Connect with us

Söyleşiler

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: Gözaltı, İşkence ve Tutuklama

Yayınlanma:

-

Türkiye’nin tarihi hukuksuzluklarla tıka basa dolu bolca karanlık içeriyor. Hangi ideolojiye sahip olursa olsun, hiçbir suçu olmayan birinin gözaltına alınıp tutuklanması ne yazık ki halen sıradan vakalardan biri sayılıyor. Hukuk’a, yargıya güven yerlerde süründüğü için olsa gerek bilhassa siyasetçiler, zulümleri örtmek için, ikide bir, “Türkiye bir hukuk devletidir”, “Yargı bağımsızdır, kararlarına müdahale edemeyiz” gibi aklımızla alay eden ifadeler kullanıyor. Her şeye rağmen ben şimdiye dek Türkiye’de Filistin Dostlarının barışçıl protesto gösterisinde bulunup gözaltına alındığına ve hem Emniyet’te hem de cezaevinde işkence görüp tutuklandığına şahit olmamıştım. Tüm bunlar biz yaşarken oldu. Başörtüsü meselesi ile iktidar olan ve Filistin Davasının hamiliğine soyunan bir iktidar zamanında başörtülü gençler, içinde “çıplak arama” da bulunan işkence ve kötü muamelelere tabi tutuldular. “Filistin Dostları Neden Yargılanıyor?” diye sormuştuk. Daha pek çok soruyu sormamız gerekiyor. Fotoğrafta gördüğünüz gençler maskeleri düşüren soruları sordukları için mahkeme kapılarında süründürülmek isteniyor. O gençlerden ikisi ile konuştum. “Filistin Direniş Okulu”nun talebeleri olan Gülşah Eldemir ve Şeyma Yıldırım’ın gözünden olan bitenleri ve bir türlü bitmeyenleri okurken eminim siz de birkaç mübarek soru soracaksınızdır. Belki kendinize, belki muhâtaplarına.   

 

29 Kasım 2024 tarihinde İstanbul’da TRT’nin düzenlediği bir programda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı protesto edenler arasında yer aldığınız için gözaltına alınıp tutuklandınız. Kısaca kendinizden bahsettikten sonra neyi, neden protesto ettiğinizi anlatır mısınız?

Gülşah:

İstanbul’da yaşıyorum. Yapay zekâ uzmanı ve aktivistim. 20 aydır SOCAR adlı firmanın Bakü’den aldığı petrolü İsrail’e satmasını protesto ediyorum. Defalarca kez çeşitli yollar ile sesimizi duyurmaya ve kanlı ticarete dur demeye çalıştık, çalışıyoruz. Bu petrol ticareti ile Türkiye’nin soykırıma ortak olduğunu dile getiriyoruz. Ayrıca aylardır Türkiye- Haifa arasında yoğun bir gemi trafiği varken Haydarpaşa Limanı’nda Gazze’ye insani yardım götürmeye çalışan Vicdan Gemisi hukuksuz bir şekilde limanda tutuluyordu. 2024 Kasım ayında sosyal medyada, TRT WORLD FORUM 2024 programına SOCAR firmasının CEO’su Elchin İbadov’un konuşmacı olarak davet edildiğini gördüm. Bu duruma seyirci kalamazdım. Programa giderek sesimi yetkililere duyurmak istedim. Programa kayıt yaptırdım ve içeride olanlardan birisiydim.

Şeyma:

Ben İstanbul’da yaşayan bir genç aktivistim. 7 Ekim’den beri Filistin mücadelesinin içindeyim çünkü orada yaşananlar hepimizin insanlık sınavı. 29 Kasım’da TRT World’ün programında, Türkiye’nin Filistin konusundaki ikiyüzlü politikasına dikkat çekmek için oradaydım. Socar CEO’sunun orda bulunmasını protesto etmek için oradaydım. Filistin’e destek veriyor gibi görünüp aslında İsrail’le ticari ilişkileri sürdüren bir ülkenin liderine seslenmek istedik. Mesele, bir kişinin konuşmasını engellemek değil Filistin halkına karşı süren bu büyük ikiyüzlülüğü ve sahte dayanışmayı ifşa etmekti.

Tutuklanan 9 kişi olarak birlikte mi hareket ettiniz?

Gülşah:

Programa kayıt yaptırıp bireysel olarak katılım sağladım. Sırasıyla TRT Genel Müdürü, İletişim Bakanı ve Cumhurbaşkanı konuşmalarını yaptı. Filistin temalı bir belgesel yayınlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşma yaparken salondan sesler yükselmeye başladı. Düşünün… Bir soykırım işleniyor ve bu soykırıma yakıt bizim elimizle gidiyor. Bu ticaretin muhatabı ise Filistin temalı bir programda konuşmacı olarak yer alıyor. Elbette ki buna birileri karşı çıkacaktı. O anda doğal olarak protestolar gerçekleşti. Ben de o protestoculardan birisiydim. Cumhurbaşkanı’na sorularımı yönelttiğim protestomu gerçekleştirdim. Birkaç kişiyi aylardır yapılan eylemlerde görmemin neticesinde simaen tanıyordum fakat salon içerisinde olan 4 kişi ve dışarıda eylem yaptıklarını bilmediğim 5 kişi olarak gözaltına alındığımız çevik kuvvet aracında tanıştık.

Şeyma:

Eylem öncesi hiçbirimizin birbirinden haberi yoktu, tanışmıyorduk bile ve açıkçası tek başıma olduğumu sanıyordum bu sebeple çok da gergindim. Ama aslında Hepimiz ortak bir vicdanın sesi olmuşuz meğer ve o gün orada aynı hisle buluşmuşuz. Bizi bir araya getiren şey, ortak bir öfke ve dayanışma olmuş.

Bir STK, cemaat veya tarikata mensup musunuz? İçinde bulunduğunuz yapı adına mı hareket ediyorsunuz?

Gülşah:

Bu yaşıma kadar herhangi bir dernek/vakıf/STK/siyasi parti üyeliğim olmadı. Bu protesto tamamen 20 aydır meydanlarda “Filistin için ne yapabilirim, bu soykırıma ses olmak için neler yapabilirim,  çaresiz bir seyirci olarak kalmayıp ülkemde neleri değiştirebilirim” soru ve arayışlarının sonucuydu. Yönlendiren herhangi bir kişi ya da kurum olmadığı gibi birlikte hareket ettiğim kimse de yoktu.

