Connect with us

Köşe Yazıları

Freni Patlamış Bir “Linç” Kültürü

Yayınlanma:

-

İslamcı camianın takip ettiği sitelerden biri olan Haksöz Haber, geçtiğimiz günlerde bir haber yayımladıMustafa İslamoğlu’nun Karartv’deki röportajını konu edinen imzasız haber, linç eyleminin hâlâ ne denli güçlü bir cezalandırma aracı olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Ne yazık ki ilgili haber hem “habercilik etiği” hem de eleştirinin nasıl bir linç eylemine dönüşebileceğini göstermesi açısından talihsiz bir örnek.

Haber, İslamoğlu’nun konuşmasından küçük bir kesitle başlıyor. Kesiti izleyenler, haberin tazir içeriğini İslamoğlu’nun bir parça hakettiğini düşünebilir. Oysa konuşmanın tümünde İslamoğlu’nun “islamcılık” ve “gelenek” bağlamındaki eleştirisinin yine İslamcılığın içinde bir özeleştiri olarak yer aldığını biliyoruz. Röportaj, İslamcılığın bugün için yaşadığı tıkanıklıkların, geçmişten gelen kronik krizler olduğunun altını çiziyor.

Haksöz Haber’deki yazının “haber” olarak sorunları bir kenara kullandığı dilin de son derece rahatsız edici olduğunun altını çizmek gerekir. Diyaloğu değil çatışmayı, özeleştiriyi değil ötekileştirmeyi önceleyen bu dil, diğer taraftan açıkça hedef gösteriyor. Üstelik Haksöz, İslamcılık ve İslami hassasiyet sahibi herkesin sözcüsü gibi davranarak aynı zamanda bir niyet okumaya da girişiyor. Muhatabını alaya alan, o konuşmanın konusu olmayan yorumlarla tartışmanın odak alanını belirsizleştiren ve ironik biçimde sağcı devletçi çizgiyle arasına mesafe koymasını salık veren yazı, ahlaki anlamda da fazlasıyla sorunlu. Sonuçta İslamoğlu röportajında muhafazakarlıkla kendini kimliklendiren İslamcı iktidarın müslümanlar için bir umut olmaktan çok sorunları derinleştirdiğini söyleyerek bu tutumundan dolayı pişman olduğunu dile getiriyor. Oysa Haksöz camiasından isimlerin aynı dönemlerde Mustafa İslamoğlu ile Hilal TV’deki “Ulustan Ümmete” programında görülebileceği gibi iktidarı besleyen bir duruş sergilediklerini unutmamak gerekiyor. İslamoğlu’nun bu konudaki tevbesinin samimiyeti bir kenara Haksöz Haber’in eleştirisine “sağcı-devletçi” çizgiden ayrışmak üzerinden vermesi hayli düşündürücü. Herşeye rağmen Haksöz’ün de kendisini dahil ettiği İslamcılık kendi yürüyüşünde en çok bu üstten bakan, kendi çelişkilerinin özeleştirisini verememiş, küçümseyen ve sürekli samimiyet sorgulayıp niyet okuyan dilden çekmişti.

İlgili röportajda İslamoğlu Elif Çakır’ın imalı sorularına rağmen müslümanlığın çeperleri içinde olduğu vurgusunu sıkça yapsa ve kendi deneyimini dini bir ayrışma olarak görmese de Haksöz Haber için bu yeterli olmuyor. Haber son derece yakışıksız biçimde, muhatabına “itirafçı, muhbir” suçlamalarında bulunarak tamamlanıyor.

Diğer taraftan ilgili haberin İslamoğlu’nun konuşmasını bir bütün olarak yer vermek yerine sadece bir parçası üzerinden bütün içeriği mahkum etmesi de dikkati çekiyor. Bu açıdan haber, içerik açısından da okuyucusunu yanlış yönlendirerek bir algı inşasına girişiyor.

İslamoğlu’nun iddialarını sıralayan ve onlara dair cevaplar verecek bir usûl izlemek yerine tahkir eden bu üslup aslında içeriğin de Haksöz Haber tarafından gerçek anlamda değerlendirilmediğini gösteriyor. Örneğin ilgili röportajdan alıntılanan “İslamcılıktan uzaklaşmak” aslında İslamcılık ile ilgili yıllardır yapılan bir özeleştiridir. Kavramsal olarak modern dönemle birlikte tarihlendirilebilecek İslamcılık, en başından beri net bir tanıma kavuşamamıştır. Kavram, -müslümanlıkla ilgili- olmakla birlikte her zaman olumlu yorumlanmadığı gibi kimi zaman müslümanlığın modernite karşısındaki gerileyen pratiklerini ve düşünsel savrulmalarını tanımlamak için de kullanıldı. Bu açıdan Osmanlı’nın dağılma döneminden bugüne İslamcılığın hikayesi biraz da kavramın değişiminin hikayesi olarak düşünülebilir. Dolayısıyla bugün için İslamcılığın kavramsal tartışmaları veya İslamcılığı İslami hassasiyetlerin ve müslümanca yaşamanın mutlak karşılığı olmadığını savunan tezler “yeni” sayılamaz. Haliyle İslamcılık düşüncesi özeleştirisine önce kavramın anlam alanı ve pratikleri üzerinden başlamıştır.

