Yazılar
İslami Hareketin Çıkmazı – Mehmet Alkış

Yayınlanma:
2 sene önce-

“Gerçeklik ve Mümkün Arasında İslâmî Hareket” temalı soruşturmamız çerçevesinde Mehmet Alkış’ın cevâbî yazısını ilginize sunuyoruz:
İSLAMİ HAREKETİN ÇIKMAZI
İslamî Hareketi anlayıp sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutabilmek; İnsanın Yapısı, Yozlaşma/Tahrif, Sekülerleşme, Yenilgi ve Savunma Psikolojisi ile gerçeğin yerini alan Hayalcilik gibi konularla yakından ilişkilidir. Bunların etkisi irdelenip dikkate alınmadan İslamî Hareketin, daha genel ifadesiyle İslamcılığın doğru anlaşılması mümkün değildir:
İnsanın Yapısı
“Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti; melekler, “Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz seni överek yüceltiyor ve seni devamlı takdis ediyoruz” dediler; Allah “Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.” Burada dikkat çeken husus, Allah, “Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini” var etmeyeceğim demiyor, sadece meleklerin bilgi seviyesine vurguda bulunuyor.
Yaratılan ve soyunun ilk atası yeryüzüne gönderilen insanın birçok olumsuz özelliği Kuran’da şöyle sıralanmaktadır:
“Azgın, nankör, inkârcı, iyiyi de kötüyü de isteyen, aceleci, cimri, alıngan, kavgacı, bozguncu, cahil, nankör, zalim, kan dökücü, inkârcı, unutkan, hırslı/açgözlü, bencil, sözünde durmayan, arzularına esir olan, böbürlenen, kibirli, şımarık, emanete ihanet eden, gafil, müsrif, kaba, katı kalpli, kıskanç, haset, hak yiyen, hileci, ikiyüzlü, mal ve güce düşkün, yalancı, başa kakan, zorba!”[1]
Bunca olumsuz özelliğe sahip olan insanın sorunlara kalıcı, sürdürülebilir, adaletli çözümler bulabileceğini iddia eden, öneri sunan, beklenti oluşturan, umut veren birçok din, inanç, felsefe, ideoloji, sistem, düşünce bulunmaktadır. Tarihin başlangıcından günümüze kadar bu çabalar varlığını sürdüregelmiştir. Bunların arasında, insanın sayılan olumsuz özelliklerinden etkilenmeden şekillenen sadece Allah’ın insana rehber olarak gönderdiği ve başından beri adı İslam olan dindir. Diğerleri şöyle dursun, içinde zaaf barındırmayan ama insan tarafından yozlaştırılan İslam bile sorunları kalıcı biçimde çözememiştir.
Bunun nedeni, sistemlerden çok insanın anılan olumsuz özelliklerinin değişmemesi ve etkisinin sürekliliğidir. Bunca sıfatın toplam etkisinin karşısında bozulmayacak, yozlaşmayacak bir yapı her halde tasavvur edilemez. Nitekim tarih bu gerçeği en açık biçimde gözler önüne sermektedir.
Yozlaşma ve Sekülerleşme
Hıristiyanlık ve İslam’ın bu anlamda geçirdiği süreç karşılaştırıldığı taktirde konuyu öğretici boyutuyla anlamak mümkündür. Onun için, birebir olmasa da özü ve kayağı itibarıyla aynı olan iki din arasında yozlaşma ve Sekülerleşme bakımından dikkat çeken benzerlikler örnek gösterilebilir:
Hıristiyanlıkta bozulma süreci birinci yüzyılda yaşayan ve Hıristiyanlığın kurucusu sayılan Aziz Pavlus’un müdahale ve öğretileriyle başladı. Pavlus, Eski ve Yeni Ahit’i harmanlayarak oluşturduğu Kitab-ı Mukaddes’e kendi yorumlarını da ekledi. Böylece Hz. İsa’ya gelen vahiylerin arasına beşerî düşünceler girmiş oldu. Daha sonra, ortaya çok sayıda farklı İncil’in çıkmasının altında Pavlus’la başlayan benzer müdahalelerin yattığı biliniyor. Bundan dolayı Hıristiyanlık, başlangıçta çatıştığı ama bir süre sonra uzlaşmaya girdiği Roma’nın kimi çoktanrılı inanışlarını ad değiştirerek kendine mal etti. En önemli ve esasa yönelik olanı, hiç kuşkusuz çoktanrılı dinlerin birçoğunda bulunan “üçlemeler”den esinlenen ve vahye dayalı tevhit dinini temelden sarsmış olan “teslis” inancıdır. İlahi dinin tüm konu ve alanlarını şekillendiren temel belirleyici konumundaki Allah inancını zedelediği için etkisi ve sonuçları çok büyük olmuştur.
Bu bağlamda diğer bir husus da yine birinci yüzyıldan itibaren Yunan Felsefesi ile kurulan ilişkinin yol açtığı sorunlardır. Filistin’de doğup Roma İmparatorluğunun topraklarında yayılan Hristiyanlık, Yunan felsefesinin etkisinde şekillenen Roma kültür ve felsefesinden etkilendi.
Birinci yüzyılda kilise babaları tarafından oluşturulan ve bozulmada etkili olan Patristik felsefe, inancı akıl temeline oturtma çabasının eseridir. Dini, felsefenin kavramsal araçlarını kullanarak temellendirmeyi amaçlıyordu. Yeni Ahit’in öğretilerine göre anlam kazandırma, felsefi açıklama getirme bu felsefenin temel motivasyonu olmuştur. Hristiyan olan bu filozoflar felsefeyi kullanarak Hristiyanlığı açıklama ve anlatma kaygısı gütmüşlerdir.
Hristiyanlığa bağlı olan ve sekizinci yüzyıla kadar süren Patristik felsefenin ardından on beşinci yüzyıla kadar Skolastik felsefe etkin hale geldi. Skolastik felsefe, patristik felsefeye oranla akla daha fazla önem vermiştir. Aklı inanca ya da vahye tâbi kılan bir felsefe olmakla birlikte, Hristiyanlığın felsefe ya da akılla bağdaşmaz olmadığını göstermeye her fırsatta özen göstermiştir.
