Köşe Yazıları
Atasoy Müftüoğlu İle Röportaj
Yayınlanma:
4 yıl önce-
Genç arkadaşların hazırladığı, Atasoy Müftüoğlu Kitaplığı adlı internet sitesinde gezinirken geçmiş günlere gittim, üniversite yıllarına, Atasoy Müftüoğlu’nun Eskişehir’deki yazıhanesine.
Her defasında bize birer simit ve çay ikram eder, kitapların dünyasından yola çıkarak kıymetli mi kıymetli bir muhabbete yelken açar, sorularımızı, sorunlarımızı dinler, geniş bilgi birikimi ve tecrübesi ışığında yolumuzu aydınlatır, vedalaşmadan önce muhakkak, masanın üzerinde bekleşen “farklı” kitaplardan birer tane hediye ederdi.
Atasoy Müftüoğlu yazıhanesini kapatmışsa da kapısını kapatmış değil. Gençlerle okumalar yapmaya; kitaplarını, yazdıklarını, yaşadıklarını paylaşmaya, gençlerle yoldaşlığa devam ediyor.
O günler aklıma gelince kendisine telefon açtım, hal hatırdan sonra, mektup yoluyla bir röportaj talep ettim. Sağolsun, ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşurken dahi talebimi geri çevirmedi ve ilk fırsatta daktilosunun başına geçti. Kendisine sağlık, sıhhat, afiyet diliyor, teşekkür ediyorum. Röportajın bana ve size ulaşmasında katkısı olan İsmail Kaplan ve Nusret Özendi’ye de teşekkür ederim.
Bu röportajın, Atasoy Müftüoğlu ve burada adını andığı yazar, düşünür ve entelektüellerle tanışacaklara yeni ufuklar açmasını temenni ederim. Bunu, kapanışta adet yerini bulsun diye ilave ediyor değilim. Şahsen şu hayatta “bir işler karıştırıyorsam” bunda tek başına Edward Said’in Entelektüel kitabının payının büyük olduğunu mesela, belirtmek ister, buradan kendisine selam ederim.
Gerçek Özgürlükler İslami Bilincin Özgürleştirilmesiyle Kazanılabilir
İnsan yaşadıkça, yaş aldıkça hayallerinin yanında hayal kırıklıkları da biriktiriyor. Siz biriktirmeyi sevmez, biriktirmezsiniz fakat ben merak ediyorum: Başlıca hayaliniz ve hayal kırıklığınız nedir şu dünyada?
Aklı edilgen kılan, düşüncesiz duygusallıkları tayin edici kılan bir geleneğin mensuplarıyız. Bizi çoğaltması, zenginleştirmesi, büyük ufuklara yönlendirmesi gerekirken; bizi kısıtlayan engelleyen baskılayan ve ufkumuzu kapatan bu gelenek, bugün, maalesef, yapısal bir meşruiyete sahiptir. Bu geleneğin içerisinde doğup büyüyen kuşaklar, sözünü ettiğim düşüncesiz duygusallıklar nedeniyle her zaman gerçek dünyadan bağımsız büyük romantizmler içerisinde yaşadılar. Bizim de ilk gençlik yıllarımızda büyük ideallerimiz vardı ancak, büyük fikirlerimiz yoktu.
Bendeniz, 1970 yılında “Büyük doğunun dirilişçi çocuklarıyız” diye bir cümle yazdım. Bu cümle de, ölçüsüz bir romantizmin yansımasıydı. Maruz kaldığımız romantizmler sebebiyle içerisinde yaşadığımız zamanın/tarihin/dünyanın/ hayatın imkanlarını/dinamiklerini bir bütünlük içerisinde doğru göremedik, doğru okuyamadık. Yetersizliklerimiz, ufuksuzluklarımız, benciliklerimiz, kabileciklerimiz yüzünden sahip olduğumuz büyük içtenliklere rağmen, zamana yenik düştük. Düşünmeyen/akletmeyen toplumlar ve kültürler için, hiçbir zaman gelecek olmayacağını hatırlayamadık. Siyasal alanda, kültürel alanda, dini alanda, her alanda, tek adam kültünü yücelten yanlış ve çarpık bir bilinç yüzünden insanlık çapında açık olması gereken ufkumuzu tek adamların yorumlarıyla kapattık. Tek adam kültünün, düşünme yeteneği olmayan toplumlarda belirleyici olduğunu öğrenemedik.
Kamusal müdahalede bulunma birikimi, yeteneği ve cesaretine sahip düşünürlere, evrensel zihinlere sahip olmadığımız için her dönemde büyük savrulmalar ve sürüklenmeler yaşadık. Politik kazançlar ve iktidar tutkuları/çıkarları adına, entelektüel niteliklerin ve bilincin derin kaybı karşısında sessiz kaldık. Eleştirel analizlere/sorgulamalara yabancı bir düşünce ikliminde yaşadığımız için zamanın sorumlu ve eleştirel tanıkları olamadık. Böyle bir iklimde, sağ-muhafazakar popülizm etkili bir politik güç haline geldi. Daha önce İslamcılık İddiasında bulunan kuşaklar/kadrolar, sağ-muhafazakar popülizmi sahiplenerek içselleştirdiler. Özetle varoluşsal/hayati/somut sorunlarla ilgili tepki verme yeteneğimizi kaybettik ve uyumculuğu seçtik.
Hayatınızın herhangi bir döneminde kendinizi yalnız bırakılmış hissettiniz mi?
Çeşitli vesilelerle açıkladım, bendeniz bir profesyonel değilim. Namım yürüsün diye yola çıkmadım. Kendi ismimi öne çıkarmak gibi bir kaygım/çabam olmadı. Kendimi aziz İslam ailesinin, bütün renklerinin/unsurlarının sorunları ile ilgili, sorumluluklar üstlenen bir parçası gibi gördüm, görüyorum. Hiç kimseye, hiçbir zaman bana tabi olun, beni takip edin, beni okuyun vb. demedim. Hayatım boyunca genç kuşakları hep uyardım. Tek akla, tek yoruma, tek boyuta, tek ufka asla kapanmayın, bize gelmeyin, kendinize gelin dedim. Ancak, sorunuz vesilesiyle söylemek zorundayım, hayatım boyunca, profesyonellerin dışlayıcı ve kibirli kayıtsızlıklarına maruz kaldım. Ancak, bizim kişisel yalnızlıklarımızı gündeme getirmek yerine, aziz İslam’ın modern zamanlar boyunca karşı karşıya bulunduğu yalnızlığı konuşmamız çok daha anlamlı olacaktır.
İslam ve Müslümanlar yüzyıllardır ideolojik ve ırkçı bir tacizle, sömürgeci bir tacizle karşı karşıya bulundukları halde, bu tacizler karşısında bir kendilik iradesi oluşturamıyor, bu tacizler karşısında alçaltıcı bir teslimiyetçilik sergiliyor. Tahakküm üreten, ideolojik/seküler kültürlerle/saldırılarla hesaplaşamıyoruz. Emperyalist iktidar ve tahakküm sisteminin oluşturduğu sömürgeci hafızayı, kendi hafızamızmış gibi sahipleniyor sömürgeci yalanları, kendi gerçeklerimizmiş gibi içselleştiriyoruz. Emperyalist iktidar ve tahakküm sisteminin, Müslüman toplulukları, İslami gerçekliğin, İslami modelin/düzenin yeniden tarihe dönemeyeceğine, bunun imkansız olduğuna ikna etmiş olmaları, büyük/derin ve sorgulanmamış bir yalnızlığın ifadesidir. Bugünün dünyasında İslam ontolojik ve epistemolojik anlamda özgür değildir, bağımsız değildir, meşruiyet ve otorite sahibi değildir.
Günümüz dünyasında İslam, yalnızca folklorik/kültürel/sembolik özgürlüklere, kısmi/biçimsel özgürlüklere, meşruiyetlere sahiptir. Bundan daha büyük yalnızlık olabilir mi? Toplumlarımızda hamaset dili/söylemi/siyasetinin belirleyici hale gelmiş olması sebebiyle, tarihsel gerçekler hiç konuşulmuyor. Kendi hayatımızın varoluşumuzun, tercihlerimizin bizi ötekileştiren/aşağılayan/yalnızlaştıran irade tarafından tanımlanıyor oluşu, hiç birimizi kapsamlı/yoğun/içtenlikli hesaplaşmalara sevk etmiyor. Aziz İslam’ın tarihin öznesi değil, bir araştırma konusu haline gelmiş olması, İslam’ın kendisi olma, kendisi kalma hakkının tanınmıyor oluşu, yine hiçbir entelektüel hesaplaşma konusu yapılamıyor.
Kuşaklar gelip geçerken siz hep genç kalmayı başarıyorsunuz. Gençlere olan inancı her daim muhafaza etmek, diri tutmak genç kalmaktan daha zor olsa gerek. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Bizim kuşaklar yapısal bağımlılıklarla, radikal bağımlılıklarla malûl bulundukları için, hiçbir zaman bağımsız İslami bilincin, bilgi’nin, dünya görüşünün ifadesi olamadılar. Kendi bilincimize sahip olamadığımız için, bugün, kendi yolumuzda yürüyemiyoruz. Nerede duracağımızı, nerede konumlanacağımızı, neyi konuşacağımızı, neyi konuşmayacağımızı, resmi dil/söylem/siyaset, resmi gündem, resmi kutsallar belirliyor. Büyük İslam ailesi küçük/bayağı bencillikler sebebiyle paramparça. Kendi zaman/tarih ufkumuz içerisinde yeni bir bilinci ancak genç kuşaklarla kurabiliriz.
Yerli–milli bir çerçeve içerisine hapsedilen, popülist–politik milliyetçi–sağcı kültür, İslami bütünlüğün içini bütünüyle boşaltmış bulunuyor. Bugün bütün İslami sözcükler/kavramlar, iktidar ihtirasları adına, bayağı propaganda sözcükleri ve kavramları olarak, sorumsuzca istismar ediliyor. Hamaset yoluyla var olmakla, bilinçli olarak var olmak birbirinden çok farklı şeylerdir. Hamaset, içi boşaltılmış varoluşlar üretir. Genç olmak, bilinçli sorumluluklar almak, bilincin sorumluluğunu üstlenmekle başlar. Farkındalık, genç olmakla yakından ilgilidir. Gençliğin, bilincin ve farkındalığın ifadesi olabilmek için her türlü konformizm karşısında hep teyakkuz durumunda olmak zorunludur
Milliyetçi/mukaddesatçı/gelenekçi/görenekçi/muhafazakar/sağcı konformizme maruz kalan toplumlar/kültürler Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere evrensel bir zihin/düşünür/filozof/bilge yetiştirememişlerdir. Büyük sayılara hitap eden, büyük niteliklerden habersiz, cemaatler/tarikatlar/partiler bunların kurduğu eğitim kurumları, imam hatip okulları, ilahiyat fakülteleri vb., otorite ve meşruiyeti, toplumun bütün kesimleri tarafından kabul edilebilecek tek bir kamusal düşünür yetiştirmeyi başaramamıştır. Genç kalmak için her şeyden önce konformizmle mücadele etmek, her türlü riski göze alarak eleştirel bir duruşu gerçekleştirmek gerekir.
Bir okur olarak sizi neler heyecanlandırır?
Müslüman halkların bilincinin, kolonyalistler tarafından sömürgeleştirildiği tarihten bu yana, tarihsel gerçekliğin farkında değiliz. Bilincimiz sömürgeleştirildiği için toplumlarımıza, kapitalist/seküler/liberal gerçeklik dayatıldı. Bugün Müslümanlar olarak kendi gerçekliğimizin nasıl tasarruf ve tahayyül edileceğini, kendi gerçekliğimizi nasıl inşa edebileceğimizi bilmiyoruz.
Ne kadar Müslüman olabileceğimize, İslam’ı hangi alanda, ne zaman ve ne kadar fiilen tecrübe edebileceğimize, hangi bağlamda tecrübe edebileceğimize biz karar vermiyoruz. Böyle bir karar iradesine sahip bulunmuyoruz. İslam toplumları, modern–seküler gerçeklik yoluyla taşralaştırıldığı için, halen modern tarihin hangi projeler doğrultusunda oluşturulduğunu bilmiyor.