Bu eleştirilerin bir boyutu ise İslamcılığın-röportaj bağlamında- Said Halim Paşa’dan günümüze giderek ideolojik bir görünüm alması üzerine oldu. “İdeoloji sözlüğü”ne göre dilini değiştiren İslamcılık günün sonunda “dava, kavga, mücadele, örgüt” üzerinden retoriğini belirleme eğilimindedir. Müslümanlığın “İslamcılık” ile birlikte aldığı yeni biçimin bir ideolojiyi andırması haliyle örgütlenme biçimini de etkiledi. Bu nedenle Türkiye özelinde 70’lerle tarihleyebileceğimiz bir dönemden bugüne dek İslamcılık kendi içindeki birçok öbeğin ideolojik bir formasyona kavuşmasına yol açmıştır. Dernekler, vakıflar, cemaatler hatta alabildiğine geleneksel görünümlü tarikatler bile bu formasyonun belirtilerini giderek “katılaşan” iletişimleri ile dışa vurdular.

Konunun kuramsal tarafı bir kenara, İslamcılığın ideolojik görünümünde sosyalist düşüncenin bir etken olduğunu unutmamak gerekir. İslamcılık açısından devrimci hareketlenmeler aynı dönem tüm dünyada bir “anti” olma durumunu yaşayan sosyalizmin de karşılık bulduğu dönemlerdi. Bu etkileşimin en görünür olumsuzluklarından biri gelenekle birlikte mahkum edilen “linç” eyleminin “hain” , “işbirlikçi” , “muhbir” kavramları ile yeniden hatırlanması üzerinden oldu. Artık muhalefeti cezalandırmanın ya da aynı eksenin içindeki farklı öbeklere karşı güç istencinin yeni aygıtları bulunmuş oldu. Elbette, İslam tarihi açısından “muhalifi susturma”, farklı düşünenleri itibarsızlaştırma yeni yüzleştiğimiz problemler değil. Ancak Kur’an ahlakına geri dönmeyi; geleneğin problemli pratiğine karşı Resulullah’ın örnekliği üzerinden öze dönüşü öncelemeyi tartışan “İslamcılık” açısından bu aşılması gereken bir başlık olmalıydı. Oysa ideolojik formasyon linç kültürü üzerinden geleneğin müslümanları sakat bırakan sorunlarına geri dönmüş oldu.

İşte İslamoğlu’nun röportajdaki İslamcılık eleştirisi yine bu bağlamda yani özeleştirinin her defasında “ihanet” ile damgalanmasına ve önce İslamcılık tarafından boğulmasına dairdi. Aynı düşünce ekseninin içindeki öbekler küçülüp / bölündükçe birbirine karşı daha az toleranslı, daha şiddetli ve daha çok ötekileştiren bir iletişimi tercih etmelerini İslamoğlu “kaleler kuran ve kendini kapatan” bir İslamcılık olarak tanımlıyor.

Röportajdaki diğer detayların hemen hemen tamamı İslamcılığın bir özeleştiri olarak hem kendine dönüp hem de geleneğe yöneltip sorduğu sorulardan oluşuyor. Elbette bu, İslamoğlu’nun son dönemde dile getirdiği fikirleri bir bütün olarak değerlendirmeye yetmeyecektir. Ancak sadece bu röportajdan yola çıkarak, üstelik İslamcılığın zaten kendi içindeki tartışma başlıklarını içeren bir konuşma üzerinden İslamoğlu’nu mahkum etmek ahlaki değil. Üstelik bu mahkumiyeti “işbirlikçi”, “freni patlamış kamyon”, “muhbir” gibi tanımlarla linç eylemine dönüştürmek kabul edilemez. Her farklı çıkış bir “niyet okuma” ile değerlendirilir, “ya bizden ya onlardansın” retoriği üzerinden cezalandırılırsa İslami düşünceyi yüzyıllardır sendeleten donuklaşmaya da geri dönülmüş olacaktır.

