Connect with us

Köşe Yazıları

Bütün Şiirleri

Yayınlanma:

-

Elimde Nazım Hikmet’in Bütün Şiirleri’ni tutuyorum. Delta Serisi’nden çıkmış, 2081 sayfa, taş gibi, ciltli, sarı kağıt. Fırtınalı bir dolu hayat iki kapak arasına nakşedilmiş. Zindan, sürgün, aşk, hasret, ihanet, dava, kavga, ne ararsan var bu kitapta. Mis gibi bir Türkçe’nin çatısı altında şiir, göz alabildiğine. İlham verici, büyüleyici.

Bir okur her kitabıyla bağ kurar az çok. Satın mı aldı, hediye mi? Nerde, ne zaman, kimden? Üzerine adınızı yazarsınız. Ayrıca tarih atarsınız. Belki edindiğiniz şehri de not edersiniz. Yalnız mı okudunuz kitabı yoksa arkadaşlarla mı, okuma grubunda mesela? Hangi satırların altını çizdiniz ve nasıl bir saikle? Her kitabın bir hikayesi var. Herhangi bir yerde herhangi bir kitapken geçti elinize ve başladı o benzersiz hikaye.

Kitaplığıma baktığımda yüzlerce hikaye görüyorum. Hatıralar ardiyesi adeta. Metrolar, metrobüsler, vapurlar, havalimanları, banklar, adliye koridorları, bekleme odaları, kantinler, arka sıralar, ağaç altları görüyorum. Bin bir çeşit okuma zamanı ve mekanı. 22 yıldır, sırtıma çantamı geçirmeden evden dışarı adımımı atmadım. Asansörde kalma ihtimalini dahi boş geçmeyerek her daim yanımda en az bir kitap bulundurdum.

Elimde Nazım Hikmet’in Bütün Şiirleri’ni tutuyorum. Memleketimden İnsan Manzaralarını, Karlı Kayın Ormanını, Ceviz Ağacını, Salkım Söğütü… Hukuk Fakültesi’nde son sınavı da verdikten sonra Dolapdere’den Taksim’e, İstiklal Caddesi’ne çıkmış, Tünel’e doğru yürürken, sık sık kitaplarına bakındığım yayınevinin mağazasından mezuniyet hediyesi olarak almıştım.

Ben ve benim gibi sıradan öğrenciler mezun olunca “nihayet” mezun olmaya hak kazanmışken aynı sınıfları doldurduğumuz bazı “ponçik” arkadaşları, araba alarak ödüllendiriyorlardı anne babaları. 4-5 yıldır onların arabalarıyla okula gelmek zorunda kalıyorlardı ne yazık ki.

Olaylar Bilgi Üniversite’nde geçiyordu ve ben ilk bir iki yıl ne olup bittiğini anlayamadım. “Nası’ yani” diye soruyordum kendi kendime: Kar kış kıyamet, bu kızlar, bu oğlanlar okula nasıl böyle gelebiliyorlar, üşümüyorlar mı? Ben alttan ve üstten içlik giyiyorum, kafamdan bereyi düşürmüyorum, onlar bir eşofman altı ve tişörtle geziniyorlar ortalıkta. (anneme söyleyeyim de memleketten pekmez göndersin!) Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş olan biz miyiz onlar mı? Sonradan anladım ki üşümekle ‘Anadolu’nun bağrı’ arasında bir ilişki yok. Evin önünden özel aracına binip okulun otoparkına kadar gelince, havayı koklamana, şemsiye taşımana, gocuk giymene gerek yok. (hem zaten rus klasiklerinden başka hiçbir yerde gocuk giyene rastlanmıyor artık.)

Ne hayatlar yaşanıyordu yanı başımızda. Bizimse hiçbir şey umurumuzda değildi. Yoksulluk dediğin nedir ki, gözümüze görünmüyordu. Türk filmleriyle büyümüş, öğrenciliğe vatandaşlık bağıyla bağlanmıştık -tek devlet tek millet! Bağışıklığımız kuvvetliydi. Edebiyatla, romanlarla, şiirlerle yaşıyorduk. Kitaplar ayaklarımızı yerden kesiyor, içimizi ısıtıyordu. Öte yandan yoksul olduğumuz gerçeği de fazlasıyla göreceliydi. Kuştepe ve Dolapdere halkı dikkate alındığında biz yoksul filan değildik, birileri çok zengindi ve üstelik zenginliklerini gizlemek gibi bir “angarya” içine de girmiyorlardı.