Şeyma:

Hayır, herhangi bir cemaatin, tarikatın ya da resmi bir yapının parçası değilim. Ben bir bireyim, sadece insanlık onuruna sahip çıkan biri olarak oradaydım. Filistin meselesi bir grup ya da kurum meselesi değil, insanlık meselesidir. Orada olmamın nedeni de bu insanlık borcuydu.

Size gözaltında ve cezaevinde kötü muamelede bulunulduğu kamuoyuna yansıdı. Dahası, çıplak aramaya maruz kaldığınız iddiası tartışmalara sebep oldu. Bunları konuşmak sizi rahatsız etmeyecekse, yaşananları aktarır mısınız?

Gülşah:

Haberlerde birinin bunları yaşadığını duymuş olsaydım belki bir ihtimal, “bu kadar da olmaz” derdim. Başıma gelince içinde bulunduğum durumun vehametini daha iyi anlatabiliyorum. Gözaltına alındığımızdan andan itibaren bizimle uğraşıldığını, yıldırmaya çalıştıklarını fark ettik. Hızlıca halledilebilecek işlemler için bile saatlerce aç ve belirsizlik içinde bekledik. Vatan Emniyet’te 3 gün kaldık. Öncelikle bizi narkotiğin deposunun olduğu izbe bir yere götürdüler. Eşyalarımın teslim alındığı ve üst araması yapılan bir süreç ile başladı her şey. 4 kadın polis ile beraber siyah camlı bir odaya gittim. Eşyalarımı teslim ettim ve üst aramam yapıldı. Ayakkabı bağcığı, başörtü iğnesi ve saç tokasını bu aşamada teslim ediyorsun ve mont, başörtü gibi kaba kıyafetlerim çıkartılarak “kaba üst” aramam yapıldı. Evrak işleri tamamlandıktan sonra başka bir üst araması için kadın polis ile başka bir odaya götürüldüm. Burada kaba üst araması olduğunu düşündüğüm fakat kıyafetlerimin çıkartılarak sadece iç çamaşırı ile kalınan ve el ile arandığım daha ayrıntılı, temas edilen bir aramaya tabi tutuldum. Belki genel halleri böyledir bilmiyorum fakat tüm gözaltı sürecinde polislerin kaba tavrı tek başına insana kendini kötü hissettiriyor. Daha sonra 7 kadın olarak aynı koğuşa getirildik. İçerisi oldukça pisti. Üzerimize örtebileceğimiz battaniyeler vardı fakat kokuyordu. Kış ayı olmasına rağmen üzerimi örtemeden uyudum. İnançlı biriyim ve namaz kılmak için gerekli koşulları hiçbir şekilde sağlayamadık. Namaz saatini bilemiyorduk. Yere serebileceğimiz temiz bir örtü yoktu. Ellerimizi yıkayabileceğimiz sabun yoktu. Sabun ve peçetenin yasak olduğunu söyleyip ısrarla getirmediler. Kadın ve erkekler aynı tuvaleti kullanıyorduk ve sabun olmayışı bizi en çok yoran şeydi. 2 gün boyunca yalvardık ve sonunda bir sabun getirdiler. Ben romatizma hastasıyım. Yaşadığım süreç ağrılarımı artırmıştı ve her gün istememe rağmen ilaç raporumun gözükmediği gerekçesiyle ilacımı vermediler. Hâlbuki sistemde bu hastalığı taşıdığım ve kullandığım ilaçlar belliydi. 3 günlük gözaltı süreci sonrası mahkemeye çıkarıldık. Vatan Emniyet’teki gözaltının son günü ve Silivri Cezaevi’ne gidip ilk yemek verilene kadarki süreçte toplamda 36 saat aç bırakıldık. Silivri’ye geldiğimizde ilk kayıt işlemleri için ayakta olacak şekilde 10 saat kadar bekletildik. Bu süreçte medyaya da yansıyan “çıplak arama” ve “başörtü kesilmesi” olayları yaşandı. Dediğim gibi başıma gelmeseydi belki de bu kadar da olmaz diyebilirdim. Adalet Bakanı’nın iftira atarak kabul etmediği çıplak arama maalesef ki yapıldı. Vatan Emniyet sürecinde anlattığım ayrıntılı arama değildi bu. Tamamen çıplak bırakılarak ve uyuşturucu saklama şüphesiyle öksürtülerek yapılan aşağılayıcı ve utanç verici olan “çıplak arama” idi. Kıyafetlerimizin hepsi alındı ve üzerimizde uzun olmayan, tesettüre uymayacak şekilde bırakıldığımız kıyafetler ile kaldık. Benim takmış olduğum şalımı herhangi bir açıklama yapmadan, “kesmemiz gerekiyor” diyerek ortadan kestiler. Kısa kalan parçası ile 2 gün boyunca kendimi kapatmaya çalıştım. En çok zoruma giden şeyler, namaz kıldığımda hiçbir şekilde tesettürümü sağlayamamış olmam ve erkek avukatlarımız geldiğinde de tesettürsüz bırakılmış olmamdı. Bu yaşanılanın “dini inançları önemseyen” bir devlet kurumunda yaşanmış olması ayrıca üzücüydü.

Şeyma:

Evet, ne yazık ki çıplak arama dâhil olmak üzere aşağılayıcı muamelelere maruz kaldık. Bu uygulamalar insan onuruna aykırı ve asla kabul edilemez. Orada bir suç işlemiş gibi değil, sadece sesimizi çıkardığımız için bir cezalandırmaya maruz kaldık. Fiziksel şiddet, psikolojik baskı ve bu tarz insanlık dışı muameleler çok yıpratıcıydı. Bunları anlatmak kolay değil ama bunların üstünü örtmek de doğru değil. Çağlayan’da karar sonrası Silivri’ye gönderilirken yaşadığımız darplar için herhangi bir doktor bizi görmediği için daha agresif davrandılar.

Cumhurbaşkanını protesto etmenin böylesi bir sonuç doğurabileceğini öngörmüş müydünüz?

