Connect with us

Yazılar

Örste Tavlanan Öyküler – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Haberiniz oldu mu bilmiyorum, Ahmet Örs, Kasım 2020’de 4 (yazıyla dört) öykü kitabı birden yayınladı. 2004-2016 arası yazılmış 70 öykü, 414 sayfada toplanmış. Tasfiye Kitaplığının 2, 3, 4 ve 5. ürünleri olarak karşımıza çıkan kitapların isimleri, numara ve -hâliyle- öykülerin yazım yılı sırasına göre; Yüzümüzü Ağartan, Kar Kesilen, Kiralık Meydan ve Ferhat’ın Şemsiyeleri. Kendine ait olması mümkün değilmiş gibi kiralık meydanlarda ağarmış yüzüyle şemsiye satan Ferhat’ın üstüne yağarken kesilen kar altında bizi de üşüten öyküler bunlar.

Basit, soğuk birer gazete haberiyle geçiştirilmesine müsaade etmediği güncel şahitlikleri, kalıcı gündemler hâline getirecek şekilde mânâsını korumak adına çok da estetize etmeden, samimi, hemdert öykülerle tahkiye etmiş. Kapakta öykü yazıyor, ama iç başlıklarda hikâye tercih edilmiş. Küçük konuşma kayıtları da olabilecek bu öyküler, yerinden bildiren, durum tespiti yapan, hap gibi teşhislerden oluşuyor.

Birbirini tamamlayan cüzler hâlinde okunabilir, hepsi aynı yeri yumrukluyor çünkü. Ahmet Örs için tür de, yazı da, sanat da bir araçtan ibaret, hayatta yaptıklarını destekler mahiyette bir yardımcı. Esas olan derdini aktarabilmek için kullandığı sanatın da hakkını veriyor tabii. Harfleri silahlandırıp telaşlı bir şekilde şehrin bir ucundan koşup gelen adam olarak, mide kaldırması gereken kanlı görüntülerden sonra spor haberlerine dalan insanları uyarıyor. Elinde balyozu, ayağında demir ökçesiyle örste döve döve tava getirmeye çalışıyor.

Bir davanın, haklı bir ideolojinin savunusu, çağrısı için havaya kalkmış yumruğu inmeyen, yükselen bir öfke, edebiyat parçalamadan edebiyat dersleri de veriyor satır aralarında. Renkleri kaybolmuş, gri, puslu, dumanlı, soğuk bir havanın hâkim olduğu öykülerin hepsinde olmasa da kar, tipi geçen öyküler sebebiyle, yaşananların buz gibi gerçekliği kitap boyunca ürpertili bir üşümeyle esir alıyor insanı. En kapalı, muğlâk, kendini ele vermeyen öyküde bile kar, kasvet, muhasara, intihar, jurnal var, hissediliyor. Mutlu son yok denecek kadar az, isimsiz kahramanlar, genelde, bari sonrakilerin rahatı için canlarını, sağlıklarını terk edip cılız da olsa umut ışığını yakıyorlar. Umut hep var, ama genelde uzakta. Babalar da hep uzaklarda ve ağır işlerde, başlarına hep çok kötü şeyler gelen babalar. Evlerine ancak bir misafir gibi uğrayabilen, çocuklarının büyüdüğünü göremeyen, çocuklarının da onları unuttuğu, hep bir yabancı babalar.

Bardağın dolu tarafına bakmamızı söyleyen yüzlercesinin yanında, esasen boş tarafa bakıp çareler üretmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Şapşal şapşal sırıtanların oluşturduğu boşluğu, çukuru telafi edebilmek için kızgın, kararlı, vakarlı ve umutlu bir şekilde asıyor suratını, haklı olarak.

Diyalogların neredeyse hiç olmadığı, hep yazarın konuştuğu, birçoğu beş sayfayı geçmeyen, yazılma yılları geçtikçe uzayan öykülerin birkaçı dışında isim de yok hiç, herkesi kapsayan genel anlatımlarla konuşmuş da konuşmuş yazar. Bunun yanında karakterler akılda kalıcı; çünkü hayatımızda onlar, ya biziz ya bir yakınımız ya da şahit olduğumuz uzak birisi.

İçinde bir zulüm veya ihanet olmayan bir öykü okuduğumuzda, o günlerde Ahmet Örs’ü nispeten rahatlatacak bir olay yaşanmıştır kesin, diye düşündüm. Ya birinin elinden tutmuştur, ya birine deva olmuştur. Bunun yanında sade, tertemiz akarken her an bir yerden bir haksızlık, zulüm haberi, vurgusu, anımsatması gelecek diye bekliyor okuyucu. Bir kısmı hariç hepsinde geliyor zaten. Gelmediğinde, son kelimeyi de okuyup bu sefer başka bir düşünceye dalıyor insan. Ben mi kaçırdım acaba, alt metinde illâki vardır, diyor. Dönüp bir daha okuyor, bulamayınca şüphe artıyor, şahsen sormak için işaretleniyor öykü. Kahramanların mutlu olmak için harcamaları gereken o insanüstü emek geliyor aklınıza, bu var en azından diyorsunuz Bütün bu yaşanan tatsızlıklar, Ahmet Örs’e neşeli öyküler yazdırmaz. Öte yandan bunlar olmasaydı, zaten kalemi eline almazdı. Her şey yolunda giderken ne gerek olurdu öyküye, yazmaya.

Bu kadar sayfa metin olur da zayıf taraflar olmaz mı? Var elbette. Kötüler hep kötü, iyiler tam iyi olarak resmedilmiş. Kötülere pişmanlık duyacak bir fırsat tanınmadığı gibi, iyiler de onları düzeltme, affetme yoluna gitmiyor genelde, sınırlar keskin. Bilemiyorum, belki de mümkün değildir başka türlüsü. Zalimin güçlü, mazlumun zayıf, zulmün aralıksız olduğunu göz önüne almamız lâzım. Bunun yanında başarılı bir şekilde fikir ve duygu bazında aktardıklarının görmezden gelmemizi sağlayacağı bazı tekrarlar, tashihler de mevcut. Daha iyi bir editörlükle gözü tırmalayan bu küçük kusurlar, çapaklar da giderilebilirdi.