Orta Çağa gelindiğinde kilisenin tahakkümü; cennetten arsa satmak, dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyenleri işkenceyle öldürtmek gibi akıl almaz istismar ve baskılarda bulunacak noktaya ulaşmıştı. Merhamet ve sevgiyi öne çıkaran dine insanlar korku ve nefretle bakar oldular. Kilisenin dogmaları karşısında insanların bütün hakları ellerinden alınmıştı. Daha kötüsü, bu aşırı baskı onları din karşıtı olmaya adeta zorladı. Nitekim öyle de oldu ve kiliseye karşı hızla yayılan bir başkaldırı başladı, eş zamanlı olarak Rönesans ve Reform doğdu. Tepki olarak doğan ve Tanrının yerine insanı geçiren Hümanizm, yeni yaklaşımın belirleyici felsefesi haline geldi. Hükmetme gücü ve hakkı artık insana geçti. Günümüzde de süren din karşıtı Modern dönem ve dünyanın yeniden şekillenmesini sağlayan büyük değişim hamlesi başlamış oldu. Aydınlanma Felsefesi, Fransız İhtilali, Yeni Bilimler, Sanayi Devrimi, Sömürgecilik, Cumhuriyet, Milliyetçilik, Ulus Devlet, Özgürlükler, İnsan Hakları ve nihayetinde Demokrasi bu sürecin yansımaları ve aşamalarıdır.
İslam Dünyasında da birinci yüzyılda başlayan benzer bir sürecin yaşandığı görülüyor. Peygamberin (as) vefatından yirmi beş yıl sonra halife olan Hz. Ali’ye (656-661) karşı yürüttüğü mücadele ile Muaviye’nin (661-680) yönetimi saltanata dönüştürmesi, somut bir hamle olarak bozulmanın başlangıcıdır. Hz. Ali ve taraftarları, Peygamberin (as) kurduğu sistemi tavizsiz devam ettirmeyi hedefliyordu. Buna karşılık Muaviye ve taraftarları, saltanatı, ‘Şura ve Ehliyet’e dayalı sistemin yerine geçirerek İslam’da zamanla diğer alanları da etkileyecek olan sapmayı başlatmış oldular. Öyle ki; 1924 yılına kadar devam eden ve hiçbir dönemde İslam’ın temel yönetim ilkelerine uygun biçimde el değiştirmeyen halifelik, gücü eline geçirenler tarafından kullanılan ve saltanatı meşrulaştıran bir kurum olarak varlığını sürdürdü. Siyasi çekişmeler; her biri farklı yorumlara göre hareket eden ve ihtilafları büyüten grupların meydana çıkmasını da tetikledi.
Tahrif açısından son derece etkili olan bir faktör de İsrailiyattır. Deyim olarak İsrailoğullarına/Yahudilere ait demek olup tahrif edilmiş Tevrat, İncil ve onlarla bağlantılı kaynaklardan aktarılan gerçeği yansıtmayan bilgilere verilen addır. Daha çok Müslümanlarla bir şekilde ilişkisi olan Yahudi bilginleri tarafından yayılan bu rivayetlerin amacı İslam’da tahrife yol açmaktır. İsrailiyat; sahabe döneminden itibaren Müslümanlar arasında çeşitli şekillerde etkili olmuş, özellikle tefsir ve hadis kaynaklarına sızmıştır.
İslam Tarihinde önemli ve etkili bir düşünce ekolü olan Mutezile’nin dayandığı öncü fikirler de bu sırada şekillenmeye başladı. Hint ve Yunan felsefesinin etkisinde akıl ve iradenin vahyi aşacak ölçüde belirleyici bir konuma gelmesi Mutezile’nin benimsediği temel yaklaşımdır. “Bu teolojik ekol, İslam’ın inanca ve ahlaka dair ilkelerini akli ve felsefi yöntemlere dayanarak ispat etmeye ve savunmaya çalışan bir düşünce sistemi olarak da tanınmıştır.”[2] “Mutezile’nin ortaya çıkışını iç amiller yanında İran dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Yunan felsefesi gibi dış etkenlerle açıklayan ilim adamları da vardır.”[3]
Emeviler döneminde (661-750), yani birinci yüzyılda başlayan tercümelerle birlikte İslam Dünyasında felsefi fikirlerin ilk olumsuz etkilerinden söz etmek mümkündür. Abbasiler dönemi zaten felsefenin Müslümanlar arasında çok geliştiği bir dönemdir. O kadar ki, kaybolmaya yüz tutmuş bulunan Yunan Felsefesinin kaynaklarını Endülüs başta olmak üzere İslam Dünyasından Avrupa’ya aktarılmasını onlar sağladı.
Yüzyıllar süren Haçlı Seferleri ile Moğol İstilası gibi tarihte eşine rastlanmayacak ölçüde iki büyük saldırıyla da karşı karşıya kalan Müslüman Dünyada büyük travmalar yaşandı. Bu dönemlerde, kaçınılması mümkün olmayan karşılıklı etkileşimlerin de birtakım savrulmalara neden olduğuna ve Müslüman dünyanın dinamizmini olumsuz yönde etkilediğine kuşku yoktur. Zira İslam Dünyası bundan sonra başlayan duraklamanın önüne bir türlü geçemedi, statükoyu aşıp silkelenmeyi başaramadı. Özellikle son beş yüzyılda, giderek gücünü, daha da önemlisi, özgüvenini yitirdi.
Avrupa’nın on beşinci yüzyılda Hıristiyan kimliğinin iyice etkisizleşmesine paralel olarak girdiği seküler sürecin benzerini bu kez İslam Dünyası yaşadı. Roller değişerek tarih bir kez daha tekerrür etti. Kilise fanatizmine karşı Batı’nın ayaklanıp seküler modern çağa geçişinde önemli ölçüde etkili olan Müslüman dünya, bu kez güçsüz ve etki altında kalan taraf oldu. Artık dinle ilişkisi adeta pamuk ipliğine bağlı ama seküler kimliği belirleyici olan güçlü ve etkili bir Batı vardı. Müslüman Dünya ise, zaaf içinde ve yeni bir kimlik arayışında idi.
Batı’da Rönesans’la başlayan yenileşmenin oluşturduğu din karşıtlığına dayalı seküler dünya görüşü, özellikle Fransız İhtilalinin etkisiyle başlayan Batılılaşma hareketleri sonucu Müslümanlar arasında hızla yayıldı. Islahat Hareketleri, Tanzimat, Meşrutiyet aşamaları sistem içinde kalarak Modernleşmeyi amaçlayan bir tür arayış; “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” ise, tüm kesimleri modernleşmede uzlaştırma arzusunun dışavurumu olarak sloganlaştı. Modernleşme, Çağdaşlaşma ile eş anlamlı olan Batılılaşma; yönetimin tepesinde etkin hale gelen askeri-mülki erkân ve aydınlar aracılığıyla toplumun diğer kesimlerine empoze edildi, daha doğrusu dayatıldı. Üçü de modern akımlardı ama son tahlilde kökleri itibarıyla İslam’ın bu uzlaşmada kalıcı olması mümkün değildi. Nitekim Cumhuriyetle köklü sistem değişikliğine gidildiğinde İslam dışlandı ama diğer akımlar kendine yer buldu.
