil. Bunun aksi göstergeler var. Fakat evet, bu tepki bir türlü kamusallaşamıyor, kitlesel bir boyut kazanamıyor. Nedenlerini konuşmak için Türkiye’de hafızasında “Filistin” olan iki başat mahallenin deneyimlerine bakmak gerekiyor.

İstisnaları olmakla birlikte, Müslümanlar, son 20 yıldır sokakta değillerdi, farklı biçimde kendi eylemselliklerini üretiyorlardı. Müslümanlığın siyasal bilincine sahip küçük öbekler daha dar alanlarda kalmayı tercih ettiler, değişimin sokakla ilişkisini unuttular hatta sokağı küçümsediler. Muhafazakârlık ise bütünüyle iktidarın aparatı haline gelmişti zaten, başkası da beklenemezdi. Tarih boyunca -özellikle Türkiye’nin modern tarihi açısından- mevcut durum muhafazakârlıktan beslendi.

Filistin mücadelesine gönül veren solun ise farklı sorunları vardı. Büyük bir sekterleşme hâli içinde takatsiz kalmıştı. Gazze direnişinin İslami motivasyonlarını bir geri çekilme gerekçesi olarak gördü. Elbette her şeye rağmen Gazze’nin birlikte dövüşen ve toprağa birlikte düşen savaşçıları gibi alandan hiç çekilmeyenler de vardı ama bu, yeterli olamadı.

Yine de umutsuz olmaya gerek yok. “Hayal kırıklığı” atakları geçiriyoruz bazen ama bilelim ki Gazze’nin omuz omuza direnişi dünyanın her yerindeki aktivistleri de birbirine bitiştirdi. Norveç’ten Türkiye’ye Japonya’dan ABD’ye kadar dünyanın her yerinde küresel düzenin kuşatıcılığının farkına varan ve artık bu düzenin gizlenemeyeceğini; özgürlük ve refah söyleminin ardına saklanamayacağını haykırıyorlar. Bu tarihi şahitlik elbette ki benzersiz bir mevzi oluşturdu.

Gerçekçi olmak gerekirse Gazze’nin, daha genelde de Filistin’in geleceği konusunda ne kadar umut var? İsrail işgalinin göstergesi her geçen sene daha da delik deşik hâle gelen Filistin haritasına baktığınızda siz nasıl bir gelecek görüyorsunuz? 

Umut etmek için siyaseti iyi bilenlerin görüşlerine, askeri uzmanların analizlerine ihtiyacımız yok artık. Yemen’in mücadelesi, Gazze’nin direnişi bize gösterdi ki kolayca paramparça olacak bir halüsinatif durumun içindeyiz. Bu belki ilk kez toplumsal tabanda bir karşılık buldu. Düzenin anlatısı parçalandı. Filistin’de o denli çok tohum toprağa ekildi ki artık bu coğrafyanın her yerinde yeni bir örneklik tomurcuklanmaya müsait. Gazze’yi aylardır yedi düvelle birlikte alaşağı etmeye çalışanlar; ekine, nesle, taşa, toprağa bile öfke kusanların bir türlü istedikleri sonucu alamamaları kudretlerinin sınırları hakkında bize çok şey söylüyor.

16. yüzyılda yaşamış Boetie’nin sözünü anımsıyorum: “Pek çok insan, pek çok köy, pek çok şehir, pek çok ülke bazen tek bir tiranın yönetiminden ıstırap çeker; oysa bu tiranın, onların kendisine verdiği güçten başka bir gücü yoktur ve bu tiran, onlar kendisiyle çatışmak yerine katlanmayı tercih ettiği sürece onlara hiçbir zarar vermez.” Küresel tiranlığa karşı tüm halkların katılımına açık ve yalnızca bir “fark ediş”e bakacak bir küresel direniş de gelişiyor. Gazze bunu bize öğretiyor. Gazze önce kuşatmada olduğumuzu bize fark ettirdi ardından bu kuşatmanın “anlatıldığı” kadar aşılamaz olmadığını kanıtladı.

Ümitvâr olmak için tarihin daha uygun bir zamanı pek az bulunur.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Gazze Direnişine Bir Tanıklık Süreci: Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide

Yayınlanma:

-

Filistin mücadelesi, üzerimizdeki ölü toprağını kısmen de olsa atmamız sonucunu doğuran bir berekete sahip. Bir yandan, “Yaşasın küresel intifada” sloganının hayat bulduğunu görmenin mutluluğunu yaşarken öte yandan yeni insanlar, yeni yol arkadaşları tanıyoruz. Salih Ulusal da Aksa Tufanı sürecinde tanıdığımız o “sıra dışı” insanlardan biri. “Tanımamız, Tanışmamız Gereken Filistin Dostları” adlı bir liste hazırlansa, bana göre o listede yer alması elzem bir isim. Tanıyalım, tanış olalım diye okurların dikkatine sunuyorum bu kısa röportajı. Gerisi size kalıyor.