Gülşah:

Bulunduğumuz program bir FORUM’du. İkinci konuşmacı olan İletişim Bakanı Fahrettin Altun, protestolardan hemen önce Cumhurbaşkanımızın ne kadar bağımsız, dünyaya kafa tutan, haksızlık gördüğünde korkmadan konuşan biri olduğundan ve içinde bulunduğumuz programın özgürce fikirlerimizi konuşabileceğimiz bir yapıda olduğundan bahsetmişti.  Gücü elinde bulunduran, sözü kuvvetli bir devlet reisi olarak cumhurbaşkanının en azından bizleri yanına çağırıp haksız isek haksızlığımızı konuşacağı bir beklenti içinde oluyorsun fakat maalesef bizde ağzını açan hemen susturuluyor. Açıkçası program bitene kadar bir yerde tutulabileceğimi, birkaç günlüğüne gözaltı olabileceğini ya da tutuklanacağımı düşünüyordum fakat “özel muameleye” maruz kalacak kadar tutukluluk yaşayacağımı düşündüysem de kondurmamıştım.

Şeyma:

Açıkçası, Türkiye’de sesini çıkaranların başına neler geldiğini hepimiz biliyoruz. Ama buna rağmen susmak, olanlara ortak olmak anlamına gelirdi. Bu yüzden riskin farkındaydım, ama vicdanım rahat olduğu için o gün orada olmaktan da pişman değilim.

Cumhurbaşkanının siz protestocuları “Siyonistlerin ağzı dili olmak” ile suçladığını işittiğinizde ne hissettiniz?

Gülşah:

Kurduğumuz cümlelerin hepsi videolarda ve ifadelerde medyaya yansıdı. İsrail’e giden gemilere karşı çıkmak mı siyonistlerin ağzı dili olmaktır yoksa bu katiller ile iş yapanlar mı? Canlı yayında ya da videolarda o sözü duymak ile hemen gözümün önünde bu cümleye şahit olmak, “sayın cumhurbaşkanım” diyerek söze başlayan birinin direkt bu söze muhatap olmasını duymak ağır bir durum. Daha ağır olan ise Türkiye’ye değer katacağını düşündüğümüz eğitimli gençlerin olduğu salon ahalisinin ne olup bittiğini hiç sorgulamadan saniyesinde holiganlığa tutulup art arda sloganlar atmasıydı.

Şeyma:

Bunu duyduğumda öfkelendim ama bir yandan da şaşırmadım. Türkiye’de Filistin için sokağa çıkanlara bile Siyonist denmesi, iktidarın ne kadar tutarsız ve samimiyetsiz olduğunu gösteriyor. Filistin için sesimizi yükseltirken, İsrail’e en çok ticari destek verenlerden biri olan bir yönetimin bizi Siyonistlikle suçlaması tam bir çelişki.

Hangi suçtan ötürü yargılanıyorsunuz?

Gülşah:

İlginçtir ki dışarıda kanuni hakları çerçevesinde eylem yapan 5 kişi ile akredite olup programa katılan 4 kişi de aynı suçtan aynı dosya içinde yargılanıyoruz. Gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet ile suçlanıyoruz.

Şeyma:

Cumhurbaşkanına hakaret, toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet gibi suçlamalar var. Ama esas suçumuz, gerçeği söylemek. Çünkü bu ülkede gerçeği söylediğinde seni cezalandırıyorlar.

Yargılama ne aşamada? Mahkemede nasıl bir atmosfer var? Bize biraz gözlemlerinizden bahseder misiniz?

Gülşah:

Gözaltı sonrası ilk çıktığımız mahkemede hâkime hanım 5-10 dakika kadar kısa bir süre içinde birbirinden tamamen ayrı kişiler için tek bir karar ile tutuklama çıkarttı! Ellerinde herhangi bir somut delil olmayınca, kanuni hakkımızı kullanarak yaptığımız eylemleri suç kategorisine koyamayınca ellerinden geldiği kadar yıldırma peşindeler. Yurtdışı yasağımız var. Basit gerekçeler ile mahkeme tarihi uzun ay aralıkları ile erteleniyor. Vermek istedikleri gözdağını görüyorum fakat bunun benim için yıldırıcı bir anlamı yok. Mahkemede avukatlarımız her ayrıntıya değinen bir savunma gerçekleştirdiler. “Dönüp de teşekkür etmemiz gereken gençleri bu şekilde yıpratmak tarihi bir ayıptır” diyerek aslında yapılan hukuk zulmünü de belirtmiş oldular. Şu anda 3 yıl hapis istemi ile yargılanıyoruz.

Şeyma:

Mahkemede adil bir ortam olduğunu söylemek zor. Savunmalarımız çoğu zaman dikkate alınmıyor, taleplerimiz ya reddediliyor ya da görmezden geliniyor. Dosyamıza dair taleplerimize dair net bir cevap almak bile zor. Mahkeme salonunda, özellikle bizim davamızda, iktidarın baskısının hissedildiğini düşünüyorum.

Türkiye’de Filistin mücadelesi İsrail zulmü kadar güçlü değilse de köklü bir geçmişe sahip. Filistin Dostları sizi, size yapılan haksız ve hukuksuz muameleyi nasıl görüyor? Destek mesajları alıyor musunuz?

Gülşah:

Silivri’de motivasyonumu en çok dirilten olaylardan birisi de dışarıda bizlere yapılan haksızlığa karşı duran kişilerin olduğunu bilmemdi. Neredeyse her kesim bu hukuksuzluğa karşı çıktı. Adımıza şarkılar yazıldı, tweetler atıldı, destek mesajları geldi, eylemler düzenlendi. Elhamdülillah topyekün dur diyebildik. Sözü direkt muhatabına söylemek halkta büyük bir ilgi uyandırdı. Bir yandan da bugün, ABD’de yaptığı eylemler neticesinde tutuklanan Rümeysa için ayağa kalkan bazı kesimler Türkiye’de tutuklanan Gülşah için aynı tavrı sergilemedi.

Şeyma:

Evet, birçok destek mesajı aldık, bu bizi güçlendirdi. Ama bir yandan da Filistin dostlarının bir kısmı sessiz kalmayı tercih etti, belki korkudan, belki de mevcut baskı ortamında ses çıkaracak gücü bulamadıklarından. Yine de bu süreçte yanımızda olan herkese teşekkür borçluyum, çünkü dayanışma olmadan bu mücadele yürütülemez.

Başınıza gelenler Filistin Davasına ve Türkiye’ye dair bakışınızda herhangi bir değişime yol açtı mı? Duygu ve düşüncelerinizi merak ediyorum.