Gecekondudan hallice öğrenci evlerinde bir dönem tek başıma kalmıştım. Biraz yalnızlıktan, biraz da beceriksizlikten, su, çay-kahve içmek bahanesi bir yana, mutfağa girmiyordum. 3-5 ay ocağın üzerinde bir tencerenin oturmuş öylece bana baktığını hatırlıyorum. (Düdüklü bir tencereydi, kapağı bombeli.) O sıra annem geldi ve mutfağı elden geçirdi. Yetmezmiş gibi, dahiyane bir fikri de hayata geçirdi. Mutfakta tabak çanak ne varsa kaldırdı. Bulaşık biriktirmeyeyim ve mutfak hayat bulsun diye her şeyden yalnızca iki adet bıraktı tezgahta. İki bardak, iki tabak, iki kaşık, iki çatal… O yıllardan bu yana ben ve kendim, birlikte takılmaya alıştık, arkadaş, hatta dost olduk. Kendiyle Dost Olmak diye kitaplar yazıldı sonrasında, aldık, okuduk, memnun olduk.

Üniversite yıllarım hep okulun kampüslerinde geçti. Kuştepe’de, Dolapdere’de, sessiz sakin, yazın serin, kışın sıcak kütüphanelerinde… Son ders de sona erip nerdeyse herkes evine, yurduna dönerken, ben kütüphaneye dönerdim. Kütüphane kapandı mı, boş bir sınıfa veya kantine geçerdim. Okul gece de açıktı ve Ali Nesin’in, psikopata bağlamış matematik bölümü öğrencileri başta olmak üzere, dersleri ağır bir iki bölümden öğrenci, ara sıra sinema ve müzik bölümü öğrencileri, okulda geceler, sabahı ederdik. Okulu mesken tutmayanların aklına gelmeyecek şeyler bunlar! Bazı gece yarıları okulun koridorlarında volta atan güvenlik görevlilerinin el fenerlerinin ışıkları yüzümüze tutulurdu.

Tedirgin edici değil bilakis saygı ve hoşgörü barındıran bir atmosfer vardı. Devlet dairesi kokusu sinmemişti hiçbir yere. İsteyenin kendisini yetiştirmesi için geniş imkanlar seferber edilmişti. Benim içinde bulunduğum yıllarda özgürlük alanı sahiden genişti. Sinema, Müzik, Edebiyat, Tiyatro başta olmak üzere canlı bir kültür sanat ortamı vardı.

Nasıl ki suçluyu kazıyınca altından insan çıkıyor; tüm vehçeleriyle, şubeleriyle yaşamı ihata eden sanatı kazıyınca da altından aynı “şey” çıkar: İnsan. Elinde Şiir’i tutan, hatta “bütün şiirleri” tutma hevesine kapılan.

Değil mi ki “gazel bundan, keder bundan, sır bundan”?

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

1 Yorum

1 Yorum

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Gençler Neden Tutuklandı?

Yayınlanma:

-

19 Mart yargı darbesinin ardından sokağa çıkıp anayasal protesto hakkını kullanan vatandaşlardan kaç bin kişi gözaltına alındı, kaç yüz kişi tutuklandı bilmiyoruz.

25 Mart’ta İçişleri Bakanı 1.418 kişinin gözaltına alındığı bilgisini paylaşmıştı. Bu sayı ne kadar arttı, içlerinden ne kadar insan tutuklandı, bilmiyoruz.

Artık iyice dozunu arttıran hukuksuzlukları protesto edenler bir veya birkaç partiye mensup gençler değil z kuşağı diye tabir edilen çoğu 20’li yaşlardaki üniversite gençliği. Gözaltına alınan ve tutuklananlar da çoğunlukla onlar.