Orta Çağ’da Müslümanların gücü karşısında ezilen Batının yerini bu kez Müslümanlar aldı ve onların dünya görüşünü, yaşam biçimini, dine bakışını, siyasal sistemini taklit ederek sahiplendiler. Hıristiyanlık adına egemenliği elinde tutan kilisenin ve Papalığın otoritesine; Rönesans ve Reformla son verilmesine benzer bir süreç Müslüman dünyada da yaşandı. Birinci paylaşım savaşı sonunda Müslüman dünyanın siyasal ve dini birliği dağıldı, yerine modern paradigmanın siyasal modeli olan birçok “Ulus Devlet” kuruldu. Merkezi topraklarda sembolik varlığını sürdüren Halifelik de 1924’te kaldırıldı. Bütün alanlarda dine göre oluşmuş yapılar değiştirilerek dindışı yapılanmaya gidildi. Protestanlıkta olduğu gibi, İslam, çok dar olan bireysel alana hapsedildi. Toplumsal hükümleri budanarak yeniden tanımlandı ve din karşıtı siyasal otoritenin çizdiği çerçeveye hapsedildi.
Bundan sonra, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, İslam’ın başta Kuran ve Peygamber (as) olmak üzere kendi kaynaklarına göre değil, Batı’nın modern dönemde geliştirdiği, bireyselliğe indirgenmiş dinî anlayışa göre varlığını sürdürmesine izin verildi. Bunu reddeden ve İslam’ın bütünlüğünü savunan her türlü girişim ağır yaptırımlara tabi tutuldu.
Bundan dolayı, başta İslam’a hizmet iddiasında samimi olan dindar çevreler bu tahrif gerçeğini kabullenmek ve ona göre tavır almakla yükümlüdürler. Hamaseti terk edip dünyaya nizam verme iddiasından vazgeçmek ve mütevazi olmaya yönelmek zorundadırlar. Diğer dinlerin sahip olmadığı büyük imkân olarak Kur’an’ın Peygamberi (as) bile çok iddialı olmamak konusundaki uyarılarını dikkate almalıdırlar.[4]
Yenilgi ve Savunma Psikolojisi
On beşinci yüzyılda yozlaşmış dinin baskısını üzerinden atıp sekülerleşmede karar kılan Avrupa, büyük bir değişim ve dönüşüm hareketi başlattı. Böylece büyük bir güce ulaştı ve küresel egemenlik yolunda bütün dünyayı etkisi altına alan bir ilerleme kaydetti. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Müslümanların yaşadığı toprakların dışında kalan ülkelerin tamamını egemenliği altına alan büyük bir sömürge imparatorluğu kurmuştu. Çatırdayan ve onların karşısında tutunamaz bir hale gelmiş olan İslam Dünyası da yıkılma tehlikesi ile yüz yüze gelmişti.
Hal böyleyken; geleneksel İslamî anlayış kendi hattında kartopu gibi artan yozlaşmaya bağlı kalarak ve gücünü tüketerek varlığını sürdürüyordu. Bu haliyle din, sorun çözen değil sorun üreten bir yapıya dönüşmüştü. Hıristiyanlıktakine benzer biçimde, yozlaşma, dinden uzaklaşmayı tetikleyerek dindışı (seküler) sürece yöneltici bir rol oynuyordu.
Seküler Batı’nın ve geleneksel İslamî anlayışın iki yönlü baskısı altında toparlanmak için arayış içine giren bir kısım Müslümanlar arasında, geleneğin olumsuzluklarını taşımayan bir İslam ile Avrupa’nın girdiği yoldan ilerlemeyi tek çare gören bir eğilim gelişti. İslamcılık bu seçmeci iradenin adı olarak doğdu ve gelişti. Bundan sonra, İslamcılığı uygulama alanına taşımak için gösterilen çabalar da geçmişte Müslümanların kullanımında yer almayan “İslami Hareket” kavramıyla anılır oldu. Onun için, on dokuzuncu yüzyılda doğan İslamcılık ve onunla bağlantılı olan İslami Hareketin modernliğin izlerini taşıdığını söylemek yanlış olmaz.
İslamcılar, Batı’nın seküler zihnin mahsulü olarak gündeme taşıdığı hürriyet, kardeşlik, eşitlik, terakki, ilerleme, milliyetçilik gibi ve başkaca konularda İslam’a ait çözümlerin de bulunduğunu etki-tepki bağlamında ortaya koydular. Bozulmanın ve gerilemenin İslam’ın asli halinden uzaklaşmanın sonucu olduğu düşüncesini temel aldılar. Yenilgi ve özgüven kaybının etkisiyle savunmaya çekilmiş, kendini ispatlamaya çalışan bir ruh hali içinde hareket ettiler. “Din terakkiye mani değildir”, “Batı’nın ilmini alalım ahlakını almayalım” gibi sloganlar bu savunmacı psikolojinin dışavurumudur. (Aslında günümüzde de özde değişen fazla bir şey yok! Aynı psikoloji şimdi de yaşanıyor. O zaman öne çıkanların yerini şimdi; demokrasi, refah, insan hakları, özgürlükler, evrensel hukuk gibi kavramlar aldı.)
İslami Hareket; ya Cemalettin Afgani, Mehmet Akif, Muhammed İkbal gibi bağımsız şahsiyetler ya da Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan), Cemaat-i İslami, Nahda Hareketi, Hamas, Nurculuk, Millî Görüş gibi gruplar tarafından temsil edilegelmiştir.
Bağımsız şahsiyetlerden de etkilenen ve kendilerini “cemaat” olarak niteleyen bu yapılar iddialarının aksine temel referanslara uygun davranmayarak birçok soruna kaynaklık etmişlerdir. Şöyle ki:
İhtilafa sebep olup Müslümanların bütününü cemaat sayan Kuran ve Peygamberin ilke ve uygulamalarına aykırı olarak grup oluşturdular.
Savundukları eğilimin kaynaklarını ve yöntemini tek çare görüp mutlaklaştırdılar.
Grup hiyerarşisine bağlılığı esas alarak mutlak itaat içinde hareket ederek, diğer Müslümanlarla ortak hareket etmekten kaçındılar.
Grubun nicelik açısından güçlü olmasını, büyümesini ana hedef edinip buna zarar gelmemesi için başta devlet ve siyasi iktidar olmak üzere güç odaklarıyla iyi ilişkiler kurdular. Böylece, tavizkar ve uzlaşmacı bir tutuma girerek kimi doğrulardan uzaklaştılar.
İslam kaynaklarının ürettiği kavramların yerine düşüncelerini; ‘siyasal İslam’, ‘vatan’, ‘millet’, ‘emperyalizm’, ‘demokrasi’, ‘bilim’ gibi yönlendirici seküler kavramlara dayandırdılar.
