Yazılar
Bir 14 Mart Yazısı: ‘Tababet San’atının Tarz-ı İcrası’nın Tadı Tuzu Kaldı mı? – Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya
Yayınlanma:
4 yıl önce-
Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi tarafından yapılan ve o yıllarda adı “Öğrenci Seçme Sınavı ve Öğrenci Yerleştirme Sınavı” olan iki sınava girip yüz binlerce aday arasından sıyrılıp ülkenin İstanbul Üniversitesi’nden sonra ikinci kurulan Ankara Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ne girmiştim. (1) Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde işçi olan bir babanın iki evladından biri olarak tahsil hayatıma devam etme ve bir meslek sahibi olma dışında bir seçeneğim de yoktu. “Üniversite tercihinde neden tıp fakültesi?” sorusunu hem genel hem de özel olarak “Tıp Fakültesi” konulu yazılarımın soru ile aynı isimli makalemde cevaplamaya çalışmıştım. (2)
O yıl fakülte kontenjanlarının mevcut haliyle hiçbir hazırlık ve plân-program yapılmadan iki katına çıkarılması ile fakülte boyunca yaşadığımız sorunlara da bir başka makalemde değinmiştim. (3)
Kontenjan artırımı bazı sorunlara yol açmış olsa bile Ankara Tıp, köklü ve belirli kalitesi olan bir kurum olup binaları, donanımı ve akademik kadrosu ile iyi bir konumda idi. (4) Ülkenin tanınmış ve önde gelen hocalarından önemli bir kısmı fakültede derslerimize giriyordu. (5)
İlkokul 2 ve 3’te sınıf ikincisi; ilkokul 4, 5 ve ortaokul’da sınıf ve okul birincisi; lisede sınıfın ve okulun önde gelen talebelerinden biri olmama rağmen, üniversite imtihanına hazırlanmak için maddi imkânlarımız elvermediğinden dolayı dershaneye gidememiştim. Dershaneye giden bir akrabamın oğlundan edindiğim dershane dokümanları ve harçlıklarımdan biriktirdiklerimle alabildiğim üniversiteye hazırlık kitapları ile sınava hazırlanmış, lisede matematik bölümünde olmama rağmen sınav için biyoloji dahi çalıştığım için zihinsel açıdan oldukça yorgun düşmüştüm.
Bu yorgunluk fakülte boyunca sürdü. Eğitim sistemine olan bütün inanç ve güvencimi de yitirmiştim. Tıp Fakültesi zaten en uzun ve zorlu bir eğitime sahip olup bir de eğitim ortamı ile ilgili hayal kırıklığı yaşayıp sorunlarla karşılaşınca ve üstüne üstlük içinde bulunduğum yaşlardan kaynaklanan kişilik ve kimlik oluşumu, arayışı gibi faktörler de eklenince fakültede durumu idare edip daha çok paramedikal (tıp harici) kitap ve yayınlar ilgilerimde öne çıktı. (6) Beşinci sınıfta bir stajdan bütünleme sınavına kaldığım için bir iki aylık gecikmeyi saymazsam, altı buçuk not ortalaması ile Ağustos 1988’de mezun oldum.