Gözaltındakilere işkence iddiaları vahim. T24’te yer alan habere göre İstanbul Barosu avukatlarından Halil Enes Kavak, Vatan Emniyet ve Gayrettepe Emniyet’de gözaltına alınan gençler hakkında “İçlerinde, darp izi olmayan hiç kimse yok. Çoğunun gözü, kulağı patlamış, vücutları yara bere içinde,” dedi.

Zulme, hukuksuzluğa, tek adam rejiminin vatandaşı hor ve hakir gören anlayışına karşı itiraz eden bu gençlik, ülkede her şeye rağmen umudun yeşerebileceğini gösterdi.

Son 10 yılda kesif bir karanlık ve ağır bir yoksulluk içine düşürülürken ülke, ihtiyarlar ve 40 yaş üstü, üzerine düşen uyarı ve itirazları ne sandıkta ortaya koyabildi ne de sokakta. Açık konuşalım, berbat bir imtihan verdiler.

Gelecek vaad etmeyen, yaşlı, bir ayağı çukurda siyasetçiler ve pısırık, hantal, eski düzen siyaset anlayışı gençliğin umutlarını zayi etmeye daha ne kadar devam edebilir!

Millet, özelde de gençler, “yeter artık!” dedi, patladı ve sokağa taştı.

Hukuksuzlukları protesto edenleri yine hukuksuz şekilde gözaltına alıp tutukluyorlar. Bir kere sınırı aşan iktidarlar için artık sınır yok!

Elbette göstericiler arasında barışçıl olmayan yollara sapanlar da olabilir. İstisnalar vardır ve onlar da tutuksuz yargılanmayı hak ederler. (Sivil polis veya milis güç filan değillerse!)

Bu yazıda, evlerinden gözaltına alınıp tutuklanan kişiler arasından 11’inin tutuklama kararına dair mesleki bilgiler de içeren kısa bir değerlendirme yapacağım.

İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliği’nin 25 Mart 2025 tarih ve 317 sorgu numaralı 11 sayfalık kararı ile tutuklanan 11 kişinin yaş ortalaması 32. (içlerinde 2005 doğumlu iki genç var.)

Tutuklanma gerekçeleri: Kanuna Aykırı Toplantı ve Yürüyüşe Silahsız Katılarak İhtara Rağmen Kendiliğinden Dağılmama Suçu.

Böyle bir suç mu varmış demeyin!

Anayasa M. 34’e göre “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”

Bu insanlar anayasanın, yasaların hiçe sayılmasını protesto için orda bulunuyordu. Silahsız oldukları ve polise mukavemet etmedikleri ortada. Çoğu, bir, “dağılın” ihtarı da duymamıştı. Kaldı ki bu ihtar da valiliğin yasağı gibi hukuka aykırı olurdu. Durduk yere “dağılın” ihtarında bulunmaya hakkı yok polisin. Bulunması, gösteriyi tek başına yasa dışı hale getirmez. Göstericiler arasında suç işleyen varsa onları tespit etmeli, ayırmalı ve gözaltına almalı polis.

Sonuçta zulüm üstüne zulüm üstüne zulüm bindirerek bu gençleri, yüzlerce, binlerce insanı apar topar tutuklayıp hapse atarak toplumu baskılamak, yıldırmak, korkutmak ve haklarını arayamaz hale getirmek ve tebaa –kul köle- zihniyetini tahkim etmek istiyor rejim.

Bunun adı artık -en basit tabirle- darbe rejimidir. 10 yılını doldurmuş bu rejime, gözünü Erdoğan iktidarı ile açmış gençler isyan ediyor. Elhamdülillah ki, zulme itiraz ediyor, razı gelmiyorlar. Bir farzı, en azından bir sünneti yerine getiriyorlar.

Açıkça iftira ettikleri, birer gazı ve coplarla müdahale ettikleri, nihayet hapsettikleri bu gençler, kendilerince hakkı tutup kaldırmaya çalışıyorlar. Bir zulmü elinle, dilinle engellemeye çalışmak ibadet değil mi?