Kendileriyle paralel düşünmeyen ve hareket etmeyen kişi ve grupları itibarsızlaştırmak için din karşıtı çevrelerin ürettiği radikal, köktendinci gibi kavramlarla kimi Müslümanları suçladılar.
Grubu korumak ve büyütmek için gerçeklerden çok hayallerden ve hamasetten beslenme yoluna başvurdular. Dolayısıyla; sorunları çözecek esaslı teori, tez ve projelerden çok emek gerektirmeyen sloganlarla yetindiler.
İç dinamizmi arttıracak ve yanlışlardan arınmayı sağlayacak bilgili sahiplerine yer vermediler ve yeniliklere kapalı durdular. Grubun bir arada durması için İslam’ın kaynaklarıyla ilişkilerini engelleyici argümanlara başvurarak bir yönüyle cehaletten yarar umdular.
Modern hayat tarzını ve sosyal bilimlerin tezlerini İslam’la uzlaştırmak için çabaladıkları halde Kuran ve Sünneti anlamak ve temel almakta isteksiz davrandılar.
Başarıyı, doğru davranmak olarak gören ve kaliteye önem veren; sayısal çokluğu ve sonucu tek başına başarı saymayan İslam’a rağmen sonucu esas alan Makyavelist bir tutum benimsediler.
Dindışı sisteme göre kurulan ve yönetilen devletin uygulamalarına ortak olma pahasına siyasi iktidara talip oldular.
Kur’an’ın emrini görmezden gelip bedel ve risk gerektiren değişimin yerine rahatı öne çıkaran ve yozlaşmayı besleyen tutumları tercih ettiler.
‘Allah’ın yardımı’ gibi maddeci yaklaşımı ve seküler aklı aşan konularda Kur’an’ın yönlendirmelerini dikkate almadılar.
Sayılması mümkün olan bunun gibi birçok sorundan söz edilebilir.
Hayalcilik
Bunların yanında, İslamcılığın ya da İslamî hareketin en büyük sorunu, hatta çıkmazı, hayalleri gerçeklerin önüne geçirmesi, Kur’an’ın gerçekçi yaklaşımını salim bir zihinle değerlendirememesidir.
Tüm dinler, inançlar, ideolojiler, felsefeler için geçerli olup tarihin öğrettiği değişmez bir gerçeği diğerleri gibi Müslümanlar da hep ıskaladılar. İlk insan ve ilk peygamberden beri İslam, her yenilenmenin ardından kısa bir ıslah dönemi geçirip bir daha bozulmuş ve yozlaşmıştır. Gösterilen tüm çabalara rağmen insanlar, bu kaçınılmaz gelişmeyi durduramamış, tekrarını önleyememiştir. Tek istisna, Peygamberlerin aracılığıyla gerçekleşen ilahi müdahaledir. ‘Devr-i daim’ biçiminde işleyen bu çark gönderilen peygamberlerle yüz yirmi dört bin kez tekrarlanmıştır. Bu zorluğun ancak ilahi müdahale ile aşılabileceğini teyit eden Kur’an, peygamber gönderilmeyen toplulukların sorumlu tutulmayacağını birkaç kez vurgulamıştır.[5]
Kuran, ayrıca, yozlaşmaya (fesat) karşı çıkan erdem sahibi küçük toplulukların dışında kalan çoğunluğun zulme eğilim gösterdiğini ve hazların peşine düştüğünü de hatırlatıyor ki, kimse hayale kapılıp dünyaya düzen vermeye kalkmasın.[6] İnsanın yapısındaki olumsuzlukları ve zaaflarını yok saymasın. Çoğu zaman arzularına ve doğrudan sapma eğilimine yenik düştüğünü unutmasın.
Ama geçmiş toplulukları örnek gösteren Kuran’ın dikkat çektiği bozulma-yozlaşma ve insanın yapısı ile ilgili gerçekleri genelde tüm Müslümanlar, özelde ise İslamcılar fark etmediler ya da görmezden geldiler. Hayallere kapılıp zulmün ortadan kalkacağını, adaletin hâkim olacağını daha çok hamasete dayalı bir içerik ve üslupla dillendirdiler. Sorunların tümüyle çözüleceğini iddia ederek adeta bir dünya cenneti vadettiler. “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin”, “Hak geldi batıl zail oldu” gibi aslında gerçekçi olmayı salık veren ayetlere daha çok siyasal anlamlar yükleyerek hayallerine referans yaptılar.
Bir yanda geleneğin yaşatılmasını isteyenler, diğer yanda modern aklın belirleyici olmasını savunan İslamcılar, bu hayaller için sonu gelmez tartışmalara girdiler. Kimileri sol eğilimli, kimileri liberal eğilimli görüşlerine dayanak yaptıkları İslam’la çözüme ulaşılacağını ileri sürdüler. Kendine cemaat adı veren grupların her biri öne çıkardıkları konuları ve yöntemi mutlak yol saydılar. Bir yandan şiddet yanlıları, diğer yandan uzlaşmayı temel alan ılımlılar kendilerini adres gösterdiler. “Siyaset ve iktidar olmadan sorun çözülmez.” diyenler de zaferin başka yollarla gerçekleşmesinin mümkün olmadığını iddia ettiler. İlh…
Gruplaşmanın doğası, Müslümanların ortak bir çizgide birleşme ihtimalini ortadan kaldırdığı için böyle bir beklenti hayal olmanın ötesine geçemez. Gerçeği yansıtma ihtimali olmadığından efradını cami ağyarını mani bir İslamî Hareketten söz etmek de ancak hayalleri süsleyebilir.
Tarihin hiçbir döneminde bozulmanın ilahi müdahale olmadan düzelmeye dönüştüğü görülmemiştir.
02.10.2020
——————————-
[1] Kur’an’da indiriliş sırasına göre geçen ifadelerdir.
[2] MU’TEZİLE VE SİYASİ DÜŞÜNCESİ, Prof. Dr. Mahmut AY
[3] MU’TEZİLE – TDV İslâm Ansiklopedisi
[4] Şuara 26/3, Abese 80/7
[5] Nahl, 16/36, Fâtır, 35/24, Gâfir, 40/78, Yunus, 10/47
[6] “FAKAT, NE YAZIK Kİ, [yok ettiğimiz] sizden önceki kuşaklar arasından, yeryüzünde yozlaşmaya karşı çıkan (doğru yolu izledikleri için) kendilerini kurtardığımız küçük toplulukların dışında- akıl/iz’ân ve erdem sahibi kimseler çıkmadı. Ve zulme eğilim gösteren çoğunluk yalnızca kendilerini yozlaştıran hazların peşine düşüp günaha gömülüp gittiler.” HUD-116
Yorumlayın

Kamuoyu araştırmacısı Can Selçuki, Medyascope’ta Ruşen Çakır’a verdiği mülakatta (21 Mart 2023) bazı partilerin oy oranlarından bahsederken gençlerin siyasi parti ve liderlere teveccühünü tartıştı.