Diğer taraftan İslamoğlu örneği bir kenara linç eyleminin yaygınlaştığı bir toplumda kimse için “güvenli alan” kalmayacaktır. İtibarsızlaştırma, ötekileştirme ya da niyet okuma gibi eylemlerle mündemiç olan linç, açıkçası anlama ve anlaşılmanın bütün yollarını geçmişte olduğu gibi bugün de mühürler. Lince uğrayan, hain / işbirlikçi ilan edilen, toplumsal cezalandırma ile cezalandırılan için artık diyalog ve barış hiçbir zaman eski güvenilirliğini taşımayacaktır. Dolayısıyla linci bir aksiyon olarak kullanmanın “eleştirdiğine dönüşme”ye neden olmasına ve geri dönülemez sonuçlarına rağmen neden tercih edildiğini belki bu noktada tartışmaya açmak gerekiyor.

Linç kültürü ya da modern “homo sacer” yaratmak

Tarihin farklı dönemlerinde linç, toplumsal meşruiyetlerin hakim paradigma tarafından belirlenen sınırlarını korumak için kullanılan hayli güçlü bir araçtı. Sadece cezalandırmak için değil; aynı zamanda bütünlüğü / ahengi bozan aykırı seslerden uzaklaşmak ve ötekileştirmek için de yarayışlıydı. Üstelik linç, eylemin failliğini herkese bölüştürdüğü için cezalandırılana karşı merhamet ve empatinin gelişmesini de engelliyordu.

Bir cezalandırma eylemi olarak lincin en temel formu Elias Canetti’nin altını çizdiği “toplu öldürme arzusu” idi. Bunu işkence, teşhir etme, sürme ve toplumdan kovma gibi örnekler izler. Ancak lincin “bir iktidar aygıtı olarak” belki de en çarpıcı uygulamalarından biri Roma’ya aittir. Roma, lince hukuksal bir boyut kattı. İdam etmenin, toplumdan sürmenin ve hapsetmenin ötesinde cezalandırılan kişiyi bir nefret objesine dönüştürmenin yolunu buldu. Roma, yaşayan ölüye dönüştüren bu hukuka “homo sacer” dedi. Homo sacer, kelime anlamıyla “kutsanmış kişi” demek olsa ve bu anlamın alanı içinde olumlu karşılıklar bulunuyor gibi kastedilen negatif bir kutsamadır. Roma’nın homo sacer’i bireyi çıplak ve çaresiz bırakmanın mutlak noktasıdır. İşlediği günahın -ki bu çoğu zaman toplumsal boyutu olan bir bozgunculuk olarak belirlenir- kirlerinden arınmasının mümkün olmadığı düşünülen kişi artık ne bir vatandaş ne de hak sahibi özgür bir bireydir. Üstelik homo sacer bir köle ya da tutuklu da değildir. Hatta Roma ve çağdaşı toplumlarda kutsal görünen din adına “kurban olma / edilme”si de yasaktı. Toplumsal bir afaroz ve kişiyi “insan” tanımının dışına çıkaran bir tutumdu. Homo sacer, Roma’nın sokaklarında dolaşabilir, ancak öldürülürse kimse O’nun kanının hesabını sormazdı. Tüm topluma kanı helal sayılan ve bütün mensubiyetlerinin bir anda geçersiz kılındığı lanetlilik haliydi…

“Homo sacer” Roma’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından uzunca bir süre unutulmuş gibi göründü. Elbette bu kavramın ana motivasyonu olan linç, insanlığın hafızasında varlığını tüm canlılığı ile korudu. Ancak klasikten moderniteye doğru insanlığın evrimiyle linç yeniden “kurumsal” bir boyut kazandı. Bu kurumsallığı iki boyutla okumak mümkün. Birincisi Agamben, Zizek gibi düşünürlerin yeniden “homo sacer” kavramını gündem etmelerine neden olan iktidarın aldığı yeni biçim. İkincisi ise Cemil Meriç’in “ideolojiler insanlığa giydirilmiş deli gömlekleridir” sözündeki mefhumda saklı. Aslında her iki boyutuyla birlikte linç eyleminin kurumsal bir cezalandırma aygıtına çok daha güçlü biçimde dönüşmesinin modernite ile hayli yakın bir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.

İslamcılık açısından ise linç, iktidar bağlamından daha çok “ideoloji” başlığında tartışılmayı hak ediyor. Modernite ile birlikte iktidardan zaten tasfiye edilen İslamcılık, modern etkileşimlerle ideolojik bir form kazandıkça reflekslerini de değiştirir. Cemaatten ideolojiye doğru gelişen değişim aynı düşünce ekseni içinde birbirine toleransı olmayan bir dilin gelişmesine yol açtı. Bu durum, daha çok küçüldükçe daha çok ötekileştiren bir dilin arkasına sığınan “ideolojik öbekler”in bir tür siperlerine sığınma halidir. İletişim bariyerlerinin arttığı ve üstelik modernitenin etkilerini her yönden hissetmenin rahatsızlığını yaşayan İslamcılık kendi içindeki özeleştirileri bir “dağılma / çözülme” ya da “ihanet / ihbar” gibi değerlendirme eğilimine girdi. İşte linç, temel olarak düşmanlaştırıcı dilden beslendiği için diyaloğun zayıfladığı bu anlarda güçlenecek zemini de böylece bulmuş oldu.