İlk üç kitapta Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Irak, Filistin cepheleri derken dördüncü kitapla birlikte bunlara Suriye de ekleniyor artık. Üçüncünün sonlarına dördüncünün başlarına denk gelen 2010-2012 öyküleri nispeten “normal” insan öyküleriyken, ondan sonra bu yeni coğrafya ve olayların silsilesi olarak eklenmemesi mümkün değildi tabii.

Her türlü mekânı öykülere fon yapabilen yazar detaylarıyla köyü de bilir şehri de. Tabiatın geri dönülmez tahribatı, şehirleşmenin getirdiği yabancılaşma, sebebi ne olursa olsun toprağından koparılan tedirgin insanların ilk elde hayattan düşmeleri ve toparlanamamalarıyla ilgilenir. İmar usûlsüzlükleri, hayvancılığın ve tarımın bitirilmesi, çiftçinin ümüğüne çökülmesi, meraların ranta açılması, nesillerdir hayvan otardıkları otlakların, çift suladıkları derelerin kapalı kapılar ardına peşkeş çekilmesi sadece köyü değil, hemen birkaç sene sonrasıyla şehri de pek yakından ilgilendirir. Nüfusu azalan ve yaşlanan köyler, şehirleri obez yapar. Bir şekilde şehrin çeperlerine yığılan insanlar, sanki keyiften gelmişler gibi, bu sefer de zaten savaş sahnesini andıran gecekondu tepelerinde kentsel dönüşüm terörüne maruz kalırlar. Köy boşaltmaları deyince hep Doğu’daki köyler, yaylalar falan gelir akla. Oysa bütün Türkiye’de köyler boşaltılmıştır. Bir yanda silahlı çatışmalar, öte yanda, diğerinin ehemmiyetini azaltmamakla beraber akılda tutmamız gereken finansal, popüler kültür terörü, hayvancılığı ve tarımı öldüren politika terörü. Bir dolu çaresizlikten eli kolu bağlı köylünün bir yandan terörle, bir yandan kontrgerillayla, kan davalarıyla, rantiyeyle uğraşması; bu çoklu zulme şahit olan nesillerin hayatlarının alacağı şekil, ailesiyle, ülkesiyle çatışan bir kıvama gelir. Geçim derdiyle savrulan hayatlara insanların yanında tabiat da yardım etmez artık.

Sermayeyle de arası hoş değildir yazarın. Zenginin mide geğirtisinin bastırdığı fakirin karın gurultusunu duyurmak ister. Fakirlik, ceberutluktan hemen sonra gelir. Soğuk evlerde boş mideler, dibine kadar battıkları işsizlikten kurtulmak için en tehlikeli işlerde hayatlarını hiçe sayarak yevmiyelerini çıkarmak zorunda kalanlar, saadet getirmeyen paranın ucundan da olsa tutmaya çalışırlar. Annesinin yanında işe gitmek zorunda kalan sabiler, zorba patron, işsiz gençler; servetin kesinlikle helâl, normal olmadığını, mutlaka altında bir zulüm olduğunu, hiç değilse dağıtmadığı için mesul duruma düşüleceğini vurgular, iyice anlamamız için. Yoksul ailenin sesinin duyulması için içlerinden birinin feci bir şekilde can vermesi, adeta kendini feda etmesi gerekir illaki. İnsan cesetleri üzerinde yükselen hangi imparatorluk iyidir ki? Ucuz işgücü, vasıfsızlaştırılan, sürüleştirilen, rekorların rakamların kotaların ezdiği emekçilerden, sistemin öldüresiye ezdiği insanlardan; başkaldıran, isyan eden, protesto grev yürüyüş yapan bilinçli fertlere dönüşmelerini izleriz öyküleri sırasıyla okuduğumuzda. İsyan, evet, isyan seslerini duyarız ilerledikçe. Ezilenler, mağdurlar, madunlar; kapitalistlere, beleşçilere, komisyonculara karşı sürekli korudukları teyakkuzu hep beslerler. Ama bankaların etrafımızı sarması, dahası içimize girmesi, bir türlü karşılığı alınamayan emeği iyice değersizleştirir. Yerin yedi kat altındaki madenciler de, -10. bodrum katındaki AVM çalışanları da zemini kabartacak derin nefesler biriktirirler ciğerlerinde. Batan komşuları için ellerinden bir şey gelmeyen, kendileri de zaten zar zor geçinen küçük esnaf; kapitalizmin, “Bize bulaşmazsan kapımızda, gölgemizde sürünerek yaşayabilirsin.” ihsanıyla bir umuda kapılan yoksullarla aynı kaderi paylaşır. Vahşi kapitalizmin büyük uşakları eliyle küçük esnafı öldürmesine, esnaf arasında hatırı gözetilen, ürpertici bir saygınlıkla sözü sayılan ulu çınarlar da engel olamaz. Kendi ülkesinde turistlerce ezilen insanlar, türlü dalavereler sebebiyle parası bizimkinden on kat değerli olduğundan aramızda burnu havalarda gezip bizim yerimize de memleketin imkânlarından kâm almasına kahırlanır yabancıların. Zengin ve fakir arasındaki asla kapanmayan uçurum ve bunun dibinde “yaşıyorum” zannedenler, vahşi kapitalist düzenin ezdiği, titrettiği gencecik cılız bedenler ümitlerini ya kaybediyor, ya da uzak nesillere erteliyor.

Kitapların baskı tarihi itibariyle bitmesine yaklaşık 977 sene kalan 28 Şubat zulümleri, başörtüsü mücadeleleri, “irticaî” faaliyet kovalamacaları, alfabe ve takvim değişimi; yüz yıl önceki zulmü anlatacak bir insan kalmasa da dallarında nice cana kıyılan çınarın anlattığı olanlar ve fakat bitmeyenler. Eşya taşıma süsü verilen kamyon kasalarında dolapların içinde ders yapan ve fakat kimsenin anlatmadığı kurs çocukları ve hocaları, tahammülsüz otoritenin bütün imkânlarıyla sıkıştırdığı gayretkeşler.

Hayatta kalabilmek için ölümüne çabalar insancıklar. Tamirci çırağı ve tartıcı çocuk hep üşür, korumasız ve hamisizdirler. Kusulan ölüm, önünü görmeye engel ıslak buğulu gözler, çatallaşan ses, düğümlenen boğaz satırlardan sadırlara geçmek için vize beklemeden davranır hamlelerle. Korku, ümit, isyan hep bir aradadır. Ölümün sırasını şaşırmasının sıradanlaşmasına şaşırmamaya başlarız artık, soğuk bir yüzle aralarda dolaşmasına çabucak alışırız.

