Connect with us

Köşe Yazıları

Irkçılık Salgını

Yayınlanma:

-

Geçen akşam iki aile, çoluk çocuk, bir araya geldik ve Trabzon’da yaşayan bir Afgan aileyi ziyarete gittik.

Gayyum Nourzayi. Biri engelli altı çocuğu ve eşiyle yaşadığı bodrum katındaki evin ihtiva ettiği yoksulluğu tarif etmek kolay değil. Kitaplar, filmler tam olarak anlatabilir mi, zannetmiyorum.

Gitmek ve görmek lazım. Gitmek ve koklamak. Gitmek ve halılı-halısız o yerlere basmak lazım. Gitmek ve duvarları örtmeyi beceremeyen perdelerin hangi veballeri örttüğünün ayırdına varmak lazım. Gitmek ve içi bomboş buzdolaplarından ayaklarınızın ucuna patır patır dökülen “çürümüş” ayet ve hadis parçalarına dokunmak lazım. Gitmek ve o insanların gözlerine bakmak, hiç değilse “içindekiler” kısmına şöyle bir göz atmak lazım. Gitmek ve bir yaşındaki, üç yaşındaki, beş yaşındaki o masum yavruların “günahına” kısa bir misafirlik boyunca olsun, ortak olmak lazım. Gitmek ve çocukların gözlerindeki şaşkınlığın, üstlerine başlarına sinmiş “usluluğun” tefsir dersine katılmak lazım. Gitmek ve medeniyetimizin vitrinlerini geçip ardiyesine inmek lazım.

Yürek burkan sefaleti iki satırla geçmek bile kolay değilken, demini alsın veya almasın, insanlar bu sefaleti 10 yıllar boyu yaşıyorlar ne yazık ki. Adlarına mülteci veya muhacir dediğimiz insanların çocukları tam teşekküllü bir yoksunluğun içine doğuyor, hayata beş sıfır geriden başlıyorlar.

Hal böyleyken bir de dönem dönem ivme kazanan ırkçılık salgınından ötürü zulme uğruyor mülteciler. Kadere bakın!

Irkçılık, malûm, pis bir hastalıktır! Doktor değilim ama kolay bulaştığı belli olan bu hastalığa yakalanmış kişilere bol bol su içmelerini, güneşe çıkmalarını, kentlerden bir süre uzaklaşıp doğa ile hemhal olmalarını ve doğum, yaşam ve ölüm üzerine az biraz tefekkür etmelerini tavsiye ederim. Yüreklerindeki merhamet değerlerine baktırsınlar; ya kalmamıştır ya da çok azdır. Kalplerini kontrol ettirsinler, belli bir oranda taşlaşmayla karşılaşabilirler. Empati kurma yetilerini ya tümüyle ya da kısmen kaybetmiş olabilirler.

Geçen aylarda ırkçılık salgınına yakalandığı için saçma sapan açıklamalarda bulunan bir belediye başkanı Türkiye’de gündem olmuştu. Bu salgın, parti, ideoloji, coğrafya ayrımı yapmadığı için isimlere takılmak gereksiz.

Bu hastalığın nasıl etkiler doğurduğuna, ne gibi tehlikelere gebe olduğuna örnek teşkil etmesi bakımından alıntılamakta fayda görüyorum. Bir şehri yönetme yetkisini devralmış kişinin ağzından, üstelik kameralar önünde çıkan sözleri:

”Yabancı uyruklu kim varsa abonemiz olan, su fiyatlarına, katı atık ücretlerine başta olmak üzere bazı ücretlerde 10 kat zam yapacağız. Gitsinler istiyoruz.”

Trabzon’da tanıştığım mazlum dostu arkadaşım “hadi gel, bu akşam birlikte bir mülteci aileyi ziyaret edelim” demese, ben Gayyum Nourzayi ve ailesini tanıyor olmayacaktım. Yine de bu yazıyı sadece onları tanıdığım için yazıyor değilim.