Lincin yetmediği yerde “devleti çağırmak”

Her özeleştiriyi burnuna kan kokusu gelmişcesine öfkeyle karşılayan bu linç kültürünün giderek İslamcılığın içinde giderek güçlenmesi bir başka yazının konusu. Ancak kimi zaman linç eyleminin kendisi “yetersiz görüldüğünde” devletin de yardıma çağrıldığını görüyoruz. Daha önce birçok farklı isim için çağrılan devlet, günün birinde bu çağrıları cevaplamaya niyetlendiğinde linç “kansız bir operasyondan” kolayca çıkabilir. Daha kötüsü, lince uğrayan kişiyi muktedirler karşısında yalnız bırakan bu dil, İslamcılığın içindeki güven duygusunu da geri dönülemez biçimde yaralıyor.

Diğer taraftan linç ile cezalandırma eyleminin yaygınlaşması Nietszche’nin tanımıyla insanların “evcilleşmesi”ne neden oluyor. Bu durum çevrenin ve koşulların etkilerine karşı kendisini korunaksız hissedenlerin çoğalmasına da yol açıyor.

Sonuç olarak linç, kendisini herkesin sözcüsü ilan etmiş grupların “kamu vicdanı” tanımı ile gaddarlaşan bir eylemi olarak önümüzde durmaktadır. Hedef gösterdiği kişiyi yalnızlaştıran, kıskıvrak içine alan bu eylemin kendisiyle mücadele etmek İslamcılığın içindeki kan davalarını bitirici bir başlangıç olabilir. Daha da ötesinde linç etmek yerine anlamak ve düşüncenin kendisine odaklanmak özeleştirileri daha anlamlı tartışmaların mukaddimelerine dönüştürebilir.

1- Haksöz haberi: https://www.haksozhaber.net/freni-patlamis-kamyon-misali-150753h.htm
2- M. İslamoğlu’nun röportajı: https://www.youtube.com/watch?v=0WQW1cLBAXQ

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Halid Ziya’dan Bir Acı Hikâye

Yayınlanma:

-

Türk edebiyatına Aşk-ı Memnu ve Mai Ve Siyah gibi büyük eserler kazandırmış usta romancı Halid Ziya Uşaklıgil “Bir Acı Hikâye” adlı kitabında bu defa kurgu değil gerçek, gerçek olduğu kadar da can yakıcı bir hikâye anlatıyor.

Ünü o devirde dahi ülke sınırlarını aşmış yazarın üzerine titrediği oğlu Vedad 3 Aralık 1937 tarihinde Arnavutluk’un Tiran şehrinde büyükelçilikte görevliyken intihar etmiştir.

Bir evladın hayatı ve akıbeti üzerine, edebi bir gaye gütmeksizin kaleme alınmış bu eser, hatıra türünün dikkat çekici bir örneği. Ne de olsa Halid Ziya gibi bir kalem erbabının elinden çıkan metin, okurunu bu tarihi bilgiyle karşılıyor ve “neden” sorusunun peşinde son satıra kadar götürüyor.

Yayınlanmak için değil ıstıraplarını gidermek, yüreğini ferahlatmak, şifa bulmak için, ağlaya ağlaya yazmış bu eseri Halid Ziya. Belki yalnızca aile evrakları içinde kalacak bir metindi bu. Yazar, evladının unutulup gitmesine razı gelmediği için biz bu eseri okuma imkânı edindik.

Mustafa Kemal’in elim hadiseden yaklaşık bir yıl sonra vefat ettiği, Mustafa Kemal’le yaklaşık 2 yıl evli kalan Latife Hanım’ın, yazarın kuzeni olduğu, Latife ile Vedad’ın çok yakın, adeta “abla-kardeş” olduğu, kitabın ilk baskısının 1942’de gerçekleştirildiği ve yazarın 3 yıl sonra vefat ettiği bilgisi, intihar hadisesi üzerindeki sır perdesini aralamaya çalışırken işimize yarayacak.

Halid Ziya, cumhuriyeti kuran kadro ile yakın ilişki içindeydi. Yakın tarih kitaplarında adlarına sıkça rastlanan pek çok devlet adamı ve bürokratla bizzat iletişim halindeydi. Evladını “zalim bir darbenin kurbanı” olarak gördüğünü yazmıştı. Bu kadar göz önünde, tanınan ve sevilen bir yazarın parmakla gösterilecek denli başarılı oğluna, vatanın güzide bir çocuğuna kim ya da kimler, neden böyle “öldürücü” bir darbe vurdular?