Nedendir bilinmez, otoriteye iktidara saygılı ve ürkektir anneler. Muhbir vatandaş, kötü komşu, elektrik ihbarnamesi, ceberut yöneticiler, ezilen halk; tevekkül, teslimiyet elbisesine büründürür onları. Camsız panelvanlarla işe götürülüp getirilen tekstil işçisi cılız genç kızlarını beklerler cam kenarlarında. Ailesini korumak için badirelere sabrederler güçsüz imkânlarıyla. Kendi yedikleri darbeler sebebiyle, çocuklarına sakınımlı davranan, bunu bir türlü anlamayan itirazcı çocukların korkaklıkla suçladığı anneler. Merhametli anneler, kavruk tenli ırgatlar, savaşın ve öldürücü pençesiyle yoksulluğun, talihsizliğin, bahtsızlığın dağıttığı aileler; zor da olsa harekete geçenler sayesinde biraz nefeslenebilirler, fazla değil.

Yatılı okulda bir kısırdöngüyle devam eden somurtuş, mutsuzluk, küfür ve umutsuzluk, zorbalık, göz yumma, suskunluk, yalnızlık… Haksızlıklar karşısında bir çıkış yolu olarak hayallere sığınan körpe öğrenciler.

Sonradan zalime dönüşebilir diye yardım edilmeyen mazlumlar, ezilmeleri adaleti sağlamayan madunlar, masumlar… Ayaklanmaları kötülüğü sadece bir süreliğine inkıtaa uğratır, sesini çıkaranlar bertaraf edildikten sonra her şey kaldığı yerden sıkı tedbirlerle devam eder.

Öyküler hiçbir kesimi ayırt etmeden haklarını haykırıyor. Marşta, nutukta, hamasetle, dayakla kendini hizaya sokmaya çalışan her şeye başkaldırıyor. “İtaat et, rahat et.” diyenlere inat, rahatı bozulması pahasına isyan bayrağını alıyor eline.

Hayatının önemli bir kısmını kaplayan sendikal mücadele de gerek müstakil gerekse içlerine yedirilmiş olarak öykülerde yer buluyor. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen ırgatlardan haklarını arayan sendikacılara; neredeyse takasla hayatlarını idame ettiren köylülerden bankayla münasebeti olan esnafa eviriliyor öyküler, bir umut gibi.

Yoksulluktan, inançları veya kimlikleri yüzünden şehrin, yöneticilerin ezdiği, boğmak için abandığı insanlar. Anne karnında başlıyor, ihtiyarlığa kadar, şehrin göbeğinden en ücra köşesine, en okumuşundan en cahiline, en erkeğinden en kadınına herkes nasibini alıyor zulümlerden. Her zaman olan oluyor, kalan kalıyor. İlerleme var, evet, ama hep garibanın aleyhine. Geri gitmekte o kadar ileri gidiliyor ki, eksi yönde büyüyoruz mucizevî bir şekilde. Sonunda çaresizlerin ağzından her zaman dökülen bir feryada dönüşüyor çekilenler: Hiç mi iyi insan yok bu dünyada? Esasen herkes köle, kendini en üstte sanan da kendine köle.

Son söz: Kitap boyunca şu nidayı duyarız hep: Fekku raqabe (kölelere özgürlük). Sanayi sitesinden, madenden, tarladan, atölyeden, dükkândan, okuldan, daireden, fabrikadan, şoför mahallinden, kaldırımdan, bürodan, tezgâhlardan, evlerden, dağdan bayırdan, makamlardan, kamplardan, kışladan, tel örgülerden herkesin isyanı, özgürlük talebi buluşur sayfalarda. Öykülerin hepsinde “Direne direne kazanacağız.” nidası makes bulur. Dikkatinizi çekerim iki kere direniş bir kere kazanış var, yani hayli zorlu bir iştir kotarılmaya çalışılan ve çoğu zaman üçüncü kelime ilk ikisinden çok uzaklarda olabiliyor.

Son söz-2: Kitapları okuyup yazıya çalıştığım günlerde bilgisayarın başından kalkıp uykunun ağır basmasıyla kapanan gözlerime söz geçiremediğim bir zaman Ahmet Örs’ün öykücülüğüyle ilgili harika bir detay geldi aklıma. Şu an bile hatırlayamasam bile o anki hazzını hissediyorum. İyi bir buluş diye kendimle de övündüm arada.  Fakat üşendiğimden kalkıp not almadım bir kâğıda veya telefona. Buluşun sevinciyle uykunun tatlı kollarına teslim ettim kendimi. Bu tür durumlarda hafıza tekniklerinden birini kullanırdım, ama ona da müracaat etmedim. Öyle ya, bu kadar güzel bir fikri unutabilecek kadar ihanet içinde bir beynim yoktu benim. Kalktığımda aklımda konuyla alâkalı hiçbir şey yoktu. Zaten öyle bir konu olduğu da kalktıktan saatler sonra gelebilmişti zihnime. Cümlelere bile dökmüştüm hâlbuki uyumadan önce. Ne yapsam ne etsem gelmedi inatçı. Ama olsun, bak kurtulamadı elimden. Kendisini yazamasam da öyküsünü yazıyorum ben de. Sen kalk, bilinçaltımdan oya oya yukarılara çık, beni heveslendir, sonra ortadan kaybol. Öyle yağma yok, kendin yoksan bile dedikodunu yaparım ben de.

Ahmet Örs Sözlüğü:

·         Anlamsızlık
·         Batı hayranlığı
·         Boğucu sıcaklar
·         Çaresizlik

·         Çıkarcılık

·         Dayanışma

·         Dert
·         Direniş
·         Egemenler
·         Fakirlik

·         Fedakârlık

·         Gaddarlık
·         Gariplik
·         Gurur
·         Hak gaspları

·         Hırs

·         Hukuk

·         Hüzün
·         Istırap
·         İfsat
·         İftira
·         İntikam
·         İrtica
·         İstikbar
·         İşgal
·         Kahır

·         Kardeşlik

·         Keder
·         Kibir

·         Komşuluk

·         Kuşatma
·         Mahremiyete tecavüz
·         Mazlumlar
·         Merhamet
·         Metanet
·         Mihnet
·         Mücadele
·         Nefret
·         Neşve
·         Öfke
·         Özgürlük
·         Propaganda
·         Puslu hava
·         Sabır
·         Savaş
·         Sebat
·         Sefalet

·         Sendika

·         Sıradan hayatlar
·         Talan
·         Tedirginlik
·         Tepkiler
·         Umursamak

·         Uzun süren ölümler

·         Vahşi kapitalizm ve tutkunları
·         Yabancılaşma
·         Yağma
·         Yakıcı soğuklar
·         Yalnızlık
·         Yasaklar
·         Zalimlere lanet

 

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

GASSAL: Ölümün Farkındalığının Hayatı Düzenleme Eğilimine Etkisi – Engin Yüksel

Yayınlanma:

-

Bir daha düşündüm: Gassal kesinlikle bir başyapıt!