Selçuki’nin anlattıklarına bakılırsa oy oranları anlık değişiyor; deprem, işsizlik ve hayat pahalılığı, mültecilerin aktüel konum ve muhataplıkları gibi meseleler özellikle küçük partilere dönük ilgiyi arttırıyor.
Bu konuşmada öne çıkan parti ve “liderler” tahmin edebileceğiniz isimler: Zafer ve Memleket Partileri ile bu partilerin başkanları Ümit Özdağ ve Muharrem İnce.
Zafer Partisinin tek bir söylemi var: ırkçılık temelli bir mülteci karşıtlığı. Muharrem İnce’nin siyasetinde resmi ideoloji paralelinde ilerleyen, derinlikten yoksun duruşundan başka bir şey öne çıkmıyor.
Bu partilerin oy oranlarının gençler arasındaki iniş çıkışları Can Selçuki’nin dikkatini çekmiş. Bu tespitin, ülkedeki gençlerin siyasal hareketlilikleri bağlamında bizim de dikkatimizi çekmesi gerekiyor.
Farklı oranlarda sonuçlar çıksa da gençlerin neredeyse dörtte üçünün Türkiye dışında (elbette zengin batı ülkelerinde) yaşamak istediği anketlerin gösterdiği bir hakikat. Buna, gündelik hayatımızdaki gözlemlerimizde de tanık oluyoruz.
Yoksulluk, gelecek kaygısı, yaşam tarzı ve siyasal baskılara bağlı özgürlük tartışmaları ülke dışında bir yaşam arzusunu körüklüyor. Devrimci bir pozisyonla kötülüklerle kapışma niyeti ise pek belirgin değil. Küçük ölçekli siyaset yapan bazı sol partileri ve Kürt meselesi dolayımındaki siyasal pozisyonları dışarıda tutarsak geniş genç kitlelerin yöneldiği adres olarak yukarıda saydığımız ırkçı, resmi ideoloji yanlısı ve mülteci düşmanı partiler öne çıkıyor.
İslami hareketlerin çok büyük oranda dönüştürülüp imha edildiği bir aşamada gençlerin dikkatini çekecek güçlü, devrimci bir İslami hat da maalesef hâl-i hazırda vâr olmadığı için hakikatsizlik derinleşiyor; cahiliye, bulduğu boşluğa yuvalanıyor.
Genç kitlelerin heyecanından ve anlık değişen tutumlarının normal olduğundan falan bahsedilebilir elbette ama ben buna katılmıyorum. Programı olan ve futbol tribünlerine ya da Twitter mecrasına sıkışmayan nitelikli bir muhalefet, devrimci bir tutum her zaman mümkün olabilir, önceden de olmuştur.
Gördüğü siyasal ve ekonomik baskılardan yılgınlığa düşüp ülke dışına çıkmak bir genç için asla öncelikli bir seçenek olarak görülmemeli. Hiçbir ilkesellik bunu kabul etmez. Hangi ideolojik zaviyeden bakılırsa bakılsın bu yanlıştır.
Dünyayı tanımak, farklı coğrafya ve halklarla temas kurmak, başka direniş hareketleriyle ilişkilenmek bağlamında gerçekleştirilecek bir hareketliliğe kim hayır diyebilir! Tası tarağı toplayarak ilk hayal kırıklığında halkını terk edebilme tavrı, gidilen yerler için de müstakbel ve güvenilmez bir tavır olarak o kişilerle birlikte seyahat edecektir.
Ülke değiştiremeyenlerin önemli bir kısmı ise zulüm ve egemenlerle kapışmak yerine alttakileri hedef alıyor. Öfke ve çaresizliğinin hırsını mültecilerden çıkarmaya yelteniyor. Ülke, yeryüzü ve insanlık için zerre hayır üretmeyen siyasi partilere ve onların “liderler”ine bel bağlıyor!
Bu tabloyu kime fatura edeceksiniz?
Bu faturada herkesin payı var elbette. Örnek öncülük yapamayanlar da, “Öncülük örnekliği yok!” deyip süreç içinde sadece kendi kurtuluşuna yoğunlaşanlar da faturada pay sahibidir.
Edebiyattan yardım alarak meseleyi anlamaya çalışalım. İsmet Özel’in sosyalist çizgideyken yazdığı “Aynı Adam” şiiri bu meselelerde benim için kalıcı öğreticilikte olmuştur:
on beşinde bir arkadaş/ inancını savunurken yargıca/ anladı bulana durula akmakta olan şeyi.
On beş yaşında bir genç; öncülerin vâr ettiği, dinamik ve gerekçelerini tam olarak kavrayamadığı ama söylem ve duruşundan etkilendiği bir siyasal/toplumsal hareketliliğin rüzgârına kapılmış ve süreç içerisinde tutuklanarak yargılanmaya başlamış, daha önce layıkıyla ayırdına varamadığı egemen kurumsallığı o yargılama esnasında net bir durulukla tanıyıp kavramıştır.
Bu mısralarda ortak sorumluluklar işaretlenmiştir. Bugün mezkûr faturanın kim/ler/e kesileceğini bu mısralar vesilesiyle bir kez daha görmüş oluyoruz.
Din soslu egemen düzenin tasallutunda aktör olarak yer almamış nüveler biçiminde varlığını bir şekilde sürdürebilmiş küçük çevrelerin sorumlu oldukları tarihi rollerini üstlenememiş olmaları, bir taraf olarak bizim açımızdan temel ve esaslı bir yaradır.
Gençlerin öncü örnekliklere, öncülüklerin genç dinamizm ve enerjilere ihtiyaçları olduğu muhakkak ama bizde zincir kopmuş, dağılmış durumda. Dağılan parçaların bir kısmının Muharrem İnce ya da Ümit Özdağ menzilinde toplaşması ancak böyle mümkün olabiliyor.
Karşımıza çıkıp duran bu acınası gerçeklik karşısında hakikate davet, iki yönlü ilerleme kaydetmelidir. Hakikatin tebliği ile onun zorunlu örnekliği, entelektüel ilgiyle siyasal tavrı beraberinde getirmeli ise tüm ilgililerin ne yapması gerektiği aslında açığa çıkmış bulunuyor.
Bütün tarafların bu tarihsel sorumluluğa karşı alacakları tavır, sahte adreslerden kurtuluşa da vesile olacak bilinç ve dinamizmi üretecektir. O zamanki mülakatlarda neler konuşulacağını da şimdiden tahmin edebiliriz, değil mi?