Vedad, babasının canı kadar sevdiği, gözü gibi koruduğu ve harika eğitim imkânları ile üst düzey bir şahsiyet olarak yetiştirdiği evlat, o sırada yurt dışından henüz dönmüş, Osmanlı Bankası’nda çalışıyordu. Latife Hanım’ın misafiri olarak Çankaya Köşkü’nde ağırlanıyordu.

  1. Bölümde aktarıldığına göre olaylar şöyle cereyan etti:

“Bir gece İsmet Paşa’nın ve Tevfik Rüştü’nün de dâhil bulunduğu bir toplantıda Mustafa Kemal, Vedad’a piyano çaldırmış ve birçok gazete getirterek bunlardan Fransızca, Almanca ve İngilizce bir takım makalelerden şifahi tercümeler yaptırarak çocuğu mutadı olduğu veçhile bir küçük imtihandan geçirerek “Vedad, bankada ne yapacaksın? Sen hariciye memuru olmalısın,” demiş ve Tevfik Rüştü’ye dönerek, “Değil mi?” diye sormuş.”

Bu gelişmeden sonra, aradan bir süre geçmiş ve Mustafa Kemal bir gece içki masasında yazara “Vedad halen bankada mı çalışıyor?” diye sormuş. Evet cevabını alınca da, yaverine seslenmiş ve hemen bir telgrafla Vedad’ın hariciyeye alınması için celp edilmesi emrini vermiş.

Yaverin emri yerine getirmek üzere salondan çıkması üzerine bir sır olarak kalan gelişme yaşanıyor. Bence Halid Ziya bu kısmı ya korkusundan ya da zaten sansürden geçemeyeceğine emin olduğu için kapalı bırakmış. Tam burada, sitemiz Yenipencere’nin en çok okunan yazılarından birine gönderme yapmak yerinde olur: Latife Hanım Neden Susturuldu?

Gerek kişisel, gerek toplumsal tarihin akışını değiştiren kritik müdahaleler vardır. Bunlar çok basit, minik dokunuşlardır. Her şey olup biterken olay yerinde bulunanların çoğu bunu sezemez bile. İnsan ne kadar da cahil, ne kadar da acizdir.

Halid Ziya’nın Mai ve Siyah adlı kitabı beni çok etkilemişti. Ne de olsa o bir kurgu. Bu kitap ise insanın ciğerini delebilecek biçimde, evlat acısı ile silahlandırılmış.

Orijinal metinden okumakta yarar var. Bendeki Can Yayınları’na ait ve arkasında 45 sayfalık bir sözlük var. O sözlüğün bu kadar kalın olması bizim ayıbımız, belki de milli denen eğitimin, bakanlığının, bakmazlığının ve görmezliğinin eseridir. Ayrı konu.

Kızım olursa adını Latife koymak istiyordum. Bence hoş bir isim. Hem anlamı güzel hem eski gibi ama eskimez, hem hafif ama derin bir isim. Latife Tekin’in çok iyi bir yazar olması da cabası. Kız ana-babaları, el birliği ile bu ismi alıcı gözle gündeme alırlarsa pek sevinirim. Yardım ve yataklık için ikinci ve üçüncü anlamlarını buraya alıyorum (2. Kalp hallerine âit ince ve hoş mânâ, kelimelerle açıkça anlatılamayan, ancak rumuzlu olarak ehline sezdirilen ince anlam. 3. İnsanda ilâhî hakîkatleri idrak ve müşâhede eden kalp, ruh, sır, sırru’s-sır, hafî, ahfâ vb. mânevî melekelerin her birine verilen ad.)

Yaverin ardından Latife de yerinden fırlamış ve salondan çıkmış. Kimse bunun farkına varmamış. Geri döndüğünde yazarı bir göz işareti ile yanına, toplantıdan uzak bir köşeye çekmiş.

“Mahmut’a söyledim, telgrafı çektirmedim. Onun –kocasından bahsederek- işaret ederken böyle birden hatırına gelen fikirleri olur, ertesi gün bunu tahattur etmez.”

(İnsanın devlet işleriyle ilgili kararların sağlık ve sıhhati hakkında endişelenmesi için alın size bir sebep daha.)

Halid Ziya’nın hayıflanması kalmış geriye:

“Niçin mâni olmuştu? Bunu tesbib etmedi. Ah! Ne olurdu, hep böyle maniler çıkmış olsaydı ve o da şimdi belki, hariciye kadar parlak bir mesleğe değil, her halde hayatta olsaydı.”

Latife Hanım İle Mustafa Kemal arasında ne yaşanmışsa Vedad’ın tüm bunlara vakıf olduğundan sanırım şüphe edilemez. Latife Hanım köşkten ayrıldığında onun misafiri olarak orada ağırlanan Vedad ne yapacağına karar veremedi. Arada kalmıştı. Babasına yazarak tavsiyesini aldı. Halid Ziya, “Paşa ne diyorsa onu yap, sen artık onun misafirisin” demişti.