Tutuklananlar arasında, Filistin eylemlerinden dolayı bizzat tanıdığımız Hüseyin Arif de var. Öyle zannediyorum ki Türkiye’nin İsrail’e, Gazze’de soykırım devam ederken dahi sağladığı desteği kesmesi için yapılan eylemlerde başı çektiği için bardağı doldurmuş. Bu protestolar da bardağı taşıran son damla olmuş.

Zulme razı gelmeyen, biat etmeyip açıkça itiraz eden herkes, hiçbir suça ve şiddete karışmasa da bu ülkede bardağı dolduruyor, taşırıyor ve hapse atılıyor! Yazık ki ne yazık.

2000 doğumlu Hüseyin Arif, Emniyet Sorgusunda şu ifadeyi vermiş:

“22.03.2025 günü akşam saatlerinde bir iki saat kadar Saraçhane taraflarında mitinge katıldım. Mitingdeki konuşmacılar Özgür Özel ve birkaç siyasetçiydi. Ben polis bölgesinde herhangi bir polis müdahalesi olmadan mitinge katıldım. Kitleler dağılınca ben de saat 23’ten önce oradan ayrılarak evime gittim. Ben mitingden sonra orada kalmadım. Herhangi bir taş atma, sopa sallama gibi eylemde bulunmadım. Bu tarz materyaller temin etmedim. Devlete veya hükümete karşı herhangi bir provokasyonda bulunmadım. Ben sadece demokratik hakkımı kullanmak için oradaydım. Ben bu mitinge tek başıma gittim. Tanıdığım kimse yoktu.”

İşte, gözaltına alınan binlerce insandan biri, bu “suçları” işlediği için tutuklandı! Kaçma ve (olmayan) delilleri karartma şüphesini de hesaba katmış hâkim! Yoksa tutuksuz yargılanması gerekirdi.

Hukuk olmayınca böyle oluyor ne yazık ki. Devirler değişiyor, muktedirler değişiyor lakin zulüm hiç bitmiyor.

Başlığa dönersek… Gençler Neden Tutuklandı?

Zulme, hukuksuzluğa karşı çıktıkları için.

Onlar bu bayrama zindanda girecekler.

Yazık ki bu ülkenin dört bir yanında haksız ve hukuksuz olarak zindanlara atılmış nice vatandaş yıllardır bayram yüzü göremiyor.

Bu ağır ve sistematik adaletsizliğe imza atanlar bir yana, bu zulüm rejimini yıllardır bile isteye destekleyenlerin yüklendiği dehşet verici vebal bir yana…

Biz ülke olarak niye bu haldeyiz, sorusunun cevabı burada, bu suçların, günahların, veballerin altında cansız yatıyor.

 

*fotoğraf: Ümit Bektaş /REUTERS

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Darbe Düzeninde Yaşamak

Yayınlanma:

-

Bu yazıda okuyacaklarınızın hiçbir yeni ve özgün tarafı bulunmadığını en baştan ifade edeyim.

Geniş bir kesimin duygu ve düşüncelerine tercüman olur sanırım ve dua ile karşılık bulur umarım.

Mâlûmunuz, 15 Temmuz 2016’da bu ülkenin başına büyük bir felaket geldi: Darbe. Halkın püskürtmesi sonucu teşebbüs aşamasında kaldı lakin o gün bugündür Türkiye iyi değil. Vücutta hızla yayılan bir kansere yakalanmış gibi.

O çağ dışı askeri darbe püskürtüldükten sonra oluşan geniş meşruiyet alanında başka bir darbe meydana geldi ve bir iç kanama gibi “sessiz ve derinden” ülkenin vücuduna yayıldı.

19 Mart 2025’te zirvesine ulaşıp artık infilak etmiş bu sivil darbe Türkiye’nin sinir uçlarında geniş bir dalgalanmaya yol açtı beş gündür.

Göstergeler vahim: Hukuk, yasa, anayasa yok.

