Connect with us

Köşe Yazıları

Freni Patlamış Bir “Linç” Kültürü

Yayınlanma:

-

İslamcı camianın takip ettiği sitelerden biri olan Haksöz Haber, geçtiğimiz günlerde bir haber yayımladıMustafa İslamoğlu’nun Karartv’deki röportajını konu edinen imzasız haber, linç eyleminin hâlâ ne denli güçlü bir cezalandırma aracı olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Ne yazık ki ilgili haber hem “habercilik etiği” hem de eleştirinin nasıl bir linç eylemine dönüşebileceğini göstermesi açısından talihsiz bir örnek.

Haber, İslamoğlu’nun konuşmasından küçük bir kesitle başlıyor. Kesiti izleyenler, haberin tazir içeriğini İslamoğlu’nun bir parça hakettiğini düşünebilir. Oysa konuşmanın tümünde İslamoğlu’nun “islamcılık” ve “gelenek” bağlamındaki eleştirisinin yine İslamcılığın içinde bir özeleştiri olarak yer aldığını biliyoruz. Röportaj, İslamcılığın bugün için yaşadığı tıkanıklıkların, geçmişten gelen kronik krizler olduğunun altını çiziyor.

Haksöz Haber’deki yazının “haber” olarak sorunları bir kenara kullandığı dilin de son derece rahatsız edici olduğunun altını çizmek gerekir. Diyaloğu değil çatışmayı, özeleştiriyi değil ötekileştirmeyi önceleyen bu dil, diğer taraftan açıkça hedef gösteriyor. Üstelik Haksöz, İslamcılık ve İslami hassasiyet sahibi herkesin sözcüsü gibi davranarak aynı zamanda bir niyet okumaya da girişiyor. Muhatabını alaya alan, o konuşmanın konusu olmayan yorumlarla tartışmanın odak alanını belirsizleştiren ve ironik biçimde sağcı devletçi çizgiyle arasına mesafe koymasını salık veren yazı, ahlaki anlamda da fazlasıyla sorunlu. Sonuçta İslamoğlu röportajında muhafazakarlıkla kendini kimliklendiren İslamcı iktidarın müslümanlar için bir umut olmaktan çok sorunları derinleştirdiğini söyleyerek bu tutumundan dolayı pişman olduğunu dile getiriyor. Oysa Haksöz camiasından isimlerin aynı dönemlerde Mustafa İslamoğlu ile Hilal TV’deki “Ulustan Ümmete” programında görülebileceği gibi iktidarı besleyen bir duruş sergilediklerini unutmamak gerekiyor. İslamoğlu’nun bu konudaki tevbesinin samimiyeti bir kenara Haksöz Haber’in eleştirisine “sağcı-devletçi” çizgiden ayrışmak üzerinden vermesi hayli düşündürücü. Herşeye rağmen Haksöz’ün de kendisini dahil ettiği İslamcılık kendi yürüyüşünde en çok bu üstten bakan, kendi çelişkilerinin özeleştirisini verememiş, küçümseyen ve sürekli samimiyet sorgulayıp niyet okuyan dilden çekmişti.

İlgili röportajda İslamoğlu Elif Çakır’ın imalı sorularına rağmen müslümanlığın çeperleri içinde olduğu vurgusunu sıkça yapsa ve kendi deneyimini dini bir ayrışma olarak görmese de Haksöz Haber için bu yeterli olmuyor. Haber son derece yakışıksız biçimde, muhatabına “itirafçı, muhbir” suçlamalarında bulunarak tamamlanıyor.

Diğer taraftan ilgili haberin İslamoğlu’nun konuşmasını bir bütün olarak yer vermek yerine sadece bir parçası üzerinden bütün içeriği mahkum etmesi de dikkati çekiyor. Bu açıdan haber, içerik açısından da okuyucusunu yanlış yönlendirerek bir algı inşasına girişiyor.