Nerede, nasıl bir ailede doğdunuz? Nasıl bir çocukluk geçirdiğinizden kısaca bahseder misiniz?

Trabzon’un Of ilçesinde doğdum. Çocukluğum kışın ilçe merkezinde yazın ise Ballıca (Melnoz) köyünde geçerdi. Of’ta oturduğumuz bina da bir aile binası idi. Babam ve amcalarımla hep birlikte o çatı altında huzurlu bir geniş aile içinde yetiştik. İslam’ın emirlerine son derece iltizam eden bir aile içinde büyüdüm. Babamlar beş vakit namazlarını camide eda eder, nerde bir vaaz ve irşad meclisi varsa oraya giderler, bizleri de çoğu zaman yanlarında götürürlerdi. Ortaokul eğitimim zamanlarında okuldan çıktıktan sonra Büyük Camii imamının evine gidip Kur’an-ı Kerim ve Dini Bilgiler eğitimi alıyorduk. O zamanlar aile olarak büyüklerimiz siyasi olarak Refah Partisi teşkilatlarında aktif çalıştıkları için siyasi olarak da bir bilinç oluşuyordu toy zihinlerimizde. Hatta okulda bir öğretmenimiz beni tahtaya şarkı söylemem için çıkartmış ben de televizyonumuz olmadığı için (aile binamızda televizyon hoş karşılanmaz) şarkı bilmediğimi söylemiştim. Öğretmenimiz ısrar edince nameli bir şekilde ‘”Refah gelecek zulüm bitecek’’ diye söylenmeye başlayınca yerime oturtulmuştum:) Daha sonra ortaokul eğitiminin ardından şu an yöneticisi olarak görev yapmakta olduğum Cumapazarı Merkez Kur’an Kursuna başlayıp hafızlık eğitimimi (2002-2004) tamamladım.

İslam dünyasını takip ediyor, Arapça konuşulan coğrafyalarla irtibatlar kuruyorsunuz. İslami ilimlere dair tahsilinizi ilerletip Arapça okur-yazarlığa geçişinizin hikâyesini anlatır mısınız?

Hafızlıktan sonra elhamdülillah benim için en önemli geçiş noktası Arapça ve İslami ilimler tahsiline geçiş yapmam oldu. Of’ta bulunan ve İsmailağa Cemaatine bağlı olan bir medresede eğitime başladım. Hayatımda en verimli yıllar o medresede geçirdiğim zamanlar olmuştu. İslam coğrafyasına olan ilgim bu yıllarımda daha da artmıştı. Çeçenistan, Irak, Keşmir, Bosna-Hersek, Yemen ve Filistin gibi mazlum coğrafyalarda cereyan eden olaylar benim yüreğimde ağır yer ediniyor, duygu ve düşünce yapımı şekillendiriyordu. Öyle ki Arapça ders kitaplarımın kenar boşluklarına o coğrafyalara duyduğum ilgimi yansıttığım sözler ve şiirler yazardım.

Daha sonra Arapça temel eğitimimi tamamlayıp Diyanette de göreve başladığım zamanlar eski baskı Arapça bir kitabı bilgisayar hattına geçirme çalışması yapmaya başlamıştım. O zaman ilk olarak aklıma gelmişti, sosyal medya aracılığı ile Arap coğrafyasındaki, özellikle Filistin’deki kardeşlerimizle irtibata geçmek. Hem Arapça biliyor olmak hem de bilgisayarımın olmasını fırsata çevirip 2010 yıllından bugüne nice arkadaşlıklar edindim. Hâliyle özellikle Filistin konusundaki ilgim ve ihtimamım daha çok arttı. Özellikle Gazze konusunda araştırmalar yapıyor, Arapça kaynaklardan bilgiler ediniyordum. Bu konuda Arapça hazırlanmış videolar buluyor onlara Türkçe altyazı ekleyerek çeşitli mecralarda yayımlıyordum. Artık öyle hâl aldım ki, yıllarımı verdiğim tefsir, hadis, fıkıh gibi İslami ilimlerle olan ilgim azalıp tamamen ilk kıblemiz Mescid-i Aksa’mızın işgal altında olup Müslümanların çeşitli zulümlere maruz kaldığı Filistin meselesine yoğunlaştım.