Çünkü…

Bir başyapıt, evrensel önermeye bağlı bir kurgunun karmaşık örgü ve buna uygun karakter derinliği ile ortaya çıkar. Gassal’da bunlar fazlasıyla var.

Eser bize, ölümün farkındalığının hayatı düzenleme eğilimine etkisi üzerinden bir pencere açıyor. Dizideki karakterleri “ölümden korkanlar” ve “yaşamın içinde savrulanlar” diye ikiye ayırabiliriz ama ölümü anlayan bir tek Gassal var. İşte bu anlama, Gassal’ı diğerlerinden farklı kılıyor.

İlk karakter, şoför. Ölümle ilgili tek fikri, korku ve kendini savunmak… Silah metaforu ile verilen şoför, diğer tüm karakterler gibi hayatın normal akışı dışında bir yaşama sahip: Kız kaçırmış ve kaçırdığı kızın ailesi tarafından öldürülüyor.

İkinci karakter, Gassal’ın yardımcısı. O da ölümden korkuyor ancak kaçmak dışında bir tavır geliştiremiyor. Ölümü anlamaktan çok uzak!

Üçüncü karakter, hemşire kız. Yaşamı kendi üzerinden okuyor ve çocuğu olmamasını kendisi kabullenmediği gibi başkasının da kabullenmeyeceğini düşünüyor. Yaşamın gerçekliği yerine kendi gerçekliğini yaşıyor.

Dördüncü ve beşinci karakterler bir çift, Ahmet ve Neslihan. Eserdeki normal algımızı inşa ediyor gibi görünen çift de aslında bir başka gerçekten kaçış hikayesi taşıyor: Kendi cennet bahçelerini oluşturmuşlar. Çitleri bile var! Ütopyaları, ışıklı havuz! Ve ölüm… Final, bu çift üzerinden kurgulanmış. Yazının sonunda yine değineceğim.

Altıncı karakter, baba. Kendisinin de dediği gibi, ondan ne koca olur ne de baba! Hayata rağmen kendi gerçekliğinin peşinde savrulan biri. Hazcı. Hedonist. Ölüm yokmuş gibi yaşıyor.

En komik karakter de şüphesiz kız kardeşleri kaçırılan köylü ve çevresindeki tipler. Bolca geleneksel doku üzerine serpiştirilmiş felsefi cümleler ve finalde konunun festivale bağlanması doğu tipi aydının çıkmaz sokağından bize sesleniyor.

Gassal’a araba ile çarpan dejenere tip ve ailesi ise günümüz ortalama insanını çok iyi sunmuş. Hiçbir çıpası olmayan bu tipler sadece kendi korkuları ile çıkarları açısından dünyayı algılıyor ve her cümleleri mantıksızlığın tutarlı mantığı olarak bizi dehşete düşürüyor!

Bir de aralara yerleştirilmiş ekonomi politiği açıklayıcı tipler var. Kasiyer kız ile hayatın gerçekliği karşısında kapitalist yanılsama, ölümüne kavga ettirilmiş. Muhteşemdi!

Filmin finali çok sertti. Cidden çok sertti. Dünyada kimse kendi küçük cennetini inşa edemez. Hayatın gerçekliğinin farkındalığı esastır ve bundan kaçış küçük cennetler üzerinden olmaz. Tamam, ben de üzüldüm en sempatik çiftin ölmesine ama konforlu alan göndermesi lazımdı da bu kadar içimizi acıtması acaba eseri anlamamıza çok mu engel oldu? Çok mu duygusal bulduk diziyi; bıçak gibi sert ve keskinken!

Ölüm, bize bir çıpa verir; kendimizi ve ötekini anlamamıza dair. “Hakkımız olan” ve “ötekinin hakkı” kavramları, ölümle anlam kazanır. Ölümün farkındalığı bizi makul olanı inşaya zorlar. O mahallede, o küçük cennet makul değildir. Sevimlidir, romantiktir özenilesidir ama makul değildir.

Gassal’ın, istemeye gittiği kız ve ailesinin analizini ise sizlere bıraktım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Akrebin Kıskacındaki Dimeşk – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

Dimeşk; bu toprakların kadim hikâyelerinin yazıldığı nadir beldelerdendir. Milenyum sonrası inşa edilen yenidünya düzeninde yine kilit rolü üstlendi ve ahalisi türlü türlü ceremelere gebe kaldı. Ortadoğu’yu arzuları doğrultusunda kendilerine risk teşkil etmeyen parçalara bölüp şekillendirme evresi sonlara yaklaştı, etken değil de edilgen konumda oldukça elde ettiğimiz her bir özgürlük alanı başka bir açıdan esaretlerimizi daha da derinleştirmektedir.

Değil bu beldede veya benzer konularda, en ufak bir konuda dahî tek bir etkene göre hareket etmeme kaidesini işletip hareket etmemiz gerekmektedir. Esad dün de zalimdi, kimse Esad harika/şirin/mükemmel bir yönetici, demedi hiçbir zaman; koca bir Ortadoğu’nun kaderini şekillendirecek tavırlarımız, sadece bir etkene veya bir kişinin olumlu olumsuz varlığına göre şekillenebilir mi hiç?

Mesele, özgürleşmek değil; mesele, ne zaman ve nasıl özgürleşileceğidir. Başkasının gölgesinde edinilen özgürlük ne kadar, ne tür bir özgürlüktür? Önemli olan özgür halkların, özgünce yaptığı inkılaplardır.