Gülşah:

Filistin için eylem yapan birilerinin tutuklanmış olması… Bunu bir an için düşünelim. Bugün Türkiye’de 9 kişi işkence, kötü muamele ve hukuksuzluklar ile tutuklandı. Ne için? Kırmızıçizgisi Filistin olan Türkiye’nin Gazze’yi yerle bir eden jetlere yakıt sağlamasına karşı durduk diye mi? Her gün onlarca ticari geminin İsrail’e gitmesine göz yummadık diye mi? Vicdan Gemisi’nin engellenmesine direndik diye mi? Başıma gelenler, bu davada bir avuç olduğumuzu, işbirlikçilere karşı direnişi bırakmayıp Filistin’in sesi olmamız gerektiğini tekraren anlamamı sağladı.

Şeyma:

Aksine, inancım daha da güçlendi. Türkiye’de Filistin meselesine gerçekten sahip çıkanların ne kadar az olduğunu ve Filistin’i sadece bir siyasi malzeme olarak kullananların ne kadar çok olduğunu gördüm. Bu mücadele kolay bir mücadele değil, ama bu kadar zor olması bile neden daha çok ses çıkarmamız gerektiğinin bir göstergesi. Filistin davası bizim onur davamız ve bu baskılar bizi yıldıramaz, aksine daha kararlı yapar.

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Söyleşiler

Mücahit Gültekin: Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti

Yayınlanma:

-

Dün gibi hatırlıyorum Mücahit Gültekin ile tanıştığım günü. İnsanın kitapsever, okuyan arkadaşlarının olması ne büyük nimet. Av. Kaya Kartal’ın masasındaki kitaplara göz gezdiriyorken biri hemen ilgimi çekmişti ismiyle: “Algı Yönetimi ve Manipülasyon” Kitabı, vakit kaybetmeden sipariş etmiş, gelir gelmez okumakla kalmamış, hakkında bir de yazı kaleme almıştım. (Şubat 2017) Herkes bu kitabı okusun istemiştim. Kitap, övdüğüm kadar varmış, belgeyle konuşuyorum, bugün 17. baskıda! Bu röportajda da aynı duyguyu yaşıyorum. Herkes bu röportajı okusun istiyorum. Mücahit Gültekin’in, hayatlarımızda tarihi bir kırılmaya yol açacak denli önemli bir hadise olan Aksa Tufanı üzerine değerlendirme ve tespitleri bir hayli kıymetli. Okuduğunuzda bana hak vereceksiniz.

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Bu, ana sütü kadar helal özgürlük mücadelesine Amerika ve İsrail’in başını çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 19 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Şu üç duyguyu sürekli hissettim: Öfke, mahcubiyet ve çaresizlik. Öfke, İsrail ve destekcileriyle ilgili. Mahcubiyet, Gazze’nin metaneti, tevekkülü, izzeti ve inceliğiyle ilişkili. Savaşın ilk günlerdeki Ebu Ubeyde’nin “Savaşı ekranları başından izleyen Arap ve İslam dünyasına savaşın kalbinden sesleniyorum!” diye başlayan o unutulmaz konuşma, kalplerimizi mahcubiyetle damgaladı. Ve bu öfke ve mahcubiyetin daha da derinleştirdiği bir çaresizlik hissi… Özellikle Ebu Ubeyde’nin o konuşmasından sonra Hz. Meryem’in “Keşke unutulup gitseydim!” dediği o dua geliyor sürekli insanın aklına.

Bütün bunların bende oluşturduğu en temel duygu Aksa Tufanı gibi bir şeye hazır olmadığımız hissiydi. Gazze’yle bizim aramızdaki psikolojik mesafenin bizim sandığımızdan çok daha fazla olduğunu fark ettim. Türk filmlerindeki meşhur replikte söylendiği gibi: Biz başka dünyaların insanıyız, onlar başka bir dünyanın insanı. Direnişle aramızda kapatılması zor bir psikolojik mesafe olduğunu hissediyorum. Ebu Şuca’nın şehadetinden bir hafta önce yaptığı son paylaşımı dikkatli bir şekilde okuyan herkesin bu mesafeyi hissedeceğini düşünüyorum: O paylaşım, “Benim için” diye başlıyordu. Yani kendisine sesleniyordu Ebu Şuca. İlk cümlesi şöyle: “Kalbimin asla iyileşeceğini sanmıyorum ve hayatımın geri kalanında, önemli bir şey yapmamış olsam bile, hep bir yetersizlik hissi yaşayacağım. Başkalarının yaptığı fedakârlıkları ve katlandıkları şeyleri gördüğümde hissettiğim o korkunç hissin etkisinden kurtulamıyorum.” Ebu Şuca, bir berberdi. Dükkândaki malzemelerini satıp bir silah almış ve sonra Tulkarem taburunun komutanı olmuştu. İsrail’in en çok arananlar listesinin başındaydı. İsraillilerin yakından tanıdığı bu adam 29 Ağustos sabahı işgal güçleriyle girdiği çatışmada şehid olduğunda 26 yaşındaydı. Ondan bize kalan şu söz aramızdaki mesafeye ilişkin de bir fikir veriyor: “Bir evim yok! Bir arabam yok! Ama uğruna öleceğim bir duruşum var!”

Aksa Tufanı, hakkıyla bakan herkese bizde olanı ve olmayanı gösteren bir ayna olarak karşımıza çıktı. Kimse bu aynaya bakmazlık edemedi. Bakıp da göremeyenler, görüp de görmezden gelenler var. Bunlara diyecek çok bir şeyim yok. Fakat “Görülmesi gerekip de göremediğimiz neler var acaba?” sorusu insanı bunaltıyor.