Latife’nin amcasına çok kırıldığı ve bu yüzden Uşaklıgil değil Uşşaki soyadını aldığı rivayet edilir. Vedad’dan beş yaş büyük “ablası” Latife’nin kadınca sezgileri tam olarak neye tekabül ediyordu bilinmez.

Kesin olan şu ki Halid Ziya’nın bu eseri de Latife Hanım gibi gölgede kalmıştır. Güçlü bir kadını da güçlü bir eseri de gölgede bırakmak sistematik bir çabanın ürünü olsa gerek.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdan ve Haysiyetin Paradigmatik Örgütlenmesi

Yayınlanma:

-

İsrail’in Doha saldırısı İslam ülkelerinin aşağılanmasında zirve noktalarından biri olarak kabul edilmeli. Katar’ın özel konumu, hiç şüphesiz bu yargıyı alabildiğine pekiştiriyor. Yemen’e, İran’a, Lübnan’a, Suriye’ye -özellikle önceki rejim döneminde- Suriye’ye yapılan saldırıların sıcak cepheler olması bakımından Siyonistler ve neredeyse bütün muhataplar için anlaşılabilir bir yanı vardı ancak ABD’nin yakın müttefiki ve devasa askerî üssünün ev sahibi, HAMAS-İsrail müzakerelerinin arabulucusu Katar’ın hedef alınması, doğrusu ileri derecede şaşkınlığa sebebiyet vermiş görünüyor.

İslam ülkelerinin çok büyük kısmının emperyalizm saflarındaki işbirlikçi konumu, kendilerine köleliğe dâir olsa da herhangi bir hukukun bile çok görüldüğü bir kez daha açığa çıkmış bulunuyor. İngiliz uçaklarının Katar’daki üslerden havalanarak Siyonistlerin uçaklarına havada yakıt ikmali yapması, ikmalden sonra tekrar Katar’daki üslerine dönmesi, İsrail uçaklarının bu ikmal sayesinde gidip ABD teklifini müzakere eden HAMAS heyetini Katar’daki mekânlarında vurması sizce de ultra enteresan değil midir?

Tarihte pek çok örneğini okuduğumuz ve herkesin gözleri önünde gerçekleşen bir hadise yaşandı: elçilere ya da müzakere heyetlerine tuzak kurulması! Egemen dünya düzeninin şeytan atlıları ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün ne denli güvenilmez ve hâin oldukları bir kez daha kanıtlandı ancak bu somutluğun halklar ve siyasal mücadeleler bahsinde nasıl bir karşılığı olacak?

Özellikle İran’a karşı işbirlikçi Körfez rejimlerini ve İsrail’i korumak ve elbette İran’ı farklı bir cihetten kuşatmak, müslüman halklara gözdağı vermek için 10 bin askeriyle gelen ABD’yi ve İngiltere’yi El-Udeyd üssünde ağırlamak bile Katar’ı dokunulmaz kılamıyor! Gerektiği zaman egemen güçler her durumda sözüm ona bütün diplomatik ölçüleri pekâlâ yerle bir edebiliyor.

Efendilerin bu aşağılayıcı, köleci nizamına karşı haysiyet sancağını yükseltecek bir irade insanlığın umudu olabilir. Bu sancağın benzerleri insanlığın uzun tarihi boyunca pek çok defa farklı coğrafyalarda farklı öncü kişi ve topluluk tarafından yükseltildi. Geldiğimiz evrede isyancı geleneklerin büyük bir savrulma ve dağılma içinde olduğu kabul edilebilir. Kapitalizme karşı emek hareketlerinin iyice zayıflatıldığı, sömürü ve işgallere karşı bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerinin hırpalanıp yalnız bırakıldığı bir vasatta hiç şüphesiz Gazze direnişi, insanlığın ufkunda yepyeni bir pencere açtı.

Sumud Filosu; Mavi Marmara, Madleen ve Hanzala gemilerinin çok daha coşkulu bir halkası olarak vücut buluyor ve haysiyet sancağını daha da görünür bir seviyeye çekme niyetinde. Batı’da daha yoğunluklu olmakla birlikte dünyanın dört bir yanında son iki yıldır bahsettiğim aşağılamalara itiraz eden vicdanları büyük bir minnet ve ihtiramla görüp takip ettik. Yeryüzünün pek çok noktasında boy veren irili ufaklı bu haysiyet dalgaları şimdi de Sumud Filosu olarak vâr oldu ve Akdeniz’de özgürlük için çırpınıyor.