Her şeyi boş verin, iki dakika durup bir düşünün “Bu insanlar ne diyor?” diye. Müslümanların, mazlumların, ezilmişlerin kötülüğünü mü istiyoruz, diktatör âşığı mıyız, işimiz gücümüz yok da dertsiz başımıza dert açan mazoşistler miyiz? Yok, başka bir şey varsa kulak verin! Esen rüzgâra, akan suya, önüne konana, zahiren gördüğüne, olmakta olana göre hareket etmek kolaydır. Mühim olan önüne konanı ve olanı sorgulamaktır; zan atında kalsan da çevrenle kötü olsan da yerel ve küresel muktedirlere terste düşsen, hakikati araştırıp bulma gayretidir.

Koca ümmetin çoğunlukla tek yaptığı şey karşılaştığı birçok vakıaya karşı duygusal refleks göstermek, etraflıca düşünüp sonucunu değerlendirmeden esen rüzgârın arkasından savrulmaktır. Ki; “Müslüman aynı delikten iki defa sokulmaz!” diye uyarmıştı son Nebi ama yanı başımızda Irak, Tunus, Libya gibi örnekler öylece durmaktayken bu tecrübelerden nasıl olur da dersler çıkartamıyoruz, anlamak mümkün değil!

Tamam, yerel diktatörden kurtulduk! Peki, küresel muktedirlerin emelleri ne olacak? “Kervan yolda düzülür.” diyorsunuz sanırım, “Muhaliflere zaman verin!” deniyor ama Gazze’nin zamanı yok, yarınlarımızın kaybedeceği bir günü dahî yok! Geldiğimiz noktada, cümbür cemaat Suriye sınavını kaybettik! Suriye, Esad hanedanından kurtuldu ama üzerinden bu topraklara ekilen karşıtlıklar daha da derinleşti ve belirsizlik kat be kat arttı.

Suriye halkının yılladır çektiği ıstırapları kıyaslamak, tercih etmek, küçük görmek kimsenin haddine değil, kastımız da bu değil zaten. Misal; Hama katliamı sırasında bombardıman emrine uymayıp hapse atılan ve “öldü” sanılan pilotun 42 yıl sonra cezaevinden çıkması üzerine tarih baştan yazılır; bir kız çocuğunun babasına kavuşması üzerine akan sular durur. Bir diğer yandan ne yazık ki üzerimize çığ devriliyor, işaret ettiklerimiz yaşanan acıların karşıtı değildir. Onlar; bize yaşatacakları acıları da yine bizim üzerimize basarak yapmaktadırlar. Bu çarkı, kısır döngüyü bugün kırmazsak yarın bunun on mislini yaşayacağız; sonraki kuşaklar ise elli mislini yaşayacak!

Suriye yönetiminin zalimlikleri, yanlışları, sorunları, bizlerin nasıl hareket etmemiz gerekliliği için tek başına yeterli olmayacağı gibi diğer taraftan Esad’a karşı mücadele edenlerin salt iyi niyetine göre de hareket edemeyiz. Küresel denklemler ve gelişmeler öyle senin benim iyi niyetimize, arzularımıza göre şekillenmiyor. Adamlar profesyonelce siyak sibakını da inşa ediyor, yönlendiriyor, manipüle ediyor.

Savaş öncesindeki Esad’ın diktatörlüğünün zalimliklerinin hanedanlığının yanlışlıklarının (yine ilk günlerde dediğimiz gibi) çözümü Amerika’nın su yolunda değil, kendi dinamiklerimizle hayat bulmalıydı. 2011 sonrasında haklı-haksız arayışı ve tanımlamaları yersizdi çünkü Suriye’de bir savaş yoktu, bir kaos vardı ve kaosta haklı haksız aranmaz. İşletilen intikam ve kan davasından, ihtiras ve taassuptan ancak zillet doğar, belirsizlik artar ve belli çevrelerin istedikleri de bundan başka bir şey değil!  Son Nebi, son sözünde “Her türlü kan davası ayağımın altındadır!” dedi mi, demedi mi? Aksâ Tûfanı’nın ilk günlerinde “Suriye tecrübesinin kötü izlerini Gazze kapatır, vahdet sağlanır da bölgemizden siyonizmi ve emperyalizmi def edip özgürleşiriz!” diye umut etmiştim. Maalesef şu an, bu umudumun tam tersi olmakta…

Şahsen 2006 yılında Şam’da okuyup geldikten sonra Esad hanedanlığının oluşturduğu korku imparatorluğundan bahsedip “Bu rejim devrilmesi gerekir!” derken şimdi bizi tefe koyanlar yine o anda esen rüzgâra göre kolay olanın arkasından savrulup hiçbir rahatsızlık emaresi göstermiyorlardı.  Kaosun başlarında bizler yine sunulanın ters köşesinde kaldık, şimdi de öyleyiz hamdolsun! Kimse kusura bakmasın “Cambaza bak, cambaza!” diyerek sahnelenenlere göre hareket edemeyiz.

Olayların dış yüzüne göre değil de iç yüzüne göre hareket etmek, Âdem’den kıyamete kadar kişiyi hakikate götürecek doğanın temel bir kanunudur. 2011’de “Durun, bu böyle olmaz; bu işte bir gariplik var!” diyenler, sizin gibi mezhebî taassuplarından dolayı veya hedef tahtasına konan basit bir diktatöre göre değil, İsrail’in güvenliği ve emperyal yayılmaya zemin sağlayacağı için sürece temkinli yaklaşıp uyarılarda bulundu. Hadi diyelim geçmişte meselenin iç yüzü tam görülemedi, yaşanan kötü tecrübelerden sonra gelinen noktada ve Gazze ortada dururken bu yaşananlar, artık cahillikle, öngörüsüzlükle, düşüncesizlikle açıklanamaz! Maalesef itham ettiğiniz kesim değil, tersten sizler salt ve basit bir mezhebî taassupla, ihtirasla, kan davası güderek düşünüp konum almaktasınız.

Batılı aklın bölgemizde tek bir şeye ihtiyacı var: belirsizlik! Bu belirsizlik ortamında istediği gibi at koşturabiliyorlar, istediklerini yapabiliyorlar. Ki, bir şey yapmalarına da gerek kalmıyor, kendi kendimize yapıyoruz ve onlara tehlike teşkil edecek konumda olamıyoruz. Bu püf noktanın farkındalığına varabilirsek belki önümüzü aydınlatıp yarınlarımızı kendimiz şekillendirebiliriz. Aksi takdirde bugünkü zelil hâlimizden çok daha kötü günler bizi bekliyor olacak. Bu ve benzeri temel kaidelere dikkat etmedikten sonra üçüncül, dördüncül hususlara göre reflekslerimizi şekillendirirsek sonuç hepten hezimet olacaktır.