Bu süreçte sizi şaşırtan şeyler oldu mu? “Her şeye rağmen bunu beklemiyordum!” dediğiniz şeyler…

Tam olarak “şaşırmak” denir mi bilmiyorum ama beni sarsan önemli olaylar oldu. Bunlardan biri Aaron Bushnell’in kendini yakmasıdır. Bushnell’in kendini yaktığı tarih 25 Şubat 2024 idi. O tarihte Türkiye’den İsrail’e gemiler işliyor ve dindar kesim bunu (az bir kesim hariç) ya çok farklı gerekçelerle savunuyor ya da görmezden geliyordu. Bushnell’in kendini yakması kadar öncesinde söyledikleri de çok sarsıcı. Aramızdaki farkı çok iyi yansıtıyor. Öyle çok uzun konuşmadı, birkaç şey söyledi sadece. Özellikle şu cümlesi çok etkileyiciydi: “Aşırı bir protesto eylemine girişmek üzereyim ancak Filistin’de insanların sömürgecilerin ellerinde yaşadıklarına kıyasla bu, hiç de aşırı değil!” Bushnell ile aramızdaki fark, gerçekten çok sarsıcıydı: 10 bin km ötede, ABD ordusunda görevli 25 yaşındaki bir adam, Filistin için kendini yakarken burada ömrü “Filistin!” diyerek geçmiş kimi kişiler Türkiye’nin sorumluluğuna dâir tek bir cümle kurmadılar. Dahası, “Limanları Siyonizm’e kapatın!” diyen gençleri linçlediler. Ben o günlerde şöyle bir şey yazmıştım: “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin. Hiç kimse de eskisi gibi olmayacak. Tufan, her şeyi alt üst etti. Büyük gördüklerimiz zamanla küçüldü, küçük gördüklerimiz her geçen gün büyüdü. Yakındakiler savrulup uzaklaştı, uzaktakiler gelip kalbimize yerleşti. Aaron Bushnell’in kendini yaktığı gün anlamıştık bunu.”

Gazzelilerin bana göre destansı, bir batılıya göre akıl almaz görünen direnişini siz nasıl tarif edersiniz?

7 Ekim sabahı erken kalkmıştım. Tekrar yatmadım. Bilgisayarı açtım, bir şeyler yazacaktım. Sonra bir ara twitter’a girdim. Aksa Tufanı’nı neredeyse başladığı saatlerde görmüş oldum. İlk bir iki saat neler olduğunu anlamaya çalıştım. Açıkçası hafsalamın almayacağı şeyler oluyordu. Ağzımdan dökülen ilk kelime “mucize” oldu. Hâlâ da öyle tanımlıyorum. Daha azını söylemek sanki direnişe haksızlık olurmuş gibi geliyor. Çünkü Gazze’nin şartlarını İsrail’in (ve destekçilerinin) teknolojik, askeri ve istihbari gücüyle kıyasladığımızda o gün olup bitenleri rasyonel kavramlarla açıklamak zor diye düşünüyorum. Nitekim Ebu Ubeyde, 28 Ekim’de yaptığı konuşmada şöyle demişti: “7 Ekim’de düşmanın kalelerine saldırırken Allah’ın yardımının tecelli ettiğini gördük. O kaleler örümcek ağı gibi önümüze çöktü.” Eskiden, Peygamberlerin mucize göstermesine rağmen insanların neden inanmadığına şaşardım. Kızıldeniz’i yarılmasına ve insanların oradan geçmesine rağmen insanların bir süre sonra Samiri’nin buzağısına tapmasına bir anlam veremezdim. Şimdi anlıyorum ki, insanlar bazen gözlerinin önünde gerçekleşen mucizeleri göremeyebiliyor. Daha doğrusu görüyor ama algı yönetimi ve manipülasyonlara maruz kaldıkları için gördüklerine hakkıyla kıymet biçemeyebiliyor. Nitekim “mukavemet” ile “kıymet” kelimeleri aynı kökten geliyor. Kanaatim o ki, Aksa Tufanı olarak isimlendirilen mukavemete gereken kıymeti göstermedik, gösteremedik. Bunun da Allah katında bir sonucu olacaktır, diye düşünüyorum. Allah hepimizi affetsin.

Sizce Aksa Tufanı’nın bize öğrettiği veya hatırlattığı en önemli dersler nedir?

Aksa Tufanı’nın bize verdiği dersleri hakkıyla görmek ve değerlendirmek ahlaki ve zihinsel olgunlukla çok yakından ilişkilidir, diye düşünüyorum. Bu açıdan bakınca Tufan’dan gerekli dersleri çıkarmak bizim olgunluğumuzla sınırlı. Bu sınırlılığın farkında olsam da çıkardığım dersleri dört kavramla özetliyorum: İzzet, zillet, vahdet ve kibr. İzzet, Gazze’yle; zillet, İslam dünyasıyla; vahdet, direnişle; kibr, İsrail ve destekçileriyle ilişkili. Gazze’nin izzeti hakkında çok fazla şey söylemeye gerek yok sanırım. Yokluğun, yoksulluğun ve acının her türünü yaşamış bir halkın gösterdiği metanet ve dirayet gerçekten bizim idraklerimizin ötesinde! İslam dünyasının zilleti hakkında da çok şey söylemeye gerek yok: 595 gündür İsrail’e bir yaptırım uygulamadılar. Bilakis Azerbaycan, Katar, BAE, Ürdün, Mısır, Türkiye gibi ülkeler İsrail’le çeşitli düzeylerde işbirliklerini ve ilişkilerini devam ettirdiler. Fakat kibr ve vahdet kavramlarını biraz açmak istiyorum.

Aksa Tufanı, Batı’nın kimi zaman incelikli ve karmaşık teorilerinin/kavramlarının ardına gizlenmiş kibrini somutlaştırdı ve bu kibrin nasıl bir riyakârlığa ve vahşete yol açtığını bize gösterdi. Aksa Tufanı’nın en önemli bereketlerinden biri budur.

Batılı emperyalist seçkinlerin öjenik reflekslere sahip olduğunu biliyoruz. Gazze’deki soykırım geçmişi çok eskilere dayanan bu güdünün bir sonucu. Kur’an, bu refleksin kaynağını tanımlarken “Onların göğüslerinde erişemeyecekleri bir kibrden/büyüklükten başka bir şey yok.” diyor. Yoav Gallant, Aksa Tufanı’nın ilk günlerinde bu refleksi vermişti: Filistinlileri “insansı hayvanlar” olarak tanımlamış ve hiçbir kurala bağlı kalmayacaklarını söylemişti. Tünellerin altında yaşayan bir grup “insansı hayvanın” irade ve inisiyatif gösterebilmesi onlar için tahammül edilemez bir şey. Onlara acı veren şey, Siyonistlerin rehin alınması ya da bir grup işgalcinin öldürülmesinden öte bir şey. “Büyüklük” yani dokunulmazlık duyguları zarar gördü. O yüzden savaşın başında “HAMAS’ı yok etmek” ve “Gazze’yi direnişten arındırmak” gibi irrasyonel bir hedef belirlediler. 6 günde 6 bin ton bomba attılar. Çılgınca saldırdılar. Bugün itibariyle yaklaşık 100 bin tona yakın bomba attılar. Netanyahu, ilk günlerde bu korkunç bombalamaları resmi hesabından paylaştı. Neden? Çünkü tarihlerinde ilk defa “evlerinden” alındılar; sürüklenerek ciplere bindirildiler. Sokaklarında Hamas askerleri dolaştı.