Bunu kabul etmenin zorluğunu yaşıyor geniş bir kesim. Bir kesimse, “biz yıllardır uyarıyorduk” diyor. Bir diğer kesim ise kafasını kuma gömmüş, görmemek için çaba sarf etmeye devam ediyor. Kolay değil.

Yargı mekanizması paçavraya dönüştürüldü. Ülkedeki kurumlar iflas etmiş vaziyette.

Basın ve sivil toplum görünümlü yapılar çok büyük oranda çöp. Kötü koku ve yalan dolandan başka bir şey yaymıyorlar ülkeye.  Utanmaksa eski devirlerde kalmış bir haslet adeta.

Yoksulluk diz boyu. Geniş halk kesimleri, bilhassa gençler feci derecede umutsuz. Umutları hunharca çalındı, yağmalandı.

Bu rejim, toplumun geniş kesiminin yüreğine nifak, öfke ve umutsuzluk tohumları ekmekle harcadı son 10 yılını.

Bu saatten sonra sanki bir hukuk devletinde yaşıyormuşuz gibi, sanki seçimler, sandık bir anlam ifade ediyormuş gibi yaparak kendimizi kandırmanın âlemi var mı?

İsmet Özel, “tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rab bellemeyeceğim” demişti Yahudi Olmamak adlı şiirinde. İsme bak, harika bir şiir.

Tayyip Erdoğan o tuğlayı adeta Rab belledi, “ölene kadar bu koltuğu bırakmam” diyor. Kazanamadığı seçimi iptal ediyor, seçimde yenildiği rakibine kin güdüyor, ilk fırsatta o ve onun gibileri hapse attırıyor. Allah pervasızları sever, eyvallah ama hak yolunda!

Ortalık siyasi dava ve yurdun dört bir yanında o davalardan hapse atılmış siyasetçilerle dolu. Gazeteciler, aydınlar da cabası.

Allah aşkına artık şu işin adını bi’ koyalım ve bu ülkeyi elinde oyuncak gibi gören zat ve çevresindeki menfaat ordusu da rahatlasın.

Diyelim ki ona, “buyur, ülke senindir, sen Allah ömür verdikçe oyna, kafana göre takıl. Kimseye hesap vermeyeceksin, hiç ama hiç endişen kalmasın. Sal bu ülkedeki muhalifleri zindanlardan, sal bizi kafkaesk ülkenden. Sen sağ biz selamet! Allah’ın takdiri ecel, kapımızı çalana kadar takılalım olabildiğince başımızı belaya sokmadan. Sen de rahatla sana karşı olanlar da rahatlasın.”

Trump ve Netanyahu’nun soykırımdan henüz çıkamamış Gazze’de halen ne vahşetlere imza attığını görünce, halimize şükretmemiz gerektiğini bize vaaz eden rejime kulak verelim ey ahali!

Çoktan çivisi çıkmış, bir hayli gözü dönmüş bir dünyada savaşlar, işgaller, terör, türlü türlü kargaşa, kumpaslar, yağma, talan ve yalanlar içinde yaşadığımız gerçeğini kim inkâr edebilir. Allah sonumuzu hayreylesin.

Bana göre Erdoğan ömrünü darbeci olarak sürdürecek, darbeci olarak ölecek ve öyle de anılacaktır tarihte. Yanılıyor olmaktan memnuniyet duyarım. Ben Müslümanım ve Allah şahittir ki herkes için iyilik ve güzellik dilerim. Bir karıncayı bile incitmek istemem, “bile” diyerek hakkına girdiğim için de ayrıca helallik dilerim kendisinden.

Darbe süreci içinde yaşıyoruz. Demokrasi tiyatrosunda perdeler 19 Mart (yargı darbesi) itibariyle tümüyle kapandı, anlamayan kalmasın. Gişe önünde kuyruğa girmeye gerek yok.

Darbe karşısında beş gündür devam eden, belki de Cumhuriyet tarihinin en geniş katılımlı sivil itaatsizlik süreci ne kadar devam eder, ne olur, tahmin etmek güç.