İslamoğlu’nun iddialarını sıralayan ve onlara dair cevaplar verecek bir usûl izlemek yerine tahkir eden bu üslup aslında içeriğin de Haksöz Haber tarafından gerçek anlamda değerlendirilmediğini gösteriyor. Örneğin ilgili röportajdan alıntılanan “İslamcılıktan uzaklaşmak” aslında İslamcılık ile ilgili yıllardır yapılan bir özeleştiridir. Kavramsal olarak modern dönemle birlikte tarihlendirilebilecek İslamcılık, en başından beri net bir tanıma kavuşamamıştır. Kavram, -müslümanlıkla ilgili- olmakla birlikte her zaman olumlu yorumlanmadığı gibi kimi zaman müslümanlığın modernite karşısındaki gerileyen pratiklerini ve düşünsel savrulmalarını tanımlamak için de kullanıldı. Bu açıdan Osmanlı’nın dağılma döneminden bugüne İslamcılığın hikayesi biraz da kavramın değişiminin hikayesi olarak düşünülebilir. Dolayısıyla bugün için İslamcılığın kavramsal tartışmaları veya İslamcılığı İslami hassasiyetlerin ve müslümanca yaşamanın mutlak karşılığı olmadığını savunan tezler “yeni” sayılamaz. Haliyle İslamcılık düşüncesi özeleştirisine önce kavramın anlam alanı ve pratikleri üzerinden başlamıştır.

Bu eleştirilerin bir boyutu ise İslamcılığın-röportaj bağlamında- Said Halim Paşa’dan günümüze giderek ideolojik bir görünüm alması üzerine oldu. “İdeoloji sözlüğü”ne göre dilini değiştiren İslamcılık günün sonunda “dava, kavga, mücadele, örgüt” üzerinden retoriğini belirleme eğilimindedir. Müslümanlığın “İslamcılık” ile birlikte aldığı yeni biçimin bir ideolojiyi andırması haliyle örgütlenme biçimini de etkiledi. Bu nedenle Türkiye özelinde 70’lerle tarihleyebileceğimiz bir dönemden bugüne dek İslamcılık kendi içindeki birçok öbeğin ideolojik bir formasyona kavuşmasına yol açmıştır. Dernekler, vakıflar, cemaatler hatta alabildiğine geleneksel görünümlü tarikatler bile bu formasyonun belirtilerini giderek “katılaşan” iletişimleri ile dışa vurdular.

Konunun kuramsal tarafı bir kenara, İslamcılığın ideolojik görünümünde sosyalist düşüncenin bir etken olduğunu unutmamak gerekir. İslamcılık açısından devrimci hareketlenmeler aynı dönem tüm dünyada bir “anti” olma durumunu yaşayan sosyalizmin de karşılık bulduğu dönemlerdi. Bu etkileşimin en görünür olumsuzluklarından biri gelenekle birlikte mahkum edilen “linç” eyleminin “hain” , “işbirlikçi” , “muhbir” kavramları ile yeniden hatırlanması üzerinden oldu. Artık muhalefeti cezalandırmanın ya da aynı eksenin içindeki farklı öbeklere karşı güç istencinin yeni aygıtları bulunmuş oldu. Elbette, İslam tarihi açısından “muhalifi susturma”, farklı düşünenleri itibarsızlaştırma yeni yüzleştiğimiz problemler değil. Ancak Kur’an ahlakına geri dönmeyi; geleneğin problemli pratiğine karşı Resulullah’ın örnekliği üzerinden öze dönüşü öncelemeyi tartışan “İslamcılık” açısından bu aşılması gereken bir başlık olmalıydı. Oysa ideolojik formasyon linç kültürü üzerinden geleneğin müslümanları sakat bırakan sorunlarına geri dönmüş oldu.

İşte İslamoğlu’nun röportajdaki İslamcılık eleştirisi yine bu bağlamda yani özeleştirinin her defasında “ihanet” ile damgalanmasına ve önce İslamcılık tarafından boğulmasına dairdi. Aynı düşünce ekseninin içindeki öbekler küçülüp / bölündükçe birbirine karşı daha az toleranslı, daha şiddetli ve daha çok ötekileştiren bir iletişimi tercih etmelerini İslamoğlu “kaleler kuran ve kendini kapatan” bir İslamcılık olarak tanımlıyor.