Bu ve benzeri filoların muvaffakiyeti farklı coğrafyalardaki isyan ve itirazların muhasara edilmesi, bütün ahlâkî değerlerden kopuk egemenler için çalışan işbirlikçi ağları nedeniyle içinde bulunduğumuz şu aşamada pek mümkün görünüyor. Sumud filosunun henüz Tunus limanlarında açık saldırılara maruz kalması bunun kanıtıdır. Mavi Marmara katliamı karşısında gözlemlediğimiz sessizlik, March to Gaza yürüyüşünün başına gelenler, Madleen ve Hanzala gemilerinin İsrail saldırganlığına teslim edilmesi ve şimdi de Sumud’un türlü bahanelerle yolundan alıkonulmaya çalışılması bunun açık kanıtları olarak önümüzde duruyor.

Vicdanı lâyıkıyla örgütleyemedik; sarsıcı, ufuk açıcı bir paradigmayla mayalayamadık, öyle görünüyor! Haysiyet ve vicdan sancaklarının zemininin sağlamlaştırılması gerekiyor. İdeolojilerin değersizleştirilip aşağılandığı, İslami hareketlerin ve neredeyse bütün dini değerlerin çok farklı araç ve imkânlarla çürütülmek istendiği bir vasatta bu, hakikaten zor hem de epeyce zor ama elbette imkânsız değil. “Wall Street’i işgal et!” eylemlerinden küresel anti-kapitalist isyanlara, grevlere, büyük çadır eylemlerine kadar son çeyrek asrı çoktan aşan bir zaman diliminde yerel düzenleri ya da küresel sistemi esastan sarsacak bir netice alınamadı ve görünen o ki süreç hâlâ aynı hattan ilerliyor.

Vicdanın ideoloji ve örgütlenme ile buluşması, her bir muhatap için bambaşka bir aşama ve atılım olacaktır. Kitleler var, vicdanlar milyonlarca varlar evet ancak bu yetmiyor! Egemen dünya düzenini, onun bütün paydaşlarını lâyıkıyla tanıyacak, bir bütün hâlinde ideolojik kavrayışını yapacak bir çerçeveye ihtiyaç var. Bu kavrayışın örgütlenmesi gerekiyor elbette. Kavrayışların örgütlenememesi egemenlerin zulümlerinin sürmesi anlamına gelecektir.

Esastan bir paradigmatik dönüşüm öncülük etmediği sürece kötülüğün örgütlü güçlerini geriletmek mümkün olamaz. İnsanlığın mevcut siyaset yapma biçimleri, önemli ölçüde terbiye edilmiş biçimlerdir. Silaha, şiddete, mevcut yaşam ve tüketim tarzına, siyaset yapma biçimlerine, demokratik ideallere, kapitalizm tarafından yapı bozumuna uğratılan hayatlara, bütün bunları yeşerten iklime köklü eleştiriler barındırmayan itirazlar kadük kalacaktır.

Bugün müslüman kitleler, öncüler Katar’ın ileri düzeyde yaşadığı aşağılamayı zaten iki yüz-üç yüz yıldır farklı ağırlıklarda yaşamakta ancak örgütsüz ve paradigmatik yetersizlikle malûl oldukları için onu ancak küresel vicdanların oluşturduğu filolarla, eylemliliklerle aşmaya çalışmaktadır. Birtakım temrin örneklerini esas kabul etmenin yıkıcı yanılgısı ile sayısız defa yüzleşilmesine rağmen hakiki bir hesaplaşmaya niyet edilmemesi anlaşılır gibi değildir. Katar’dan Suriye’ye, mukavemetleri kırılmak istenerek egemenler tarafından yeni bir aşağılanmaya maruz bırakılmak istenen Lübnan coğrafyasına kadar kötülük, büyük bir pervasızlıkla kol gezerken İslam’ı hakikatleri bütün kıtalara nimet sağanağı olarak bahşedecek bir cevher olarak görememek hâlâ o büyük basiretsizliğe ne denli teslim olunduğunu izah etmeye yeterli sayılabilir.

Bununla beraber Gazze direnişinin yukarıda saydığımız maddelerdeki paradigmatik üstünlüğü, egemenleri ontolojik bir hesaplaşmada açığa düşürmekte ve işaret ettiği ufuklar bakımından da fevkalâde endişelendirmektedir. İslam, algılardaki birtakım hatalara ve temsilcilerinin zafiyetlerine rağmen mezkûr paradigmatik boşluğu fazlasıyla dolduracak kabiliyete sahiptir. İslam coğrafyalarına/halklarına dönük çok boyutlu saldırı ve aşağılamalar, biliyoruz ki geleceği boğup kurutma amacı taşımaktadır. Başta Batı olmak üzere kurtuluşunu arayan insanlık için bazı işaretler belirmiştir ancak bunun ete kemiğe bürünmesi elbette gayrete paralel olarak zaman alabilecek ve egemen dünya düzeni ile gerçek bir hesaplaşma ancak o zaman olabilecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bütün Emperyalist/Siyonist Koridorlar

Yayınlanma:

-

Egemen dünya düzeni, Tel-Aviv’den Zengezur’a uzanan bir hat çizmeye muvaffak oldu. İslam coğrafyalarına çöken işbirlikçi düzenlerin bu “muvaffakiyet” sürecindeki rolünden artık bahsetmeye bile lüzum yok!