Oralardan edindiğim arkadaşlarla çeşitli araştırma gruplarına katıldım. Bunlardan biri de ‘”özgürlük meşaleleri’’ adı ile işgal hapishanelerindeki Filistinli esirlerin durumlarını araştırdığımız grubumuz idi. Bu vesileyle Ürdün’de bulunan ‘”Mülteciler Eğitim Akademisi’’nde online ‘”Beyt’ül Makdis Tarihi Dersleri’’ akademisine katılıp oradan sertifika aldım. Bu eğitim bana gerek Filistin tarihi hakkında ve gerekse devam eden işgalin boyutları hakkında çok şey katmıştı. Bir yandan da Filistinli esirler hakkında daha fazla araştırmalar yapma merakını sağlamıştı. Ürdün’de yapılan ve şu an işgal hapishanelerinde 67 kez  müebbet hapis cezasına mahkum edilmiş esir komutan Abdullah Galip Bergusi’nin ‘”Kan Kokulu Güller’’ isimli kitabının tanıtım programına ve Tunus’ta esirler hakkında yapılan bir konferansa çevrimiçi konuşmacı olarak katıldım.

Bütün bu merhaleler beni Filistin meselesinde hem duygusal anlamda hem de bilgi noktasında daha çok derinleştirdi. Yalnız pişmanlığını çektiğim en önemli husus; bugüne kadar yaptığım araştırmaları sosyal medya paylaşımlarında yazdığım makaleleri arşivlemedim ve kapatılan hesaplarım ile eskiye dayalı o çalışmaların çoğu silindi gitti. Yine de geriye dönüp baktığımda “elhamdülillah” diyorum, Filistin meselesi beni anlamlı bir gündeme bağladı ve futbol, dizi vb. boş meşgalelerle vakit kaybetmekten korudu. Rabbim bana zamanlarımı Peygamber Efendimiz (sav)’in mesragahı Mescid-i Aksa’nın uzaktan da olsa bir murabıtı olarak geçirme nimetini bahşetti. Medrese hayatımdan beri Filistin meselesiyle bu şekilde ilgilenmem arkadaşlarım arasında “mukavim” yani “direnişçi” lakabıyla anılmama da vesile oldu.

7 Ekim Aksa Tufanı sonrası sokaklarda eylemlilik hâlindeki ekiplerle tanışmanız nasıl oldu?

Aksa Tufanı başladıktan sonra tabii ki her çevrede bir hareketlilik bir eylemlilik başlamıştı. Mitingler, basın açıklamaları, sınır konvoyları vs. yapılıyor biz de onlara katılıyorduk ancak içimde bu eylemlere yönelik bir eksiklik hissediyordum, asla tatmin olmuyordum. STK öncüsü hocalarımıza, ağabeylerimize devamlı olarak bu eylemlerin yetersiz olduğunu, somut eylemler, netice odaklı eylemler ortaya koymamız gerektiğini dile getiriyordum. Bir gün sosyal medyada İstanbul ve Ankara başta olmak üzere ‘’Direniş Çadırı’’ adı ile bazı kimselerin Türkiye-İsrail arasındaki ticari ilişkilerin kesilmesine, İncirlik ve Kürecik üslerinin kapatılmasına yönelik söylemleri dile getirdiklerini gördüm. Takip etmeye, sosyal medyada destek olmaya başladım. Daha sonra Trabzon’da da bu eylemin yapıldığını fark edince onlarla irtibata geçtim ve eylemlerine katılmaya başladım. Kendilerini daha önce tanımıyor olmama rağmen onlarla kısa sürece kaynaştım, ünsiyet kurdum çünkü derdimiz ve davamız aynı idi.

Gazze’deki soykırımı durdurmak için bir yılı aşkın süredir sayıca küçük bir grup Filistin Dostu ile ısrarla eylemlilik hâlindesiniz. Bu süreç sizin için zorlayıcı oldu mu? Artıları eksileri ile değerlendirir misiniz?

Evet, 1 yılı aşkın süredir genelde Direniş Çadırı, özelde ise Trabzon ekibi olarak beraber eylemlerimizi sürdürüyoruz. Öncelikle şunu söyleyeyim: ‘Gazzeli kardeşlerimizin canını vererek bedel ödediği bir davada biz karşılaşacağımız zorluklara aldırış etmemeliyiz!’, düşüncesinde olduk. Karşımıza birtakım zorluklar çıktı çünkü azınlık idik, rüzgâr arkamızdan esmiyor aksine karşımızdan esiyordu. Söylemlerimiz koltuklardakileri ve onların el pençe durduğu kitleleri rahatsız ediyordu. Sonuç odaklı somut adımlar getirecek eylemler yapmaya devam ettik ancak ticaretin sözde kısıtlanması veya sözde durdurulması dışında herhangi bir sonuca ulaşamadık. Ancak biliyoruz ki biz seferden sorumluyuz, zaferden değil! Allah’ın huzurunda vereceğimiz hesabımız en azından hafif olsun diye pes etmedik, yılmadık. Artılarını icraat olarak görmedik lâkin inanıyoruz ki Rabbimiz bizleri çoğunluğun zillet suskunluğuna büründüğü bir zamanda izzetli haykırışı yapanlar olarak, hak sözün sedasını yükseltenler olarak haşr edecektir. Bu eylemleri yaptığımız için bizlere atılan çirkin iftiraları, hadsiz yaftaları ve görevlerimizde ayaklarımıza konulan taşları Aksa Tufanı’nın bir parçası olarak kabul edecek ve o şekilde mükâfatlandıracaktır.