Yazılar
Geri Gönderme Merkezi’nden Kurtulan Afrikalılar Anlatıyor – Ammar Kılıç

Yayınlanma:
3 gün önce-
Mart 21, 2023
İki sene önceydi. Rize’de çay hasadında tanışmıştık Gambiyalı Muhammed (“Şeyh”) ile. O vakitten beri de yüz yüze görüşememiştik. Yasir’le Mahir hocanın evindeki toplantıdan çıktıktan sonra, yakın olmayı fırsat bilip Beyoğlu’ndan Kumkapı’ya inerek Şeyh’in evine gittik. Yine Of’taki bir çay paketleme atölyesinden tanıdığımız Halewi’yi de oraya çağırdık. Şeyh bizi güler yüzle karşıladı. İki odalı, sekiz kişilik, tertipli ancak oldukça rutubetli bir evdi. Odaya geçtikten sonraki 15 dakika içinde evin diğer sakinleri de odayı doldurdu ve Senegal çayı eşliğinde muhabbet derinleşti.
Muhammed’i ve Halewi’yi ziyaret etmemizin bir sebebi, geçtiğimiz aylarda polis kontrolü sırasında yakalanmış ve Geri Gönderme Merkezi’nde (GGM) birkaç ay kalıp çıkmış olmalarıydı. Bir manada onlara “geçmiş olsun”a gelmiştik. Ancak odada sohbet ilerleyince fark ettik ki odada bir kişi hariç herkes yakın zamanlarda GGM’ye girip çıkmıştı. Bu durum, son bir yıldır sıklaşan polis kontrollerinin bir uzantısıydı. İrtibatta olduğumuz birçok Afrikalı, Afgan yahut Pakistanlı göçmenin şu bir yıl içinde deport edildiğini ya birebir duyuyor ya da haberini alıyorduk. (Hatta 2 ay önce Senegal uçağında, deport edilmek üzere getirilen 4 Gambiyalıdan birinin feryat figan olay çıkardığına ve apar topar uçaktan geri indirildiğine şahit olmuştuk.) Bu polis kontrollerinin sabit bir mantığı, denklemi olmadığı için, en fazla bunu ülkedeki göçmen karşıtı dalganın yükselmesiyle ilişkilendirebiliyoruz. Siyasette ve dolayısıyla halkın dilinde göçmenlere yönelik ayrımcı söylem arttıkça, asayiş güçlerine, bu “artık nüfusu” törpüleme ve ırkçı kaygıları dengeleme görevi biçiliyor. Ne kadar çok deport, o kadar “düzensiz göçle mücadele” skoru.
Vakıa böyle, böyle olmasına da asıl merak ettiğimiz şey, bu arkadaşların nasıl olup da deport yemeden GGM’den çıkabildikleriydi. Ve tabi GGM’lere hâkim olan koşulların nasıl olduğunu merak ediyorduk. İçeride yaşadıkları tecrübeler farklılaşıyor. İyi muamele gören de var, dayak yiyen veya dayak yiyenlere şahit olan da… Şeyh örneğin, Tuzla’ya getirildikten dört gün sonra Çanakkale’ye sevk edilmiş. Jandarmanın kendisine iyi davrandığını, sürekli “Dert etme, serbest kalacaksın!” dediğini aktarıyor. “Afrikalıları seviyorlar. Afrikalılarla bir sorunları yok. Bana iyi davrandılar.” Yine de 2 ay 10 gün boyunca sürekli stresli ve akıbetinin ne olacağını bilemeden geçirmiş. Sık sık ağlamış. “Kesin gönderileceğim, diyordum. Gönderilmem ölüm demekti.” Başka birçok Afrikalının deportunu görmüş. “Eğer sınırdan geçerken yakalandıysan, kesin deport edilirsin!” diyor. İçeride farklı milletlerden 40-50 Afrikalı varmış. Afganlara gelince bu sayı 400’e çıkıyormuş. Toplamda ise kadın erkek 800 kişi varmış. Sürekli deport olduğu (ve özellikle Afganlara vurduğu) için beraber kaldığı Afganlar sürekli sirkülasyon halindeymiş. En ciddi problemlerden biri ısınmaymış. “Çok, çok soğuktu, kışa denk gelmişti. Bazen öyle zamanlar oldu ki,” diyor, “gönderseler bile umurumda olmazdı, çünkü donuyorduk. Yatak yoktu, varsa da çok fazla kişi olduğu için birçoğuna yetmiyordu. Battaniyeleri yere serip yatıyorduk.” Yemek günde üç öğünmüş. “Bazen iyi bazen kötüydü ama günde üç öğün yiyebilmek tabi ki şanstı.” diyor.
Kâğıt imzalatmaya zorlayıp zorlamadıklarını sorduk. “İmzalayacak mısın?” diye sormuşlar ama zorlamamışlar. Eğer pasaportu yanında olsaymış deport yeme ihtimali artarmış, yanında resmî bir belge olmadığı için bir şey yapmaları zormuş. Olan da saklayabildiği ölçüde saklıyormuş. (Bunu nasıl yapabildiklerini bilemiyoruz.) Bu bilginin GGM’deki göçmenler arasında fısıltı halinde kulaktan kulağa yayılan bir bilgi olduğunu öğreniyoruz. “Herkes bunu bilir!” Burası ilginç bir noktaydı. Göçmenlerin deport yememek için kullandıkları taktiklerden biri… Fakat bu taktiğin hangi durumlarda, hangi ülke göçmenlerine, ne kadar yaradığını bilmek çok zor. Deport edilen Afganlar pasaportlarını saklayamadıkları için deport yiyor değillerdi herhalde. Belki ülkeye giren Afganların birçoğunun Afrikalıların aksine zaten pasaportsuz gelmesi bunu açıklayabilir. Allahualem. Hâsılı, tespit etmekte güçlük çektiğimiz bulanık noktalar var ya da devletin tutarsız uygulamaları…
Daha uzağa, Malatya’ya gönderilen Amadu ise 2 ay 15 gün GGM’de kalmış, depreme orada yakalanmışlar. Tuzla’da bir gün, Ordu’da bir gün, oradan da Malatya’ya gönderilmiş. Bu transferlerin mantığını anlayamıyoruz. Daha önce defalarca karşılaştığımız bir durum. Önce Ankara’ya, ardından Iğdır’a gönderilen Pakistanlı bir göçmen arkadaştan uzun süre haber alamamıştık bu düzensiz ve öngörülemeyen transferler yüzünden. Amadu, Malatya’daki koşulların beter olduğunu söylüyor. Yatak kapasitesi yetersizmiş, o da yerde yatmış. üç öğün yemek olsa da yemekler çok az ve kalitesizmiş. “Market var, almak istersen paranla alırsın.” diyor.