Irkçılık salgını kişileri ve kurumları her yerde az ya da çok etkisi altına alıyor, bunun güncel -ve kurumsal- bir örneğine şahitlik ettim. Eh, bendeniz de, “hesap sormazsa kalemin, ellerinle kır onu” diyen yazarlar arasında olmanın nimetine ve külfetine talibim.

Trabzon’da bir yer kiraladınız, en temel ihtiyacınız olan suyu kullanmak için TİSKİ’ye (Trabzon İçme Suyu Ve Kanalizayson İdaresi Genel Müdürlüğü) müracaat etmeli, abone olmalısınız. İnternet sitesinde gerekli belgeler yazılı. Eğer yabancı iseniz, orada nedense yazılmamış, ayrıca kefil de bulmalısınız. Üstelik bulmanız gereken Türk vatandaşı olmak zorunda.

Söz konusu, su, hayat kaynağı. Kişi her şartı yerine getirir, faturasını ödemezse suyu da kesilir. İlave bir güçlüğe neden gerek görülmüş? Bu eşitslizlik, bu açık ayrımcılık neden? Cevabı yukarıdaki zihninette gizli.

Yedi kişilik bir aile, depozito dahil tüm evrakları hazır, kefil bulamadıkları için 3 aydır şehrin merkezinde susuz bırakılıyor. Su sayaçları da yetkililerce sökülmüş ayrıca.

Ben hukukçuyum, inanmadım, “delil isterim”, dedim. Arkadaşım yanımda aradı TİSKİ’yi, görüşmeyi kurum da ben de kayıt altına aldık. Gerçek bu.

“Ama” diyerek insanı değil devleti “yaşatacak”(!) abilere, ablalara şu bilgiyi de vereyim: Bu mülteciler Göç İdaresi’ne kayıtlı insanlar.

Biz, şu üç günlük dünyanın vârisleri, yarınların emanetçileri, ademoğulları ve kızları, kısa bir konaklamadan sonra bu diyardan göçüp gidecekler… Biz sadece üst solunum yollarında enfeksiyona yol açan salgınlarla değil, çok daha çetinleriyle, yüreklerde ve zihinlerde enfeksiyona yol açıp hayatı çürütenleriyle mücadele etmeliyiz ki insan olabilelim, insan kalabilelim.

Hatırlatmakta fayda var: Hangi anne babanın çocuğu olarak nerede doğacağımızı biz seçmediğimiz gibi küresel emperyalizm – kapitalizm, savaş felaketleri, modern kölelik gibi köklü, kadim sorunların sebebi de değiliz.

Zulmün müsebbibi “egemen”lerle hesaplaşmak yerine kin ve düşmanlıklarını mağdur, mazlum, gariban mültecilere yöneltmek, onları günah keçisi ilan edip ötekileştirmek, linç etmeye kalkışmak zavallılık değil de nedir?

Zulmü ortadan kaldırmaya gücü yetmeyenler, bu yolda bir taş atacak, azcık da olsa dayanışmada bulunacak mecali veya yüreği olmayanlar, düşün mazlumların yakasından. Gölge etmeyin, başka ihsan istemez.

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Saraybosna Günlüğü

Yayınlanma:

-

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?

Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”

1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.

Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.

Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi… 

Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:

Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”

Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.

Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde. 

Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.

Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:

Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”

Not:

Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizi Arındıracak Mücadele

Yayınlanma:

-

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.

Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:

“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”

Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.

Ne güzel bir hareket öyle değil mi?

Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.

Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:

Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”

Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)

Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:

Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”

Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:

“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”

İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?

“Arkadan vurmak!”

İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:

Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”

Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.

Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.

Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.

Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.

Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.

Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.

İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.

Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.

Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.

Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:

Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!

Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.

O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.

Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!

Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.

Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.

Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.

Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.

Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM