Connect with us

Köşe Yazıları

Bütün Şiirleri

Yayınlanma:

-

Elimde Nazım Hikmet’in Bütün Şiirleri’ni tutuyorum. Delta Serisi’nden çıkmış, 2081 sayfa, taş gibi, ciltli, sarı kağıt. Fırtınalı bir dolu hayat iki kapak arasına nakşedilmiş. Zindan, sürgün, aşk, hasret, ihanet, dava, kavga, ne ararsan var bu kitapta. Mis gibi bir Türkçe’nin çatısı altında şiir, göz alabildiğine. İlham verici, büyüleyici.

Bir okur her kitabıyla bağ kurar az çok. Satın mı aldı, hediye mi? Nerde, ne zaman, kimden? Üzerine adınızı yazarsınız. Ayrıca tarih atarsınız. Belki edindiğiniz şehri de not edersiniz. Yalnız mı okudunuz kitabı yoksa arkadaşlarla mı, okuma grubunda mesela? Hangi satırların altını çizdiniz ve nasıl bir saikle? Her kitabın bir hikayesi var. Herhangi bir yerde herhangi bir kitapken geçti elinize ve başladı o benzersiz hikaye.

Kitaplığıma baktığımda yüzlerce hikaye görüyorum. Hatıralar ardiyesi adeta. Metrolar, metrobüsler, vapurlar, havalimanları, banklar, adliye koridorları, bekleme odaları, kantinler, arka sıralar, ağaç altları görüyorum. Bin bir çeşit okuma zamanı ve mekanı. 22 yıldır, sırtıma çantamı geçirmeden evden dışarı adımımı atmadım. Asansörde kalma ihtimalini dahi boş geçmeyerek her daim yanımda en az bir kitap bulundurdum.

Elimde Nazım Hikmet’in Bütün Şiirleri’ni tutuyorum. Memleketimden İnsan Manzaralarını, Karlı Kayın Ormanını, Ceviz Ağacını, Salkım Söğütü… Hukuk Fakültesi’nde son sınavı da verdikten sonra Dolapdere’den Taksim’e, İstiklal Caddesi’ne çıkmış, Tünel’e doğru yürürken, sık sık kitaplarına bakındığım yayınevinin mağazasından mezuniyet hediyesi olarak almıştım.

Ben ve benim gibi sıradan öğrenciler mezun olunca “nihayet” mezun olmaya hak kazanmışken aynı sınıfları doldurduğumuz bazı “ponçik” arkadaşları, araba alarak ödüllendiriyorlardı anne babaları. 4-5 yıldır onların arabalarıyla okula gelmek zorunda kalıyorlardı ne yazık ki.

Olaylar Bilgi Üniversite’nde geçiyordu ve ben ilk bir iki yıl ne olup bittiğini anlayamadım. “Nası’ yani” diye soruyordum kendi kendime: Kar kış kıyamet, bu kızlar, bu oğlanlar okula nasıl böyle gelebiliyorlar, üşümüyorlar mı? Ben alttan ve üstten içlik giyiyorum, kafamdan bereyi düşürmüyorum, onlar bir eşofman altı ve tişörtle geziniyorlar ortalıkta. (anneme söyleyeyim de memleketten pekmez göndersin!) Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş olan biz miyiz onlar mı? Sonradan anladım ki üşümekle ‘Anadolu’nun bağrı’ arasında bir ilişki yok. Evin önünden özel aracına binip okulun otoparkına kadar gelince, havayı koklamana, şemsiye taşımana, gocuk giymene gerek yok. (hem zaten rus klasiklerinden başka hiçbir yerde gocuk giyene rastlanmıyor artık.)

Ne hayatlar yaşanıyordu yanı başımızda. Bizimse hiçbir şey umurumuzda değildi. Yoksulluk dediğin nedir ki, gözümüze görünmüyordu. Türk filmleriyle büyümüş, öğrenciliğe vatandaşlık bağıyla bağlanmıştık -tek devlet tek millet! Bağışıklığımız kuvvetliydi. Edebiyatla, romanlarla, şiirlerle yaşıyorduk. Kitaplar ayaklarımızı yerden kesiyor, içimizi ısıtıyordu. Öte yandan yoksul olduğumuz gerçeği de fazlasıyla göreceliydi. Kuştepe ve Dolapdere halkı dikkate alındığında biz yoksul filan değildik, birileri çok zengindi ve üstelik zenginliklerini gizlemek gibi bir “angarya” içine de girmiyorlardı.

Gecekondudan hallice öğrenci evlerinde bir dönem tek başıma kalmıştım. Biraz yalnızlıktan, biraz da beceriksizlikten, su, çay-kahve içmek bahanesi bir yana, mutfağa girmiyordum. 3-5 ay ocağın üzerinde bir tencerenin oturmuş öylece bana baktığını hatırlıyorum. (Düdüklü bir tencereydi, kapağı bombeli.) O sıra annem geldi ve mutfağı elden geçirdi. Yetmezmiş gibi, dahiyane bir fikri de hayata geçirdi. Mutfakta tabak çanak ne varsa kaldırdı. Bulaşık biriktirmeyeyim ve mutfak hayat bulsun diye her şeyden yalnızca iki adet bıraktı tezgahta. İki bardak, iki tabak, iki kaşık, iki çatal… O yıllardan bu yana ben ve kendim, birlikte takılmaya alıştık, arkadaş, hatta dost olduk. Kendiyle Dost Olmak diye kitaplar yazıldı sonrasında, aldık, okuduk, memnun olduk.

Üniversite yıllarım hep okulun kampüslerinde geçti. Kuştepe’de, Dolapdere’de, sessiz sakin, yazın serin, kışın sıcak kütüphanelerinde… Son ders de sona erip nerdeyse herkes evine, yurduna dönerken, ben kütüphaneye dönerdim. Kütüphane kapandı mı, boş bir sınıfa veya kantine geçerdim. Okul gece de açıktı ve Ali Nesin’in, psikopata bağlamış matematik bölümü öğrencileri başta olmak üzere, dersleri ağır bir iki bölümden öğrenci, ara sıra sinema ve müzik bölümü öğrencileri, okulda geceler, sabahı ederdik. Okulu mesken tutmayanların aklına gelmeyecek şeyler bunlar! Bazı gece yarıları okulun koridorlarında volta atan güvenlik görevlilerinin el fenerlerinin ışıkları yüzümüze tutulurdu.

Tedirgin edici değil bilakis saygı ve hoşgörü barındıran bir atmosfer vardı. Devlet dairesi kokusu sinmemişti hiçbir yere. İsteyenin kendisini yetiştirmesi için geniş imkanlar seferber edilmişti. Benim içinde bulunduğum yıllarda özgürlük alanı sahiden genişti. Sinema, Müzik, Edebiyat, Tiyatro başta olmak üzere canlı bir kültür sanat ortamı vardı.

Nasıl ki suçluyu kazıyınca altından insan çıkıyor; tüm vehçeleriyle, şubeleriyle yaşamı ihata eden sanatı kazıyınca da altından aynı “şey” çıkar: İnsan. Elinde Şiir’i tutan, hatta “bütün şiirleri” tutma hevesine kapılan.

Değil mi ki “gazel bundan, keder bundan, sır bundan”?

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

1 Yorum

1 Yorum

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

küçük esnaflara çağrı

Yayınlanma:

-

İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.

İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.

Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.

Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.

Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!

Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.

Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?

İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!

Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.

Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.

Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.

Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.

Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.

Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.

Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.

Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.

Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek.  Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.

7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)

Önümüzde cevap bekleyen sorular var:

Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?

Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?

Tehdit mi rüşvet mi?

Kim bu birileri?

Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?

Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.

Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.

Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.

Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.

Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.

Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.

Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.

Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdani Ret Hakkında Konuşmalıyız

Yayınlanma:

-

Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)

Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.

Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.

Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.

Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.

Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.

“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?

O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.

Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.

Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.

Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:

İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.

İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.

Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.

Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?

Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?

Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.  

Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…

Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!

Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.

Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.

Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.

Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?

Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.

Devamını Okuyun

GÜNDEM