Bendenizin çabaları eleştirel düşüncenin sorumluluğunu alarak, sadece bu noktada kalmaksızın, eleştiri ile sınırlı kalmaksızın, alternatif üretebilecek çalışmalar/çözümlemeler yapabilmek için bütünlüklü/kapsamlı/kuşatıcı bir tarih felsefesi perspektifine sahip olma çabalarıdır. Seküler bilginin hepimizi araçsallaştıran iktidarı karşısında, yoğun ve sistematik bir mücadele, entelektüel bir mücadele de kuşkusuz çok heyecan vericidir.
Okuma ve yazmayla ilgili ritüelleriniz, olmazsa olmazlarınız var mı?
Hayatım boyunca okuma ve yazma konusunda dilediğim gibi kullanabileceğim vakitlerim olmadı. Çünkü neredeyse bütün gün, daha çok gençlerle sohbetlerle geçti. On yıldan bu yana kendime ait bir odam var. Orada özellikle sabah namazından sonra ve sabah saatlerinde okumaya ve yazmaya çalışıyorum.
Okuma konusunda çok seçici bir dikkate sahip olduğumu söyleyebilirim. Yayın dünyasını çok yakından takip etmeye çalışıyorum. Kitaplar için her türlü fedakarlığa katlanırım. Yeni çıkan bir kitabı herkesten önce okumak için çok çaba harcarım. Şimdi bu konuda kendilerini kıskançlıkla takip ettiğim, benden önce yeni kitapları okuyan genç arkadaşlarım var. Onlardan bu konuda bilgi almak beni çok heyecanlandırır. Okuma ve yazma çabalarımız, kendi çağına nüfuz eden, kendi çağını etkileyen bir bilince sahip olmak için yürütülmelidir diye düşünüyorum.
Atasoy Müftüoğlu nasıl romanlar, şiirler okur? Türkiye ve Dünya edebiyatından kimleri beğenir?
Bizler, burada yıllardır sürdürdüğümüz kitap çalışmaları bağlamında, ırkçı/ ideolojik/mezhepçi saplantıları olmayan bütün şairleri/düşünürleri/filozofları/ edebiyatçıları eleştirel bir dikkatle okumaya devam ediyoruz. İçerisinde bulunduğumuz günlerde Pablo Neruda’nın Evrensel Şarkı’sını (Can Yayınları) okuyorum. Çantamda ve masamın üzerinde her zaman Nizar Kabbani’nin, Mahmud Derviş’in bir kitabı bulunur.
Eylül Ekim aylarında okuyacağımız kitaplar arasında, Düşmanlık Politikaları ve Popülizmin Küresel Yükselişi (İletişim Yayınları), Ahlaki Körlük (Ayrıntı Yayınları), Tarih Yazımı (DoğuBatı Yayınları) var.
Bir dönem güney Amerikalı bütün romancıları, Rus klasiklerini okumuştum. Son yıllarda daha çok tarih felsefesi metinleri okumaya çalışıyorum. İçerisinde yaşadığımız zamanın/dünyanın/tarihin/toplumun entelektüel iklimine bağımsız/ özgün İslami katkılarda, eleştirel katkılarda bulunabilecek çapta evrensel düşünürler yetiştiremediğimiz maalesef üzücü bir gerçek. Kendi yerli–milli dünyamız dışında kalan hiçbir kültürü etkileyemeyen bir dil ve içerik kullanıyoruz. Bu tür bir dil ve içerikle tarihin dikkati çekilemez.
Size göre bir aydının/entelektüelin kuşanması gerekli en bariz vasıflar nelerdir?
Aydın–entelektüel bütün dünyanın nabzını tutan, tutmaya çalışan bütün ufuklardan bakan, bütün ufukları görmeye çalışan, bütünün/bütünlüğün ifadesi olan, kendisini milliyetçi/mezhepçi sınırlara hapsetmeyen, eleştirel sorgulamalar/ hesaplaşmalar yapabilen, bütün düşünce iklimlerine nüfuz eden, düşüncenin sınırlandırılmasını kabul etmeyen, her şartta gerçeğin, hakikatin ifadesi olan, tarihe sorumlu bir biçimde tanıklık eden, kendisini tek ufka/tek yoruma/tek ülkeye/tek kültüre hapsetmeyen adamdır. Entelektüel konusunda Edward Said’in Entelektüel’ini ve Oryantalizm’ini behemahal okumak gerekir. Modern entelektüel tarihin en önemli olaylarından başlıcası Oryantalizm kitabıdır ve ne yazık ki Oryantalizm’in İslami muadili şuana kadar yazılabilmiş değildir.