Para lazım olduğunda, hesap kartı olan bir Suriyelinin hesabına para gönderiliyor, o da yüzde yirmi komisyon kesip kalanını veriyormuş oradaki ATM’den. Amadu, GGM’de birçok Suriyelinin de olduğunu söyledi. Hatta biri bir buçuk yıldır akıbetini bekliyormuş. 60-70 Afrikalı varmış. “Toplamda 1500 kişi civarında kişi vardı.” diyor. Odada ise 15 kişi kalıyorlarmış. Pasaportu yanında olmadığı için onu da deport etmemişler söylediğine göre.
Jandarmalardan birinin şiddetinden de bahsetti Amadu. “Taleplerin oluyor, yemek istiyorsun fazladan, hasta olmuş birisi, durumu izah ediyorsun, sinirleniyor, vuruyor.” diyor. “Niye yaptın?” deyince de, “Burası Türkiye, burası Afrika değil!” diyormuş. “Afganları, Suriyelileri de çok dövüyorlardı.” diyor. Bu şiddetin bağlamını, ölçüsünü tespit edip doğrulamak çok zor ancak bu iddialar ilk kez şahit olduğumuz şeyler değil. GGM’ler maalesef yıllardır kötü muamele, işkence, sözel, fiziksel ve duygusal şiddet gibi hak ihlalleriyle mimlenmiş vaziyette. Göçmen davalarıyla ilgilenen avukat dostlarımız, Halim Yılmaz, Mehmet Ali Başaran, İbrahim Kibar ve diğerlerinin dilinde yıllardır tüy bitti bunları anlata anlata. Şiddetin bu kadar görünür olmadığı durumların kendisi de aslında şiddet içeriyor veya doğrudan şiddete sebep olan koşulları yaratıyor. Isıtıcılar çalışmıyor, büyük bir elektrikli ısıtıcı varmış ama çalışmadığı için insanlar hasta oluyor, tedavi için Ankara’ya yazılıyor, hastanın doktora gitmesi 4-5 günü buluyor. Tabi tedavi de parayla mümkün olabiliyor.
Para demişken, “komisyon” kesen sadece hesap kartı olan göçmenler değil gibi duruyor. Amadu, Malatya’da bazı göçmenlerin GGM’ye girerken emanete verdiği 1000 lira paranın 400’üne çıkarken jandarmanın el koyduğunu söylüyor. Kendisinin yaşadığı bir vakaya dayanmadığı için ihtiyat payı bırakıyoruz. Bu hikâyeye normal şartlarda çok daha şüpheyle yaklaşabilirdik ama daha 1 ay önce, Tuzla GGM’ye alınıp ikamet başvurusu sürecinde olduğu anlaşılınca aynı gece serbest bırakılan Sierra Leoneli bir arkadaşımızın 1500 lirası emanetlerini teslim alırken buhar olup uçmuştu.
Elbette bu gasp sorununun bir kural olduğunu iddia etmiyoruz. Örneğin yine Şeyh, Çanakkale’de bu tarz bir muameleye denk gelmediğini söyledi. Marketten bir şey alması gerektiğinde, emanete verdiği paradan harcayabildiğini, serbest bırakılırken her kuruşunu geri aldığını aktardı.
Halewi, ilk iki arkadaştan daha az şanslıydı çünkü Kayseri GGM’de 5 ay kalmıştı. 300’den fazla insan hatırlıyor. Bunların 100’den fazlası Afrikalıymış. Halewi ile birlikte 15 Afrikalıyı salmışlar. Halewi de aynı sebebi öne sürüyor: “Yanımda hiçbir belge yoktu beni aldıklarında, pasaport sordular, yanımda değildi.” O sırada lafa Şeyh karışıyor, Çanakkale’de Afganların hepsini deport ettiklerini söylüyor. Amadu da Malatya için benzer şeyleri tekrarlıyor. “Mesela bir gün 90 Suriyeliyi, Afgan’ı, Pakistanlıyı, Faslıyı deport ettiler, tek seferde. Eğer uçakla geliyorsan ve pasaportun veya ikametin varsa ama zamanı geçtiyse deport edilmeyebilirsin fakat karadan, sınır geçerek girdiysen kolayca deport edilirsin. Afganlar da bu yüzden deport yiyorlar. Ayrıca Yunanistan’a geçmeye çalışırken yakalanırsan da deport yiyorsun.”
Bütün bu gözlemler, göçmen dostlarımızın içerden ve kısmi şahitliklerine dayanıyor elbette ama bizim izlenimlerimizle, okuduklarımızla, duyduklarımızla, tecrübelerimizle birleşince ortaya makul ve devletin göç politikalarındaki tutarsızlıkları yansıtması açısından öngörülebilir bir resim çıkarıyor.*
GGM’ler kapalı kutu hükmünde kurumlar… Devlet, oradaki koşullar konusunda genelde ketum davranır. Özellikle hak ihlallerine konu olan mevzularda… Çabamız, toplama kampından hallice olan bu mekânları ‘daha konforlu’ hale getirecek politika önerilerinden ziyade göçmenleri kapatılma ve deport korkusu ile daima tedirginliğe boğan bu şedit göç rejiminin bizatihi kendisini ifşa edecek hikâyeleri çoğaltmak olmalı.
*Resmi uygulamalar ve rakamlara ilişkin daha etraflı bir fikir edinebilmek adına Avrupa Mülteciler ve Sürgünler Konseyi’nin (ECRE) 2022’de yayınlanan ilgili raporuna, İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı şu habere ve Göç İdaresi’nin verilerine göz atabilirsiniz.

İnsan, hayatın öznesi olarak değerlendirilebilir. Yani hayat insan için, insan da kendine has kılınan bu öznelik durumuna binaen yapıp ettiklerinden dolayı, önce yaşarken, daha sonra vefat etmesinin akabinde, kıyamet saati gelip çattığında Rabbinin huzurunda, dünyada iken yapıp ettiklerinin hesabın verecektir.
“O, böyle bir hesaba çekilmeyecek, dolayısıyla hesap vermeyecektir!” söylemi, en başta adalet kriteri açısından mümkün değildir.
İnsanın, özne olarak kendisi baz alındığında, onun diğer varlıklara yönelik üç ilişki biçimi söz konusudur. Bunlar; insan-kendi ilişkisi, insan-çevre ilişkisi ve üçüncü olarak da insan-Allah ilişkisi olarak belirtilebilir.
Her şeyden önce insan-kendi ilişkisi birçok şeyi izah etmektedir. Buna bağlı olarak, insanın Rabbi, yani Allah (cc) ile ilişkisinden de önce insanı kendi çevresiyle olan ilişkisi, aynı zamanda diğer ilişki biçimlerini de izah etmektedir. Allah, önce birey olarak insanın kendisine ve çevresine yönelik ilgisine atfen kuluna yönelik bir değerlendirmede bulunacaktır. Haliyle haklar konusu da bu aşamada devreye girmektedir.