Bu tablonun onlarda var ettiği şoku, yarattığı travmayı biz tam olarak anlayamıyoruz. Bunu ancak müstekbirler tam olarak kavrayabilir. O yüzden, Batılı devletler İsrail’i anlayışla karşıladılar. Aksa Tufanı’nın onlarda yarattığı şoku belki şu örnek biraz anlamamızı sağlayabilir. İsrail, 2011’de tek bir askerlerinin (Gilat Şilat) karşılığında 1027 Filistinli mahkumu serbest bırakmıştı. Bu, bir kibir gösterisiydi. Dahası İsrail, ölmüş askerlerinin kemikleri karşılığında bile mahkumları serbest bırakabilen bir ülkeydi. Şimdi ise, HAMAS’ın elindeki esirlerini öldürme pahasına korkunç bir bombalama yapıyorlar. Dediğim gibi, bu akıldışı bir şeydi. Esirlerini geri almaktan çok, kırılmış kibrlerini geri almanın savaşını verdiler. Fakat bütün bu vahşete rağmen tatmin olmuş değiller, olamazlar da! 7 Ekim onların sinelerinde sürekli kanayacak bir yara açtı. Bu yaranın acısı hiç geçmeyecek. Çünkü Kur’an’ın buyurduğu gibi “ulaşamayacakları/tatmin olmayacak” bir kibre sahipler. Bu acıyla saldırıyorlar ama bu saldırganlık onları daha da çıkmaza sürükledi. “İnsan hakları” vs. gibi birtakım yalanlar üzerine kurdukları sistemin yıkılması pahasına yaptılar bunu. Şimdi o çıkmazın sancısını yaşıyorlar.

Aksa Tufanı’nın bize öğrettiği en önemli dersin ise vahdet olduğunu düşünüyorum. Fakat bu dersi almadığımızı, alamadığımızı içim acıyarak izliyorum. Bu, gerçekten Aksa Tufanı sürecinde benim en fazla içimi yakan konu oldu. “Tefrika” denilen hastalığın İslam toplumlarında ne denli köklü olduğuna; mezhepçiliğin ve kavmiyetçiliğin benliğimizi saran nasıl güçlü bir virüs olduğuna tanık oldum. Bazı olağan üstü durumlar vardır ki, bazı problemlerin ötelenmesi gerekir; konuşulması-yazılması ayıptır, cürümdür, sorumsuzluktur. Fakat soykırımın en yakıcı günlerinde bile bizim toplumumuzda mezhepçilik ve kavmiyetçilik yapıldı.

Halbuki Aksa Tufanı’nın gerçekleşebilmesi Gazze’deki 10’dan fazla grubun birlikteliği ile mümkün olmuştu. Bu grupların içinde FHKC gibi sol menşeli gruplar da vardı. Fakat hepsi Muhammed Dayf’ın komutası altında birleştiler. Örneğin 8 Ekim 2023’te FHKC Siyasi Büro Üyesi Mervan Abdül-Al ile gerçekleştirilen bir röportajda Abdül-Al, Aksa Tufanı’na bütün grupların katıldığını ama operasyonun başlama ve zamanlama meselesinin Kassam’ın liderliğinde gerçekleştirildiğini söyler. Gazze’nin kendi içinde birlikteliğini sağlamasını, Tufan’ın kendisinden daha azametli bir başarı olarak görüyorum.

Diğer taraftan bu birliktelik sadece Gazze’deki direniş gruplarıyla sınırlı kalmadı. Lübnan’daki Hizbullah, Gazze için çok ağır bedeller ödedi. Eylül’ün son haftasında İsrail jetleri bir gün içinde Lübnan’a 1100’den fazla sorti yaptı. 1 milyon 200 bin kişi yerinden edildi. Hizbullah en seçkin komutanlarını bu savaşta şehid verdi ve nihayetinde Seyyid Hasan Nasrallah ve onun yerine geçen Safiyüddin Haşim şehid oldu. Ancak o günlerde hâlâ Türkiye’de Hizbullah’ın “tiyatro” oynadığını söyleyen kalemler vardı. Üstelik bunları söyleyen kişiler Türkiye’nin İsrail’le ticaretine ses çıkarmadılar. Ben bu tutumun İsrail’in bombaları kadar acımasız olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki Aksa Tufanı, “vahdet” açısından büyük bir imkân idi. Şiilerin, Sünni Gazze için kanlarını, canlarını vermesi kalplerin yakınlaşması açısından büyük bir fırsattı. Kaldı ki, Muhammed Dayf başta olmak üzere, İsmail Heniyye, Yahya Sinvar, Ziyad Nehhale, Ebu Hamza ve Ebu Ubeyde gibi liderler bunu defalarca dile getirdiler. Ne var ki, mezhepçilik ve kavmiyetçilik hastalığı böyle bir şey işte! Sahada olup biteni görmezden geldikleri gibi, direniş liderlerinin çağrılarına da kulak tıkadılar. Özetle, Aksa Tufanı mezhep, kavmiyet ve hizip gibi farklılıkları ayrımcılığa dönüştürmediğimiz takdirde İsrail ve müttefikleri karşısında başarılı olabileceğimizi, aksi takdirde zillete mahkum olacağımızı bize öğretti.

Uzun yıllardır varlığını sürdüren, geniş imkânlarla kabalıklar içinde boy gösteren sayısız sivil toplum kuruluşu bu süreçte tutuk ve sinik kalmışken Türkiye, “Filistin İçin 1000 Genç”, “Direniş Çadırı” gibi küçük grupların adını duydu, eylemlerine şahitlik etti. Sizce bu normal miydi? Nasıl değerlendirirsiniz?

Kanaatimce sorunuzda ifade edilen konu Türkiye’nin Aksa Tufanı tecrübesini analiz ederken merkezi konumunu hep koruyacaktır. Şu hep sorgulanacaktır: Filistin ve Kudüs adına kurulmuş dernekler, vakıflar ve ömrünü “Filistin” diyerek geçirmiş kanaat önderleri Türkiye-İsrail ilişkisini neden görmezden geldiler? Neden İsrail’e akan petrole ses çıkarmadılar? Neden Türkiye’de İsrail bayrağının dalgalanmasına ses etmediler? Neden İsrail’e istihbarat desteği sağlayan üsleri gündemlerine almadılar?