Yalnız, sivil itaatsizlik candır, not etmeden geçmek istemem. İnşallah kan dökülmez, insanlar tutuklanmaz, kimsenin canı yanmaz. Bunun için samimiyetle dua ediyorum. Herkesi hukukun içinde, sakin ve sağduyulu olmaya davet ediyorum. Bolca da gürültü koparmaya elbette. Anayasanın geçerliliği kalmadıysa da, hakkımız bâkî:  “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” (M. 34)

Öyle zannediyorum ki belirsiz bir süre, bu acı gerçekleri içimize sindirmekle geçecek.

Bir kesim, söz konusu darbe sürecinde, darbecilerin kanatları altında bu dehşet verici vebali destekleme karşılığında sahte bir güvenlik satın alacak, şu yalan dünyada.

Bir diğer kesimse açıktan veya gizliden sivil itaatsizlik mezhebine geçiş yapıp direnmenin haklı onur ve gururu ile yaşayacak, razı olmayarak karşı gelecek ve “hak, hukuk, adalet” sloganları eşliğinde yaşamaya devam edecek.

Allah mazlum halkları korusun. Bizi haktan, adaletten ve direnmekten alıkoymasın. AMİN.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Darbecilik Geleneği ve 19 Mart

Yayınlanma:

-

19 Mart 2025 tarihinde İBB Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun bir şafak operasyonu ile gözaltına alınması Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olsa gerek.

Bu olayın, bir ismin veya partinin ötesinde, Türkiye’nin geleceği ile ilgili önemli bir eşik olduğu aşikâr.

Herhalde o gün yaşananlar, gözaltı ve operasyonlar 19 Mart Hadisesi gibi bir isimle anılacaktır. Bu da 15 Temmuz gibi bir gün işte. 15 Temmuz’da yaşadıkları güç zehirlenmesi ile hak ve hukuk yolundan tümüyle sapan Fethullahçıların darbesi şükür ki yarım kalmıştı. Bu darbe de yarım kalır mı? Milletin karşı çıkmasına bağlı.

Henüz belli değil ne zaman tamamlanacağı veya tamamlanıp tamamlanmayacağı.

Erdoğan’ın görünen en büyük rakibi gözaltında halen. Tutuklanır, mahkûm edilir, İBB’ye kayyum atanır ve CHP kapatılırsa iş bitmiş olur mu?

Seçimlerin de -en azından bir süre için-  resmen ortadan kaldırılması lazım. Neden mi? Erdoğan bir süredir seçim kazanamıyor da ondan. (Erdoğan kazanamadıktan sonra seçim yapmanın ne anlamı var?)

Ne acı ki darbelerle, darbecilerle haklı olarak hesaplaşarak milleti arkasına alıp Cumhurbaşkanı olan bir isim yargı mekanizmasına atadığı “emir erleri” (memurlar) üzerinden darbe yapıyor -ülkenin başına darbeci kesilmiş- görüntüsü veriyor. Sayısız gazeteci, köşe yazarı, vatandaş, yıllardır olan bitenleri şu kelimelerle izah ediyor: “darbe”, “sivil darbe”.

35 yıl sonra gelen “diploma kararı” su katılmamış bir hukuksuzluk.

İstanbul Valiliği’nin 19-23 Mart tarihleri arasında sokaklardaki gösteri ve protestoları yasaklamak için aldığı karar su katılmamış bir hukuksuzluk.

İktidarın, pespaye bir cunta gibi apar topar ilave yasaklara sarılması müthiş bir acziyet göstergesi. Kaldı ki valiliğin kararına saygı duyan da uyan da pek yok. On binlerce insan 2 gündür sokaklarda protesto ediyor bu hukuksuzlukları.

Üzülerek belirtmeliyim ki iktidar, hukuk dışında cirit atmaya devam ederse 19 Mart, can çekişen hukuk devletinin resmen öldüğü ve yerine polis devletinin faaliyetlere geçtiği gün olarak, kara bir leke olarak tarihe geçti şimdiden.

Elbette 19 Mart şafağına bir günde gelmedi ülke. 15 Temmuz’dan sonra hukukta ve anayasal haklarda aşama aşama radikal şekilde kısıtlama ve karartmaya gidilmişti. Nasıl ki ilk 10 yıl iktidarın parlak yılları ise, son 10 yıl da feci derecede karanlık yıllardı.