İnsan-çevre ilişkisi -çoğunlukla yanlış anlaşıldığı üzere- kulun kul üzerindeki hakkı ile sınırlı olmayı; doğal çevre, yani tabiatla var olan ilişki biçimini de kapsamaktadır ama bu hakikat çoğu kez ıskalanmakta, umursanmamakta, gözden ırak tutulmaktadır.
Tabiri caizse -çokça yaşadığımız için söylersek- olabilecek depremlere karşı “zemin etütsüz” bir şekilde bina, iş yeri vb. inşaat işleri gibi faaliyetlerde “ıskalanma, umursamama ve gözden ırak tutma” halleri sıkça yaşanmakta ve adeta bunla meslek haline getirilmiş bulunmaktadır.
Bu durumlar, herkesin malumu üzere bilinmektedir.
Biz gelelim şehirleri göçürten sel felaketlerine…
Ülkemizi baz aldığımızda daha düne kadar birçok insan, mevsimi olsun, ya da olmasın yağmur yağdığında, yağmurun aslında rahmet olduğu halde felakete dönüşebileceği yerleri, bölgeleri düşündüğünde, özellikte Doğu Karadeniz olmak üzere Karadeniz bölgesinin neredeyse tümünü vurgulamaya çalışırdı.
Mutad olduğu üzere öyleydi. Bir de geçmiş dönemin İzmir gibi, İstanbul gibi, devasa nüfusa sahip olup alt yapı sorununun pek de çözülemediği metropol şehirlerin varoşlarında olabileceği akla gelirdi.
Bu düşünce kısmen doğrudur doğru olmasına ama genellikle pek göze çarpmadığı kendi içinde eksiklik barındırır. Bu “eksikliğin” kendini ortaya koyup konuya dair yerleşik bazı düşüncelerin yıkıldığı iki yer olan Adıyaman ve Urfa örneği artık sel felaketlerinin Karadeniz ile sınırlı kalmadığını, büyük bir ihtimalle de kalmayacağını göstermesi açısından önem arz etmektedir.
Allah(cc) insanı bir hikmete binaen hayatın öznesi olan insanı gönendirmek için, dünyayı ona hasretmiştir. (Casiye, 45/13) İnsanın, bu musahhar kılmaya yönelik olarak, kendisine emanet edilen varlıklara karşı gayet müşfik ve merhametli olması gerekirken, zalimleşmekte, çoğunlukla aşırıya kaçmakta ve işi çılgınlık dercesine yükseltmektedir.
Bu durum, geleneksel toplumlarda nadirattan olmasına rağmen, Batı’da, özellikle de Aydınlanma felsefesinin içeriğine binaen ve aynı zamanda, bu aydınlanma faaliyetinin bir sonucu olan materyalist (maddeci) anlayışla revaç bulmuştur.
İşin daha sonrasında, birbirini tetikler ve açıklar mahiyette aydınlanma hareketi, insan-Allah ilişkisine “bir daha var olmayacak şekilde” ket vurmaya kalkışınca doğal ve aynı zamanda doğru ilişkilerde büyük yara almış oldu.
Zincirlenme şeklinde sanayi devrimi sonucunda cari olmaya başlayan kapitalist ilişki biçiminin kendini var kılması için insan unsuru dâhil her tür maddi-manevi değerle birlikte toprakta bu sakil durumlardan nasibini almış oldu.
Kapitalist ilişki biçimi derken, salt fabrikasyon üretim durumu düşünülmesin. Geleneksel konut yapma, ev inşa etme, mekânı ona göre düzenlemenin yerine “şehre yakın” aynı zamanda kısa yoldan ranta tahvil edilme durumu çerçevesinde tarımsal alanların (özellikle de sulak alanların) farklı şekillerde de olsa imara açılma durumları, sürekli yaşadığımız felaket durumlarına kapı aralamaktadır.
Yaşı müsait olanlar bilir, kendi çocukluk, ya da ilk gençlik yıllarında, yaşadıkları şehrin, köyün az ilerisinde “öteden beri bir gerekliliğe binaen” tarım arazisi olarak elde kalması düşünülmüş bağlık, bahçelik, bostan alanlarının, tarlaların vb. bu rant hastalığından dolayı giderek betona kesildiğini görmekte, üzülmekte ve felakete kapı açar kaygısıyla yaşamaktayız.
Yukarıda demiştik ya, deprem gibi haller dışında, aslında rahmet olan yağmurun koca şehirleri peşinden sürüklemesi; insanoğlunun -hem de günümüzde cari olan kapitalist anlayışla- tabiata yönelik tecavüzü ve toprak dâhil, onu bağlı her şeyi “insafsızlık içerisinde” alabildiğine hor kullanması sonucu, su da bize yaptığımı yapacaktır.
Atalar boşuna “Su akar, yatağını bulur.” dememişler!
Yani, biz her şeyde olduğu üzere kendi mecrasında kalması, akması gereken su kaynaklarına karşı -çoğu kez de konut yapma, maddi çevre oluşturma ve bunlara bağlı olarak rant elde etme adına- sabotaj eyleminde bulunursak, Allah(cc) muhafaza, su bizi boğabilir, ardından da yel uçurabilir!
Zaten, bizde geçmişte pek vaki olmadığı halde, artık günümüzde yaşadığımız hortum olayları, “yel uçurdu”ya örnek verilebilir.
Bu tür felaketlerin bir daha yaşanmaması için, küllî bir zihniyet devrimine, paraya, mala, makama olan bakışımıza ve geleneğin en iyi ve güzel taraflarının, hatta onları çokça aşacak oranda yeni bir şehir ve şehircilik anlayışına ihtiyacımız var. Bu anlayışta, en başta ranta asla ve asla yer vermeyen ve bundan dolayı da yeni bir yerel yönetim reformuna ve uygulanmasına ihtiyacımız var. Bu da bizi sarıp boğan, muhafazakâr anlayışa karşı durmakla mümkün olabilirdi. Aynı zamanda, sözde Müslümanlığımızı perçinlemek için kendimize uygun gördüğümüz bu sakil muhafazakârlık hali kapitalizmi daha da azgınlaştırmakta ve bize emanet edilen tabiatın kimyasını bozmaktadır.
Peygamberî uygulamalar bağlamında “olumlu anlamda” çağdaş verilerin de bir araya getirilmesi ile “yeni bir dil, yeni bir söylem ve yeni bir paradigma” eşliğinde insana, onun onuruna uygun bir hayat inşa etmek ve onu gönendirmek kadar daha güzel ve “Müslümanca” bir eylem düşünebilir miyiz?