Suriye’nin düşüşü ile İsrail’in önünde açılan derinlik, 12 günlük İran savaşında yeterince test edilmişti. İşgal edilmiş Filistin topraklarından kalkan İsrail savaş uçakları hiçbir engele takılmadan koca bir Suriye sahasını geçebiliyorlar. Irak sahasının durumu zaten Körfez savaşlarından bu yana hepimizin malumu.

Uzun yıllara yayılan Ermenistan-Azerbaycan savaşlarının ABD’nin galibiyetiyle neticelenmesi enteresan değil midir? Rusya’nın tarihsel rol sahasından belli ki Ukrayna savaşının da etkisiyle itilerek İran’ın hemen üzerine ABD’nin “Zengezur Koridoru” adıyla konuşlanması, İsrail’den başlayan çevrelemenin son hamlesi olarak kayıtlara geçti.

İsrail’le baş döndürücü sevgi sarmalından pek bahtiyar fotoğraflar veren Aliyev hanedanının peşinde sürüklenen Azerbaycan’a layık görülen “Kafkasyalı Truva atı” rolü meyvelerini vermiş görünmektedir.

Zengezur Koridoru söylencesiyle kitleleri coşturmak için yeni bir fırsat bulan AKP ise hakikatleri gizlemekte pek mahir olduğunu yine kanıtlayıverdi. İslam dünyasındaki zayıf bağları tümden kesecek hamleleri ulusçu söylemlerle tahkim ederek emperyalist kuşatmayı, bu kuşatmaya verdiği kesiksiz desteği gözden ırak tutmaya çalıştı, çalışıyor.

İslam ümmetinin yaşadığı çok boyutlu sefaletin çekilmez sonuçlarıyla her geçen gün katmerli bir şekilde yüzleşiyoruz. Gazze’de süregiden soykırım, Batı Asya coğrafyamızda adım adım pekişen emperyalist/Siyonist işgal, Müslümanlarda emarelerine rastlanılmayan zihinsel sıçrama ihtimalinin yokluğunda çok daha fazla iç karartıyor.

Tel-Aviv’den Zengezur’a ulaşan emperyalist/Siyonist kıvrımın benzeri -belki de çok daha şiddetlisi- mezkûr ihtimallerden yoksun düşmektir. Kavramadıkça, tartışmadıkça düşmanın ekmeğine yağ sürmeye devam eden bir çaresizliğe yuvarlanıp duruyoruz. Suriye örneğinde olduğu gibi kazandığımız zaman da yaralıyız, kaybettiğimiz zaman da!

Anti-emperyalist/anti-Siyonist olurken diktatör, zalim olunabiliyor! Şerhler düşmeden kendimizi ifade edemiyoruz. “Direniş”in felsefesini, yol ve yöntemlerini lâyıkıyla müzakere edemiyoruz. Sıcak çatışma anları maalesef ânımızı ve geleceğimizi rehin alıyor.

Irak işgalinden bu yana emperyalistlerin işgallerine payandalık etmeyi, oluşturdukları sözüm ona dinî vaat iklimiyle perdeleyenlere tav olan mühim bir İslamcı kitle, her şeye yeni baştan başlamak lâzım geldiğinin açık kanıtından başka bir şey olmasa gerek!

Tevhidin hakikatini bilmeyen büyük kalabalıkların emperyalist/Siyonist tezgâha “esas”tan itiraz etme şansı elbette yoktur. Yine, imanın hakikatine ulaştıktan sonra “topuklar üzerine geri dönme” tehlikesi ise Kur’ânî bir uyarı olarak bâkîdir.

Bütün emperyalist/Siyonist koridorlar Tel-Aviv’den başlayıp Zengezur’a, bu yozlaşma ve çürümeye maruz kalan bilinçlerden geçerek ulaştı. İki yıla varan Gazze’deki Siyonist soykırıma ateş taşımaktan vazgeçmeyenlerin fotoğrafını, verilmesi gereken mücadelenin esasına ilişkin bir kalkış noktası olarak görmeden hakikatli bir muhasebe yapma şansı elbette olamaz!

Bu kısa yazılarda işaret etmek istediğimiz bazı hakikatleri istişarelerle zenginleştirip şûrâlarla örgütlemek, öncelikli pratik sorumluluğumuz olarak görülmelidir. Her gecikme, emperyalist/Siyonist koridorlarla boğazlarımızın daha da sıkılacağı anlamına gelecektir. Bu hakikatten emin olmamak mümkün müdür!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x