Röportajdaki diğer detayların hemen hemen tamamı İslamcılığın bir özeleştiri olarak hem kendine dönüp hem de geleneğe yöneltip sorduğu sorulardan oluşuyor. Elbette bu, İslamoğlu’nun son dönemde dile getirdiği fikirleri bir bütün olarak değerlendirmeye yetmeyecektir. Ancak sadece bu röportajdan yola çıkarak, üstelik İslamcılığın zaten kendi içindeki tartışma başlıklarını içeren bir konuşma üzerinden İslamoğlu’nu mahkum etmek ahlaki değil. Üstelik bu mahkumiyeti “işbirlikçi”, “freni patlamış kamyon”, “muhbir” gibi tanımlarla linç eylemine dönüştürmek kabul edilemez. Her farklı çıkış bir “niyet okuma” ile değerlendirilir, “ya bizden ya onlardansın” retoriği üzerinden cezalandırılırsa İslami düşünceyi yüzyıllardır sendeleten donuklaşmaya da geri dönülmüş olacaktır.

Diğer taraftan İslamoğlu örneği bir kenara linç eyleminin yaygınlaştığı bir toplumda kimse için “güvenli alan” kalmayacaktır. İtibarsızlaştırma, ötekileştirme ya da niyet okuma gibi eylemlerle mündemiç olan linç, açıkçası anlama ve anlaşılmanın bütün yollarını geçmişte olduğu gibi bugün de mühürler. Lince uğrayan, hain / işbirlikçi ilan edilen, toplumsal cezalandırma ile cezalandırılan için artık diyalog ve barış hiçbir zaman eski güvenilirliğini taşımayacaktır. Dolayısıyla linci bir aksiyon olarak kullanmanın “eleştirdiğine dönüşme”ye neden olmasına ve geri dönülemez sonuçlarına rağmen neden tercih edildiğini belki bu noktada tartışmaya açmak gerekiyor.

Linç kültürü ya da modern “homo sacer” yaratmak

Tarihin farklı dönemlerinde linç, toplumsal meşruiyetlerin hakim paradigma tarafından belirlenen sınırlarını korumak için kullanılan hayli güçlü bir araçtı. Sadece cezalandırmak için değil; aynı zamanda bütünlüğü / ahengi bozan aykırı seslerden uzaklaşmak ve ötekileştirmek için de yarayışlıydı. Üstelik linç, eylemin failliğini herkese bölüştürdüğü için cezalandırılana karşı merhamet ve empatinin gelişmesini de engelliyordu.

Bir cezalandırma eylemi olarak lincin en temel formu Elias Canetti’nin altını çizdiği “toplu öldürme arzusu” idi. Bunu işkence, teşhir etme, sürme ve toplumdan kovma gibi örnekler izler. Ancak lincin “bir iktidar aygıtı olarak” belki de en çarpıcı uygulamalarından biri Roma’ya aittir. Roma, lince hukuksal bir boyut kattı. İdam etmenin, toplumdan sürmenin ve hapsetmenin ötesinde cezalandırılan kişiyi bir nefret objesine dönüştürmenin yolunu buldu. Roma, yaşayan ölüye dönüştüren bu hukuka “homo sacer” dedi. Homo sacer, kelime anlamıyla “kutsanmış kişi” demek olsa ve bu anlamın alanı içinde olumlu karşılıklar bulunuyor gibi kastedilen negatif bir kutsamadır. Roma’nın homo sacer’i bireyi çıplak ve çaresiz bırakmanın mutlak noktasıdır. İşlediği günahın -ki bu çoğu zaman toplumsal boyutu olan bir bozgunculuk olarak belirlenir- kirlerinden arınmasının mümkün olmadığı düşünülen kişi artık ne bir vatandaş ne de hak sahibi özgür bir bireydir. Üstelik homo sacer bir köle ya da tutuklu da değildir. Hatta Roma ve çağdaşı toplumlarda kutsal görünen din adına “kurban olma / edilme”si de yasaktı. Toplumsal bir afaroz ve kişiyi “insan” tanımının dışına çıkaran bir tutumdu. Homo sacer, Roma’nın sokaklarında dolaşabilir, ancak öldürülürse kimse O’nun kanının hesabını sormazdı. Tüm topluma kanı helal sayılan ve bütün mensubiyetlerinin bir anda geçersiz kılındığı lanetlilik haliydi…

“Homo sacer” Roma’nın tarih sahnesinden çekilmesinin ardından uzunca bir süre unutulmuş gibi göründü. Elbette bu kavramın ana motivasyonu olan linç, insanlığın hafızasında varlığını tüm canlılığı ile korudu. Ancak klasikten moderniteye doğru insanlığın evrimiyle linç yeniden “kurumsal” bir boyut kazandı. Bu kurumsallığı iki boyutla okumak mümkün. Birincisi Agamben, Zizek gibi düşünürlerin yeniden “homo sacer” kavramını gündem etmelerine neden olan iktidarın aldığı yeni biçim. İkincisi ise Cemil Meriç’in “ideolojiler insanlığa giydirilmiş deli gömlekleridir” sözündeki mefhumda saklı. Aslında her iki boyutuyla birlikte linç eyleminin kurumsal bir cezalandırma aygıtına çok daha güçlü biçimde dönüşmesinin modernite ile hayli yakın bir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.