Uyarılarımız, vurgularımız, çığlıklarımız bir varsayım veya olasılık değil, aynelyakîn yaşadığımız gerçeklerdir! Irak, 22 yıldır hâlâ ayakları üzerinde istikrarlı ve sağlam bir yapı kuramadı, Libya 10 yıldır harabeye döndü ve hâl-i hazırda bir boşlukta sürüklenmektedir. Bu tabloların kendi halkları nezdindeki kazanım ve kayıpları ayrı mesele, asıl mesele İsrail’e ve Amerika’ya tehlike teşkil etmekten çok uzak, varlık mücadelesi vermeye mahkûm ve mahrum topraklar olarak karşımızda durmaktalar. Diyeceksiniz ki, şu andaki mevzumuz olan Esad zulmünden halk nasıl kurtulacaktı? Her konu için ve her zaman dediğimiz gibi kendi ihtiyaçları, kendi dinamikleri, kendi dili, kendi belirlediği zamanda, kendi araçlarıyla özgürlüğüne kavuşmalıydı. Gelinen noktada (bizi boş verin) sahada mücadele eden tek bir kişi dahî “Biz özgünce, yukarıdaki argümanlar ile özgürlüğümüzü elde ettik!” desin, bütün sözlerimizi geri alacağız. “(Maslahat icabı da olsa) Amerikan silahlarıyla cehdetmedik, bölgesel veya küresel çıkar odaklarının parasını almadık” desinler, ömrümüz boyunca tek bir kelime dahî sarf etmeyeceğiz.  Kendi ihtiyaçlarımıza binaen kendi istediğimiz zamanda kendi açtığımız yollardan yürüyüp yol aldık.” desinler, ellerini öpeceğiz.

Bu arada; uyarı ve söylemlerimizin yanlış çıkmasını ne kadar çok istiyoruz, tahayyül dahî edemezsiniz!  Yanılmış olmak bizi cân-ı gönülden bahtiyar edecektir. İnşallah kısa sürede bir nizam sağlanır, inşallah iktidar mücadelelerine girip bir iç karmaşa çıkmaz, inşallah emperyalizm ve siyonizm bölgemizden kazınır, inşallah mazlumlar huzur bulur, inşallah Gazze ahalisine umut olacak hamleler yapılır. Yalnız bunlar için sadece samimiyet yeterli değildir, bunu da unutmayalım!

Geldiğimiz noktada biraz da “olan”ı irdeleyelim: Suriye, 13 yıllık sürecin sonunda, son 5 yılda öyle böyle bitmiş bir iç savaş sonunda birdenbire 5 günde tamamen çözüldü. Bu nasıl oldu, içerideki zaaf kim tarafından fısıldandı, kimler yol verdi, hangi ihtiyaca binaen ne zaman cereyan etti ve önemli soru olarak, bu kime yaradı/yaramakta/yarayacak?

Suriye’deki diktatörlüğün ve hanedanlığın bitmesi, korku ve baskı atmosferinin dağılması kendi içinde değerli ve kimsenin karşı çıktığı bir husus değil; özellikle hapishanelerdeki haksız yere duran mazlumların fiili özgürlüklerini elde etmesi paha biçilmez bir kıymet! Tek başına bunlar dahî kelimelerle ifade edilemeyecek artı değerlerdir. Yeterliyse sorun yok ama öncesi ve sonrasıyla, etki ve yansımalarıyla, yerine oluşacak olgunun “ne”liğinden kimler için ne ölçüde bir tarlaya dönüşeceğini ve doğuracağı sonuçları irdeleyip belirlemek önem arz etmektedir. Tabii ki her sonucu mutlak manada önceden öngörüp tanımlamak mümkün değildir, çoğu vakit halis niyetlere göre yolda şekillenir arzu edilenler. Ama bu kadar da âşikâr olan hususlar ve yaşanılan tecrübeler varken durup kırk kere düşünüp öyle hareket etmemiz gerekmez mi? Olan-olmayan her şeyi boş verin, Netanyahu dâhil İsrail içinde her mevkideki kişiler açık ve net bir şekilde memnuniyetlerini belirtip ısrarla Suriye’nin özgürleştiğini vurgulamaları hiçbir anlam ifade etmiyor mu sizler için!

Zamanlaması mesela, İsrail’in Hizbullah’ı bastırıp ateşkese zorlamasından henüz 24 saat (Sizce normal mi?) geçmemiş ve Gazze öylece ortada kalmışken, ABD başkanlığına gelecek deli, “20 Ocaktan sonra sizlere cehennemi yaşatacağım!” demişken…

Astana sözleşmesi bağlamında İdlib’i kontrol ve koruması altında tutan Türkiye’nin yol vermesiyle başlayan harekâtta eş zamanlı olarak bir yandan YPG kuzeyden saldıracak, bir taraftan Amerika, Irak sınırındaki unsurları bombalayacak. Bir diğer tarafta İsrail; Suriye havaalanlarını/üslerini/Lübnan sınır kapısını (sonraki saldırılar değil, aynı günlerde) vuracak; aynı zamanda Golan tepelerinden Hermon dağını tümden işgale yönelerek saldırıya geçecek, sen de bütün bu gerçekleri kendine yedirip hem de (ihtiyaçtan da olsa) Türkiye ve Amerika’dan edinilen silahlarla yol alacaksın! Genel olarak da konjonktüre göre konum alan halk kitlesiyle birlikte devrim yapacaksın, bir de üzerine İslam devleti kuracaksın öyle mi! Başka sorum yok hâkim bey!

Liberaller “Otoriter Esad gitti!” diye; Türkçüler “Halep’e Türk bayrağı asıldı!” diye; Kürtçüler “YPG güçlenip Kürdistan’ı kuracak! diye; Müslümanlar “İslam devleti kurulacak!” diye seviniyor. Şahsen sadece cezaevinden kurtulan mazlumlar için seviniyorum, yarınlarımız için üzülüyorum.