Bunların cevaplarını sivil kişi ve kurumların iktidarla ilişkisinde aramak gerekiyor. AK Parti iktidarı bu kişi ve kurumların “tepki sınırlarını” belirledi diye düşünüyorum. Sivil kişiler ve kurumlar toplumun Filistin hassasiyeti doğrultusunda iktidara muhalefet gösterecekleri yerde, kendi kitlelerinin tepkilerini iktidarın hassasiyetleri ile uyumla hale getirmeyi tercih ettiler. Bu noktada Filistin İçin Bin Genç ve Direniş Çadırı gibi iktidarın kontrol alanında olmayan gruplar Aksa Tufanı sınavında başarılı bir imtihan verdiler. Seslerini yükselttiler ve bedel ödediler. Bu sebeple onlara teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Burada dikkat çekici bir nokta var: Bu gruplar, iktidara entegre ya da iktidara yakın gruplara göre hem sayı olarak hem de imkân olarak mukayese kabul etmez bir şekilde zayıf olmalarına rağmen hem iktidar üzerinde hem de geniş kitleler üzerinde etkili oldular. Türkiye’nin ticareti kesmesinde bu grupların yükselttiği sesin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bu da bize şunu gösteriyor ki, direnişin en önemli gücü “haklılık”tır. Bu kişiler, kaldı ki pek çoğu genç ve öğrenciydi, elleriyle yazdıkları pankartlar ve polis arabasına bindirilirken attıkları sloganlarla iktidarın İsrail politikasını sarstılar. Büyük binalara, büyük paralara ve büyük topluluklara sahip olmanın değil, bedel ödemeyi göze alarak hakkaniyetli bir duruş göstermenin daha önemli olduğunu herkese gösterdiler. Diğer taraftan iktidara entegre mikrofon ve kalemlerin yükselen bu itirazı karalamaya çalışmaları utanç vericiydi. Bu kişiler sosyal medyada linç edilmek istendi. Ama bu sesi yine de bastıramadılar. Hz. Ali bu gerçeği çok güzel ifade ediyor: “Haklıysan korkma, Hak seni korur!” Vicdan sahibi herkesin bunun muhasebesini yapacağını düşünüyorum.

Eylemlerde sıkça attığımız “Yaşasın Küresel İntifada” sloganı sizce yaşıyor mu?

Togore’un bir sözü var: “Yeni doğan her çocuk Tanrı’nın insanlardan umudunu kesmediğini gösterir.” diyor. Sloganlar bir umudu, bir özlemi, bir duruşu, bir irade ve ideali yansıtıyor. Bu açıdan bakınca eğer böyle bir slogan atılıyorsa, atılmaya devam ediyorsa bu; umudun, özlemin ve duruşun yaşadığını gösterir diye düşünüyorum.

Yine eylemlerde –sanırım biraz da utandığımız için- ara sıra attığımız “İslam ümmeti kabul etmez zilleti” sloganı sizce yaşıyor mu?

Kuşkusuz meydanlarda atılan en güzel sloganlardan biridir bu. Fakat bu sloganı “Etmemesi gerekir!” şeklinde anlıyorum. Eğer ortada bir İslam ümmeti varsa kuşkusuz bu ümmet, zilleti kabul etmez, etmemelidir. Ne var ki, Aksa Tufanı bu sloganın gerçekliğinin olmadığını bize gösterdi. İsrail izin vermeden Gazze’ye bir pirinç tanesi bile sokamayan, İsrail izin vermeden Mescid-i Aksa’yı ziyaret edemeyen bir ümmetten söz edebilir miyiz? Böyle bir ümmetten söz ediyorsak bu muhayyel bir ümmet değil midir? Fakat yine de bir önceki soruya verdiğim cevapta söylediğim gibi, sloganlar bize ne istediğimizi ve neyi özlediğimizi anlatır. Dolayısıyla bu sloganları atmaya devam edeceğiz ancak bu sloganlardan da öte dünyada hesaba çekileceğimizin farkında olarak. Çünkü Kur’an bize şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyleri neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza neden olur.” Allah’tan niyazımız attığımız sloganların hakkını verme şuurunu ve dirayetini bizlere vermesidir.

Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?

Bir şarkı vardı, sözlerinde “Yalan da olsa beni sevdiğini söyle” gibi bir mısra geçiyordu. Gerçekleri duymak ve görmek bazen tahammül edilemez olabilir. Özellikle toplumsal kimliğin üzerine bina edildiği söylemlerin gerçekliğinin sorgulanmasının sonuçları çok yıkıcı olabilir. Bu yüzden insan gerçekliktense yalan bir tarihe razı olabilir. Bazı ülkelerin “hafıza yasaları” (memory law) çıkarmasının sebebi budur. İlk hafıza yasaları 1990’ları başında Fransa’da çıkarılmıştı. Gayssot Yasası “Holokost inkarını” suç sayıyordu. Ondan sonra pek çok devlet ulusal tarihlerini makbul kılacak bir şekilde hafıza yasaları çıkarmıştır. İsrail’deki Nekbe Kanunu da bunun bir örneğidir.

Türkiye’deki dindar kesime Aksa Tufanı’na gelinceye kadar “Dünya bizi bekliyor!”, “AK Parti Kazanırsa Gazze Kazanır!” “Biz Kaybedersek Filistin Kaybeder!” propagandası yapıldı. Çok çeşitli düzeylerde yapıldı bu. Bayrak düştüğü yerden kalkacaktı! Yıllarca işlendi bu propaganda. Ne var ki, Aksa Tufanı çok sert ve yıkıcı bir gerçeklik ortaya koydu: Soykırımın yakıtı Türkiye’den gidiyordu. 590 küsur gün boyunca İsrail’le ilişkilerini kesemeyen bir iktidar gördüler. Bu, sarsıcı bir çelişki oluşturdu. Sosyal psikolojide “bilişsel çelişki kuramları” vardır. Bu kuramlar bize şunu söyler: İnsanlar bilişsel bir çelişki yaşadıklarında gerçekliği bu çelişkinin verdiği rahatsızlığı yok edecek şekilde yeniden kurgularlar. O yüzden dindar kesimlere iki şey söylendi: Birincisi, İsrail’le ticari ya da siyasi ilişkiler uluslararası hukukun, uluslararası güçlerin de hesaba katılması gereken, “ha deyince” kesilip atılamayacak şeylerdi. Bu argüman, iktidarın sorumluluğunu hafifleten, yapması gerekeni “onun gücünün dışında gören” bir bakış açısına işlerlik kazandırdı. Ancak Namibya, Güney Afrika, Kolombiya, Nikaragua gibi ülkelerin İsrail’e yönelik yaptırımları gelince bu argüman çok işlemedi.