İslamcılık açısından ise linç, iktidar bağlamından daha çok “ideoloji” başlığında tartışılmayı hak ediyor. Modernite ile birlikte iktidardan zaten tasfiye edilen İslamcılık, modern etkileşimlerle ideolojik bir form kazandıkça reflekslerini de değiştirir. Cemaatten ideolojiye doğru gelişen değişim aynı düşünce ekseni içinde birbirine toleransı olmayan bir dilin gelişmesine yol açtı. Bu durum, daha çok küçüldükçe daha çok ötekileştiren bir dilin arkasına sığınan “ideolojik öbekler”in bir tür siperlerine sığınma halidir. İletişim bariyerlerinin arttığı ve üstelik modernitenin etkilerini her yönden hissetmenin rahatsızlığını yaşayan İslamcılık kendi içindeki özeleştirileri bir “dağılma / çözülme” ya da “ihanet / ihbar” gibi değerlendirme eğilimine girdi. İşte linç, temel olarak düşmanlaştırıcı dilden beslendiği için diyaloğun zayıfladığı bu anlarda güçlenecek zemini de böylece bulmuş oldu.

Lincin yetmediği yerde “devleti çağırmak”

Her özeleştiriyi burnuna kan kokusu gelmişcesine öfkeyle karşılayan bu linç kültürünün giderek İslamcılığın içinde giderek güçlenmesi bir başka yazının konusu. Ancak kimi zaman linç eyleminin kendisi “yetersiz görüldüğünde” devletin de yardıma çağrıldığını görüyoruz. Daha önce birçok farklı isim için çağrılan devlet, günün birinde bu çağrıları cevaplamaya niyetlendiğinde linç “kansız bir operasyondan” kolayca çıkabilir. Daha kötüsü, lince uğrayan kişiyi muktedirler karşısında yalnız bırakan bu dil, İslamcılığın içindeki güven duygusunu da geri dönülemez biçimde yaralıyor.

Diğer taraftan linç ile cezalandırma eyleminin yaygınlaşması Nietszche’nin tanımıyla insanların “evcilleşmesi”ne neden oluyor. Bu durum çevrenin ve koşulların etkilerine karşı kendisini korunaksız hissedenlerin çoğalmasına da yol açıyor.

Sonuç olarak linç, kendisini herkesin sözcüsü ilan etmiş grupların “kamu vicdanı” tanımı ile gaddarlaşan bir eylemi olarak önümüzde durmaktadır. Hedef gösterdiği kişiyi yalnızlaştıran, kıskıvrak içine alan bu eylemin kendisiyle mücadele etmek İslamcılığın içindeki kan davalarını bitirici bir başlangıç olabilir. Daha da ötesinde linç etmek yerine anlamak ve düşüncenin kendisine odaklanmak özeleştirileri daha anlamlı tartışmaların mukaddimelerine dönüştürebilir.

1- Haksöz haberi: https://www.haksozhaber.net/freni-patlamis-kamyon-misali-150753h.htm
2- M. İslamoğlu’nun röportajı: https://www.youtube.com/watch?v=0WQW1cLBAXQ

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

küçük esnaflara çağrı

Yayınlanma:

-

İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.

İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.

Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.

Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.

Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!

Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.

Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?

İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!

Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.

Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.

Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.

Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.

Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.

Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.

Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.

Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.

Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek.  Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.

7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)

Önümüzde cevap bekleyen sorular var:

Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?

Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?

Tehdit mi rüşvet mi?

Kim bu birileri?

Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?

Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.

Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.

Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.

Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.

Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.

Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.

Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.

Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdani Ret Hakkında Konuşmalıyız

Yayınlanma:

-

Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)

Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.

Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.

Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.

Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.

Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.

“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?

O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.

Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.

Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.

Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:

İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.

İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.

Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.

Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?

Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?

Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.  

Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…

Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!

Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.

Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.

Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.

Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?

Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.

Devamını Okuyun

GÜNDEM