Küçük bir şehrin kasabasında sizi içinde bulunduğunuz toplumsal yapıdan ve meslektaşlarınızdan böylesine bariz şekilde ayrıştıran ne oldu?

Aslında tek kelime ile Filistin diyebilirim. Hayatın karşıma çıkardığı her yapıyı ve bireyi Filistin süzgecinden geçirdim. Çünkü Filistin benim için her zaman Ebu Ubeyde’nin dediği gibi insanların gerçek yüzünü er ya da geç ortaya çıkaran bir turnusol kâğıdı niteliğinde olmuştur. Filistin’in çeşitli bölgelerinde özellikle ilk kıblemiz Peygamberimiz (sav)’in miraç toprağı olan Mescid-i Aksa’mızda işgalciler zulümlerini baskılarını sürdürürken, işgal boyutlarına boyut katarken, zamansal ve mekânsal bölünme plânlarını her geçen gün uygulamaya devam ederken maalesef içinde bulunduğum ve yetiştiğim toplumsal yapıların bunca olanlara duyarsız kalmaları, meslektaşlarımın miraç kandillerinde edebiyatını yaptıkları toprakların işgaline kör ve sağır kesilmeleri beni o davada daha çok yoğunlaşıp çalışmaya sevk etmiştir. Çünkü Filistin bir coğrafi mesele değil bir inanç meselesidir. Orası bizlere İslam’ın ilk kıblesi, peygamberimizin emaneti olarak sahip çıkmamız gereken bir kutsal olarak kalmıştır.

Aksa Tufanı, Filistin konusunda duyarlı her Müslüman’ın hatta vicdan sahibi her insanın hayatında az çok bir kırılmaya yol açtı. Dediğiniz gibi, bir turnusol kâğıdı işlevi gördü.  On dokuz ayın ardından dönüp baktığınızda Aksa Tufanı sizin için nasıl bir muhasebeye tekabül ediyor?

Başlaması açısından benim için öncekilerden farklı değildi Aksa Tufanı. Zira ‘Kudüs Kılıcı’ savaşı, ‘Çiğnenmiş Ekinler’ savaşı, ‘Pişmiş Taşlar’’ savaşı gibi Gazze yine İslam’ın onuru ve mukaddesatı için kendisini ateş çemberinin içine atmıştı. Ancak elbette ki Aksa Tufanı’ndan beklentiler farklı idi. Bütün İslam ümmetinde gerçek anlamda kırılmaların yaşanması, zincirlerin kırılması ve izzetli bir cihadın baş gösterip Siyonist işgalin son bulması beklentilerini boşa çıkarmıştı her geçen zaman. Nihayetinde 19 aylık uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen İslam ümmetinden beklenen bu kırılma gerçekleşmedi ve “Küresel İntifada” olması beklenen tufan, Gazze’de sıkışıp kaldı. Vicdanlı azınlıkların dışında maalesef yeterli desteği göremedi. Aksa Tufanı bizlere vicdan ve iman muhasebesini yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini hatırlattı. Ne kadar insanız? Ne kadar Müslümanız? Gayrimüslimlerin bile vicdan dürtüleri ile ayaklandığını gördük ancak maalesef biz Müslümanlar, din kardeşi olmanın gereği olarak ‘’Müslüman, Müslüman kardeşine zulmetmez, onu zulme terk etmez!’’ hadisi gereğince onlara sahip çıkamadık.

Aksa Tufanı, aynı zamanda içinde bulunduğumuz din olgusunu da sorgulamamız gerektiğini bizlere hatırlattı. Bu noktada Gazze halkının din anlayışı ile dünya üzerindeki diğer Müslüman nüfusun din anlayışının çok farklı olduğunu fark ettik. Onlarda Allah’a eğilen başlar başka hiçbir güç karşısında eğilmezken bizde “baş”lar; makam karşısında eğiliyor, para karşısında eğiliyor, akademik kariyer karşısında eğiliyor. Peygamberimiz (sav)’den rivayet edilen bir hadiste bildirilen ‘’Kur’an bir vadide, onlar başka bir vadide olacaklar!’’ zamanı sanki bu zaman. Kur’an ile hemhâl olan Gazze halkı bir vadide, yeryüzündeki diğer âlem-i İslam başka bir vadidedir.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x