Asıl mühim olan, Dünya tarihinin en büyük soykırımı yaşanırken Gazze’nin yalnızlaşmasıdır. Gelinen noktada neredeyse Gazze üzerine konuşan dahî kalmadı! Mesele sadece Gazze’ye ulaşan direniş kanalının kesilmesi de değil, belirsizlik ortamı ve sonrasına dâir olasılıklar asli etkendir. Ümmet zaten yalnız bırakmıştı, seversin sevmezsin destek veren tek silahlı güç olan İran’ın kolu kanadı kırıldı. İsrail, Gazze’de katlettiği yüz binlerce canın üzerine bir milyon canımızı daha yaksa, yarın Mescidi Aksa’yı fiilen yıksa kim, ne yapacak; bundan sonra bir şey yapabilecek olan var mı? Düşüncesi veya sözü olan buyursun! Sonuç ne? Sonuç belirsizlik… Sürekli belirtiğimiz gibi, adamların tek ihtiyacı da buydu zaten!

Sormamız gereken soru şudur: Müslümanlar niye özgür değil? Vahdet içinde değil… Süreçleri yöneten değil, yönlendirilen… Tercih sunan değil, tercih etmek zorunda kalan… Zalimlerden zalim beğenmeye mecbur olan…  Yapacağı ya da yapmayacağı şeylerin zamanını kendisi belirleyemeyen…

Özgürlükler verilmez, alınır. Verilen haklar yarın geri alınır veya iğdiş edilip kavramın içi boşaltılıp değersiz hale getirilir. Misal, başörtüsü serbestliği… Bu kaide; ulusal devletler dâhilinde ve belli bir toplumsal meselenin yanında, küresel düzlemde daha da önem arz etmektedir. Haklar ve özgürlükler kendi dinamikleri, dili, araçları, eliyle kazanılırsa kazanım olarak tanımlanabilir. Başkasının araçlarıyla, müsaade edilen, yol verilen kanallardan edinilen kazanımlar sahte özgürlük zeminleridir, yarın çok daha derin esaretlere mahkûm olunur.

Bir de aklıma şöyle bir soru geldi: Bölgemizdeki en başat diktatör ve zalim olan, Mekke’yi Medine’yi hanedanlığına kale yapmış, Kabe’yi esir etmiş Suud ailesine Amerika başta olmak üzere Avrupa niye demokrasi götürmüyor? Batıyı boş verin bizim mücahitler akıllarının ucundan geçirmişler mi Suud diktatörünü yıkmayı, kalemşörlerimiz diktatör diye tanımlayabilmiş midir? Hiç zannetmiyorum, sizce de garip değil mi? Yoksa tanımlamalarımızı, tercihlerimizi, önceliklerimizi farkında olmadan doğrudan ya da dolaylı olarak başkaları mı yönlendiriyor?

Adamlar işini çok iyi yapıyor. Bu dünya dahilinde Allah’ın kanunu ve vaadi açık, vahdetini sağlayıp çalışan ve işini iyi yapan kazanır. Yaşadığımız çağ, tamamen algı yönetimi ve toplum mühendisliğinin işletildiği bir dönem. Her zaman işleyen basit yöntemde olduğu gibi tek yapmaları gereken aramızda fitne çıkartmak; etnik olsun, mezhebi olsun, düşünsel olsun, fark etmez!  Sonrası kolay; içine düştüğümüz handikapları pişirip pişirip şekillendirmek… Bu handikaplar onların üretimi değil tabii ki, gerçek olan şeyler. Misal; Esad diktatör ve devrilmesi mazlumlar için elzem bir durum ama sonrası… Sonrası muamma! Sonrasında yerine konacak şey ne; makul bir nizam, huzur, güven, adalet, özgürlük mü? Yoksa belirsizlik içinde debelendiğimiz başka bir esaret mi?

Kur’an’dan ve hayat tecrübesinden öğrendiğimiz üzere “hakikat”, toplumun çoğunun yöneldiği yerin tersine düşmektedir. Bizler hakikat yolunda çoğu zaman esen rüzgâra sırtımızı döndük, akıntının tersine kürek çektik, yalnız da kalsak, çevremizce kötü de anılsak, çileye dûçar da olsak, kalabalıkların aksine en azından akledebildiğimiz kadar bulduğumuz doğrulardan geri durmadık, durmayacağız.  Şucu, bucu, oncu potasına düşme korkusuna kapılmadan, maslahat güdüp stratejik hareket edip denge siyaseti yapmadan, atmosferin akışına göre (ki hakikati örten en başat unsurlardandır) ne şiş yansın ne kebap anlayışıyla makul açıklamalarda bulunmadan, zamana bırakmadan doğru bildiğimizi bütün açıklığıyla söyleyip hakikat arayışında olmaya devam edeceğiz. “Hakikat” ya şiştedir ya kebapta… “Zaman” çoğu vakit ve konuda derde deva olurken, bu noktalarda yarayı daha da derinleştirmektedir.

Bu saatten sonra konuşmak da yersiz sanırım… Rabbim bugünlerde Gazze halkının, yarınlarda bütün mazlumların yar ve yardımcısı olsun! Rabbim neslimizin, İslam üzere ayaklarını sabit kılsın!

Devamını Okuyun

Yazılar

Suriye’de “Üçüncü Yolun” Kapıları Yeniden Açılırken – Arif Karaçam

Yayınlanma:

-

27 Kasım 2024’te Heyet-i Tahriru’ş Şam’ın öncülüğünde başlatılan saldırılar sonucunda Esat Rejimi’nin kontrolündeki Halep şehrinin hızla el değiştirmesi herkesi şaşırttı. Muhalif güçlerin Hama’ya doğru ilerleme kaydedebilmesiyle Esat rejiminin tamamen çözüldüğüne yönelik iddialar konuşulmaya başlandı. Fakat rejim güçleri Hama kırsalında muhalif grupları durdurmayı başarmış görünüyor. Yeni statükonun sınırları tam olarak nereden çizilecek kestirebilmek zor lâkin Suriye’de çok fazla can almış iç savaşın yeniden hortladığından bahsetmek için erken değil.

Suriye halkı on üç yıldır süren bu berbat boğazlaşmadan ötürü çok büyük bir bedel ödedi. Savaşlar haddizatında insan soyunun en iğrenç pratiğidir. Her türlü haksızlığa zemin hazırlar, her türlü adaletsizliği meşrulaştırır. İç savaşlar daha da beterdir: Aynı dili konuşan, aynı yurdu paylaşan insanlarının birbirlerini boğazladığı korkunç mücadelelerdir. Eğer ortada adil ve onurlu bir çözüm olanağı varsa savaşı sürdürmek cinayetten başka bir şey değildir.