Bize söylenen ikinci şey şuydu: Hiçbir şey gördüğünüz gibi değil! Gazze’ye en büyük yardımı biz yapıyoruz! Mühendislerimiz Gazze’de, askerlerimiz Gazze’de vs. İsrail’le ilişkilerimiz bu yardımı yapmamızı sağlayan bir perde! Bunlar açıktan da söylendi ama özellikle daha kapalı mahfillerde bu argüman daha abartılı bir şekilde de işlendi. Bu çok mantıklı bir propagandaydı. Bir bizim gördüklerimiz vardı, bir de bizim “bilmediğimiz şeyler” yapılıyordu. Bu “bilmediğimiz şeyler” güçlü bir yatıştırıcı olarak işlev gördü. Hatta “perde/örtü” argümanı görünürde kötü gibi görünen ama “bilmediğimiz daha büyük şeylerin” yapılmasını sağlayan hayırlı bir şeydi. “Ehven-i şer” argümanının bu anlamda kolaylaştırıcı bir işlev gördüğünü de söyleyebiliriz.

Fakat bütün bunlara rağmen, istenilen düzeyde olmasa da, iktidar çevrelerinin oluşturduğu algı belli düzeylerde sorgulandı, sorgulanıyor diye düşünüyorum. Aksa Tufanı’nın kimsenin hayal etmediği kadar uzun sürmesi bunda etkili oldu. Bu sorgulama hayırlı bir şey. Çünkü gelecekte daha etkili bir aksiyon alabilmemiz kendi gerçekliğimizi idrak etmemizle mümkün.

Müthiş bir yalnız bırakılmışlık ve ihanetle kuşatılmış Filistin’i, daha özelde Gazze’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Bir öngörünüz var mı?

Kuşkusuz Gazze çok zor durumda. Direniş cephesi büyük kayıplar verdi, ağır bedeller ödedi. Ancak direniş hala vurmaya devam ediyor. Boyun eğmedi. Bu, hiç kimsenin beklemediği bir şeydi. Belki direniş bile bu kadarını beklemiyordu. 7 Ekim sonrası ilk demeçleri hatırlayalım: İsrail birkaç hafta, bilemedin birkaç ay içinde sonuç alacağını söylüyordu. 590 küsur günden sonra direniş hâlâ müzakere masasında. HAMAS hâlâ muhatap. ABD’nin Netanyahu’yu bypass ederek HAMAS’la yaptığı müzakere bunun kanıtı. Diğer taraftan Muhammed Dayf gibi, İsmail Heniyye gibi, Yahya Sinvar gibi, Hasan Nasrallah gibi büyük kurbanlar verildi. Aksa Tufanı tecrübesi, hafızaları sonsuza kadar değiştirdi. Çok büyük tecrübeler edinildi. Normalleşme düşüncesi iflas etti. Direniş doktrini daha kök saldı. Bunun yanı sıra Direniş, Gazze aynasında herkesin röntgenini gördü. Bu röntgenin tahlilini yapacak ve bu tahlilin sonuçlarına göre daha güçlü bir şekilde yoluna devam edecektir inşallah.

Son olarak, yazdıklarınızdan, konuşmalarınızdan çıkardığım şu: Filistin’e gönülden bağlısınız. Sizi bu kadar özverili bir Filistin dostu yapan nedir?

Öncelikle hüsn-ü zannınızdan dolayı çok teşekkür ederim ancak şunu da söylemeliyim: Filistin karşısında boynumuz bükük ve derin bir mahcubiyet içindeyiz. Direnişe karşı ömrümüzün sonuna kadar borçlu kalacağız. Elias Rodriguez manifestosunda müthiş ifade etmiş bunu: “Bizler -bunun olmasına izin verenler- Filistinlilerin affını asla hak etmeyeceğiz!” Evet, bunu hak etmiyoruz ama Allah’ın affına ve direnişin geniş gönüllülüğüne ve hoşgörüsüne sığınarak umut ediyoruz.

Belki de dünyadaki hiçbir mesele taraf olma açısından Filistin davası kadar net değildir. Filistin, dünyanın en temiz davasıdır. Bunda ilahi bir bereket olduğunu düşünüyorum. Allah’ın Mescid-i Aksa’yı ve çevresini “mübarek” kılmasının bir anlamı olmalı. Resul-i Ekrem’i bir gece Mekke’den alınıp, Mescid-i Aksa’ya getirmenin ve oradan Mirac’a yükseltmenin bir anlamı olmalı. Yoksa Allah, Hz. Muhammed’i Mekke’den de Mirac’a yükseltebilirdi. Doğruyla yanlışın bu kadar karıştığı, zihinsel ve psikolojik dünyalarımızın bu kadar kirlendiği bir dünyada Filistin kendisine tutunup arınabileceğimiz bir temizliği temsil ediyor. Kudüs, ilahi âlemden yeryüzüne sarkıtılmış bir el gibi, eğer bu ele tutunursak, bu merkezin etrafında buluşursak insanlığın arasında örülmüş sahte duvarlar yıkılabilir. Birbirimize yakınlaşabiliriz. Hem birbirimize hem de İlahi olana yakınlaşabiliriz.

Teşekkür ederim söyleşi için.

Ben teşekkür ederim.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

M. Ali Başaran – Mahir Orak: Okuma Serüvenleri

Yayınlanma:

-

Sitemiz yazar ve editörlerinden Av. Mehmet Ali Başaran, “YeniPencere Özel”de Av. Mahir Orak’la kitaplar ve okuma serüvenleri hakkında bir söyleşi yaptı.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

M. Ali Başaran – Muharrem Balcı: Süreç ve Muhataplarıyla Hukuk Üzerine

Yayınlanma:

-

Sitemiz yazar ve editörlerinden Av. Mehmet Ali Başaran, “YeniPencere Özel”de Av. Muharrem Balcı ile süreç ve muhataplarıyla hukuku çok boyutlu olarak değerlendiren bir söyleşi yaptı.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x