Biz böyle bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Asker veya sivil, tanklı tüfekli veya savcılı hâkimli darbelerin, darbeciliğin sahne aldığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Şahsen ülkeyi bu hale getirenlerden ve tüm bunlar olup biterken bile isteye iktidara destek verenlerden razı değilim. Çocuğunun beslenme çantasına yiyecek koyamayan anneler ve karnı aç çocuklar aklıma gelince hakkımı helal edeceğimi hiç sanmıyorum.

Biz hukukun en temel ilkelerinin geçerli olduğu, anayasal hakların korunduğu, ifade ve basın özgürlüğünün bulunduğu, masumiyet karinesinin hayatta olduğu bir ülkede yaşamak istiyoruz.

Fethullahçılar darbe yaparken mesele yolsuzluk değildi. Ak Partili tepe kadronun yaptığı darbede de mesele yolsuzluk değil. Eğer öyleyse, eyvallah, ne güzel. Yolsuzlukla mücadeleye kim hayır der! Her belediye araştırılsın, elbette Ak Parti’nin yönettiği belediyeler dâhil!

Mesela Melih Gökçek yönetiminde Ankara’da vatandaşların hakları parsel parsel kimlere satıldı, neler oldu, araştırılsın. Bunu sıradan bir vatandaş olarak ben değil sonraki belediye başkanı Mansur Yavaş da talep etmiş hatta bunun için yetkili mercilere başvuru yapmış kaç kez. Araştırılsın.

Hukuktan, dürüstlükten, ahlaktan, mertlikten bahsedecekseniz, gelin suçla, suçluyla, yolsuzlukla, adam kayırmayla parti ayrımı yapmadan tam saha mücadele edelim. Bu ülkeyi bu çamurdan, bataktan kurtaralım. Var mısınız?

Birilerinin, “aman Allah korusun!” dediğini duyar gibiyim! Geniş mi dar mı bilmiyorum ama bir kesimin bu hukuksuzluktan çok sağlam menfaatleri var.

Kanun önünde, hukuk karşısında asla ama asla eşit olmak istemiyorlar.

Milleti, bir yaşam tarzı olarak sefalette, bitmek bilmez ekonomik krizlerde, yoksulluk ve açlık sınırının altında eşitlediler.

Yukarlarda hukuktan bağımsız iktidar kapışması son sürat devam ederken, kurumların itibarı yerlerde sürünürken, ülke darbelerle çalkalanırken oluşan faturayı yine gariban millet ödeyecek. Halk daha da fakirleşecek. Kimin umurunda!

Her cuma hutbeden millete “sabır” ayetleri okuyup Allah ile aldatırken, kendileri yedi sülalelerine yetecek konfor içinde yüzmeye devam ediyor nasıl olsa.

Olan millete oldu, oluyor, olacak. Değişmeyen yazgısı budur ülkenin. 100 yılı az çok böyle geldi geçti, Türkiye Yüzyılı da böyle geldi ve geçiyor.

Cumhurbaşkanı için harbiden üzülüyor insan. Sahneye çıkarken karşı çıktığı, kıyasıya eleştirdiği ne varsa yaşıyor, yaşatıyor, yapıyor, yaptırıyor!

“Ölmeden ben bu mevki makamdan, bu koltuktan ayrılmam” fotoğrafı yıllar sonra bir karikatür olarak kahvehane köşelerine asılırsa hiç şaşırmam.

O artık ibretlik bir hikâyenin kahramanı.

Geçmiş olsun diyelim. Ama geçmiyor, gitmiyor ve bitmiyor.

Darbeler ve darbecilik esas, hak hukuk ve özgürlükler bu ülkede istisna olarak ancak ara dönemlerde, yalancı baharlar gibi kısacık yaşanıyor halen. O aralara denk gelmek, o araları açmak, çok açmak, uzatıp yaymak, genişletip temellendirmek, hukukla tahkim etmek temennisi ile.

Devamını Okuyun

GÜNDEM