Suriye iç savaşının tarihi karmaşık ve uzun fakat şimdiye dek yaşananları şöyle özetlemek mümkün: Esat rejimi tarafından hunharca boğulmaya çalışılan Suriye halkının haklı isyanı, dış güçlerin erken askerileştirme operasyonu sonucunda silahlı çatışmalara evrildi. Fakat Türkiye, Katar ve ABD gibi güçlerin tesiriyle Suriyeli muhalifler askeri ve siyasi çatılar kurabilmişse de bu yapılar ABD’nin koşullarını sağlayacak asgari bir ahenk ve kapsayıcılığa ulaşamadı. Aşamalar içinde cihadî selefi örgütlerin mücadelede ağırlığı devralmasıyla ABD rejim değişikliğini sağlamak için aktif müdahalede bulunma iradesini göstermeyi reddetti. Suriye’deki bu boşluğu Rusya doldurdu. Neticede, önce Hür Subaylar Hareketi ve sonra ÖSO’yla temsil edilen Batı yanlısı muhalif güçler gitgide zayıfladı ve Suriye sahasını cihadî selefi gruplar domine etti. Bu durum, rejimin tüm hikâyeyi bir “terörle mücadele” meselesine indirgemesine olanak tanıdı. Neticede, son sahnede hemen tüm muhalif güçler cihadî selefiler haline gelmişti ve büyük bir hezimetin sonunda İdlib’e sıkıştırılmışlardı.

Böylece iki açıdan herhangi bir müzakerenin zemini kalmamıştı: Öncelikle bu yapı “ulusal” değil “küresel”, kapsayıcı değil tekfirci, müsamahakâr değil katı ve yasakçıydı. Üstelik dış destekleri de tartışmalıydı. Dolayısıyla rejim, kolayca meşru aktörler olmadıklarını iddia edebilirdi. İkinci olarak, İdlib’teki “Kurtuluş Hükümeti”nin herhangi bir pazarlık gücü yoktu. Zira yalnızca İdlib bölgesini kontrol ediyorlardı ve zaten bir yenilginin sonucu olarak oradaydılar. Dolayısıyla rejime göre tüm öykü artık bir terörle mücadele meselesi olarak “İdlib Sorunu”nun nasıl çözüleceğinden ibaretti.

Fakat 27 Kasım’da başlatılan saldırılar bu sahneyi alabildiğine değiştirdi. Öncelikle HTŞ bu saldırılar aracılığıyla askeri anlamda rüştünü ispatladı. Geçen yıllarda ABD yaptırımlarının etkisiyle Esat rejimi çöküşe giderken İdlib’teki yapının görece yüksek bir idari ve askeri kapasiteye ulaşmış olduğu görüldü. İkinci olarak, bu süreçte HTŞ’nin hiç de alışıldık cihadî selefi refleksleri sergilemediğini gözlemledik. Azınlık gruplarının Suriye’nin bir parçası olduğunu ilan ettiler, şehri ele geçirdiklerinde yargısız infazları ve yağmaları cezalandıracaklarını açıkladılar. Kamusal söylemlerinde de rejimden mezhebi kimliğini hiç telaffuz etmeden, “suçlu rejim” tabiriyle bahsettiler. Tam da bu iki faktörle beraber kurulan yeni sahne, Suriye’de müzakereleri yeniden mümkün kılabilir.

Kanaatimce, Suriye’deki iç savaşla ilgili dışarıdan bakan tüm tarafların kabul edebileceği iki olgusal gerçeklik mevcut. İlk olarak Esat diktatoryası adil ve sürdürülebilir değildi ve Suriye’de halk isyanında haklıydı. İkinci olarak, bugünkü koşullarda Esat diktatoryası HTŞ aracılığıyla devrilirse, İsrail’e karşı direnişin en önemli ayaklarından biri olan Hizbullah’ın ikmal hattı kesilmiş olacak. Aynen Suriye halkı gibi, Lübnan halkı da İsrail’e karşı kendini savunmakta haklı ve bu da Suriye’den geçen ikmal hattına bağlı. Üstelik Lübnan direnişinin Filistin direnişi için çok önemli olduğu da su götürmez bir gerçek.

Bu durum, Suriye’de olası bir adil çözümün unsurlarını şekillendiriyor. Esat’ın görevden el çektirildiği veya en azından geçici bir süre için sembolik bir makama razı edildiği, Suriye’deki sistemin muhalif güçleri de içine alan bir geçiş hükümetiyle esnetildiği, uluslararası gözlemcilerin takip ettiği çok partili seçimlere olanak tanıyan, Suriye halkının özgürce yurduna dönmesine ve Suriye’nin yeniden imarına imkân veren, mücadeleyi askeri boyuttan siyasi boyuta çekerek Suriye halkının ilk etapta haklarının önemli bir kısmına sahip olarak ilerleyen süreçte de dahasını temin etmenin araçlarını haiz kılındığı; öte yandan Suriye’nin hiçbir bölgesel devlete hele mezhebi sebeplerle düşman olmadığı ve bir şekilde İran ile Hizbullah arasındaki ikmal hattının da ikincil yapılar aracılığıyla varlığını sürdürebildiği bir anlaşma zeminini tartışmak gerekiyor.

Siyaset haddizatında çıkarları birleştirme ve ayırma sanatıdır. Bugün Suriye halkının haklı talepleri, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla aynı potada eritilmiş durumda. Bu ikisi birbirinden ayrılabildiği takdirde hem yerel hem de bölgesel açıdan adil bir çözüme ulaşmak imkânsız değil. Elbette, bölgesel devletlerin önemli bir kısmının kendi çıkarlarını da ABD’ninkilerle eşitlediği düşünülürse bu zor bir görev. Fakat Suriye’de yeniden alevlenen çatışmaların aylar süren ve Suriye halkının hayatını yeniden kâbusa çevirecek bir yıpratma savaşına dönüşme riskinin gerçekçi olduğu mevcut koşullarda Türkiye’de devlet dışı aktörlere düşen görev, elini taşın altına koymadığı bir savaşta taraflardan birini sınırsızca destekleyerek amigolaşmak yerine bu tip bir çözümün olanaklarını araştırıp otoritelere empoze etmeyi denemek olmalı.

Devamını Okuyun

GÜNDEM