Dünya çapında aydın/entelektüel kişiliğiye dikkatinizi çeken, bize, tanış olmamızı tavsiye edeceğiniz isimleri merak ediyorum.
Bendeniz 1980’li yıllarda merhum Kelim Sıddiki merhum Roger Garaudy, merhum İsmail Raci Faruki’yle uluslararası konferanslara katıldım, seyahatler yaptım. Kelim Sıddiki’yle devrimci İslami bir dilin ve bilincin hayata geçirilmesi konusunda uluslararası konferanslar düzenledim. O yıllarda Ziyaüddin Serdar, S. Perviz Manzur, Münevver Ahmet Enis, Seyyid Hüseyin Nasr, Asaf Hüseyin, Hamit Algar, Ekber S. Ahmed, Aliya İzzetbegoviç gibi değerli entelektüellerin, evrensel bilincin inşa’sı konusunda ciddi katkıları olabilecekleri mülahazasıyla okunmaları gerektiğini öğütledik.
Bu isimler arasında Mehmet Akif Ersoy ve Muhammed İkbal, Nakib El Attas ve Malik Bin Nebi de vardı. İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatının entelektüel haçlı seferleri karşısında bugün büyük bir bozgun yaşadığını, bu bozgun sebebi ile de pek çok entelektüelin modern/seküler/demokratik yorumlara meşruiyet kazandırmaya çalıştırdığını görmek gerekiyor. Günümüzde, halen devam etmekte olan, entelektüel haçlı seferlerinden yara almadan, sağ kurtulan “Salman Sayyid” gibi birkaç istisnai isim var.
Gençlere “muhakkak gezin-görün” diyeceğiniz beş ülke, beş şehir hangisi, neresi olur?
İmkanı olanlar önce İspanya’yı ve özelliklede Endülüs Medeniyetinin şehirlerini görmeliler. Mağrip ülkeleri ve şehirleri, Mısır ve Kahire, İran ve Isfahan, Hindistan –Delhi, Saray Bosna, Japonya, İtalya–Sicilya önerilebilir.
Bu söyleşiyi, son günlerde karşılaştığım, entelektüel haçlı seferleri karşısında bozguna uğrayan Müslüman entelektüellerin söylemeye cesaret edemeyecekleri Mikhail Bulgakov ait bir aforizma ile bitirmek istiyorum: “Şeytan, insanlık karşıtı bir modernizm biçiminde, dünyaya yön veriyor.”
“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.
Yorumlayın
-
küçük esnaflara çağrı
-
Filistin’e Edebiyatla Bakmak
-
M. Ali Başaran – Mahir Orak: Okuma Serüvenleri
-
M. Ali Başaran – Muharrem Balcı: Süreç ve Muhataplarıyla Hukuk Üzerine
-
M. Ali Başaran’la Cezaevlerini, Aktüel Hukuki Gelişmeleri Konuştuk
-
M. Ali Başaran – Muharrem Balcı: Filistin Direnişi İçin Türkiye’de Yapılanlar, Yapılmayanlar
İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.
Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.
Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.
Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!
Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.
Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?
İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!
Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.
Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.
Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.
Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.
Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.
Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.
Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.
Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.
Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek. Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.
7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)
Önümüzde cevap bekleyen sorular var:
Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?
Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?
Tehdit mi rüşvet mi?
Kim bu birileri?
Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?
Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.
Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.
Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.
Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.
Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.
Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.
Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.
Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…
Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)
Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.
Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.
Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.
Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.
Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?
O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.
Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.
Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.
Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:
İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.
İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.
Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.
Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?
Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?
Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.
Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…
Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!
Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.
Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.
Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa, olsun, amin diyelim.
Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?
Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.
Köşe Yazıları
Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve
Yayınlanma:
4 hafta önce-
Ekim 24, 2024“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.
İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.
Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.
İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.
Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.
İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.
Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!
Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.
İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.
Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.
İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.
Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.
Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.
Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.
İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.
Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.
1 Yorum