O yıl yeni uygulamaya konan “Tıpta Uzmanlık Sınavı”na girip de başarılı olamayınca mecburi hizmet kurası çektim ve Ağrı yollarına revan oldum. Kura çekimi sırasında ve sonrasında bazı meslektaşlarımızın bir yol ve yöntemini bularak daha uygun ve elverişli yerlerde zorunlu görevlerini tamamladıkları konusunu tatsız ve aslı astarı olmadığını düşündüğüm bir rivayet olarak zikredip geçeyim. Ağrı Verem Savaş Dispanseri Tabibi olarak meslekte ve memurlukta ilk tecrübelerimi kazandım, ismi lâzım değil, darbeci bir paşanın o yıllarda dinleyicilerine söylediği “Mecburi hizmete gelen doktorları ağaca bağlayın ki kaçmasınlar!” sözüne uyarak kaçmadım, acı tatlı şeyler geldi başıma ve hepsi birer anı olarak hafızamdaki yerlerini aldı. (7) Doktorların o yıllarda maaşları çok da iyi değildi. Pratisyen hekimin muayenehane açtığı yıllar bitmek üzere idi. Uzman doktorlar ise ya sadece muayenehanede (varsa özel hastanede) ya da daha sıklıkla bir ayağı devlet (sigorta, üniversite, vb.) hastanesinde diğer ayağı muayenehanede hastadan ekstra para (bıçak parası vb.) talep ederek hakları olanı aldıklarını düşünüyorlardı. Meşhur tabiri ile “doktorların eli hastaların cebinde” idi ve “Ne verirseniz verin bu doktorların gözü doymaz!” diye bir inanış vardı; hani halka sorsanız gerçek payı da yok değildi. Nedendir bilinmez, zorunlu görevde en yakın dostlarım meslektaşlarımdan ziyade dispanserin bitişiğindeki Sağlık Meslek Lisesi’nin müdür ve öğretmenleri oldu. İlginçtir fırça, hakaret, değersiz görme gibi olumsuz tavır ve tutumlar da çoğunlukla ve özellikle idareci pozisyondaki meslektaşlarımdan sâdır oldu. (8,9)
Tıpta Uzmanlık Sınavı’nı üçüncü girişimde kazanmak ve tekrar memleketim Ankara’ya dönmek nasip oldu. O yıllarda bile aslı astarı var mı bilmem ama ilk kez sınava girdiğimde sınav sorularının birilerine verildiği iddiaları ortalıkta dolaştı durdu. Sınavı kazanamayan birilerinin Azerbaycan gibi bazı ülkelerdeki üniversite ve hastanelerde girmek istedikleri bölümlere kayıt yaptırıp kısa bir süre sonra da Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim ve araştırma hastanelerine yatay geçiş yaptıklarına ise bizzat şahit olmuştum.
Fakültede aynı dönemden bir arkadaşımın ihtisas yaptığı yer olması hasebi ile önerdiği, Ankara’da olmasının ailemin yanına dönüşe imkân vereceği ve o kadar çalışıp çabalayıp zar zor alabildiğim puanla iyi kötü bir uzmanlığa girebileyim diye tercih listemin sondan bir önceki sırasına yazdığım ‘Göğüs Cerrahisi’ne girmiştim. Girdikten sonra bile bir iki defa daha ihtisas sınavlarına başvurduğumu, umduğumu bulamadığımı, bulamayınca da elimdekiyle yetinip göğüs cerrahisine yavaş yavaş ısınmaya ve alışmaya başladığımı not edeyim. Zira o yıllarda bile göğüs cerrahisi, cerrahi branşlar arasında az bilinir olması, hasta ve hastalık sayısının kısıtlı oluşu, ameliyatlarının zor oluşu, nöbetler, muayenehaneciliğe ve şimdilerde de performans sistemi ve özel hastaneciliğe pek de elverişli olmaması hasebiyle ihtisasa giriş sınavlarında çok tercih edilmiyordu. Ki şimdilerde bile ihtisas sınavlarında en düşük puanla girilen ve hatta yeterli başvuru olmadığı için kontenjanlarının çoğu boş kalan uzmanlık dalları arasındadır. Uzman olan göğüs cerrahlarının önemli bir kısmı inaktif olup gitgide branşlarından uzaklaşmakta, çoğu bulundukları kurumda idare edilmekte ya da idareci pozisyonda bulunmaktadırlar.
O yıllarda Sağlık Bakanlığı’na (ve Sosyal Sigortalar Kurumu’na) bağlı Eğitim ve Araştırma Hastanelerinde Klinik Şefliği sistemi vardı. Hani şu ‘Şef’in İlkeleri’ diye esprili bir şekilde söylenir ya! “Madde 1. Şef her zaman haklıdır. Madde 2. Şefin haksız olduğu durumlarda 1. Madde uygulanır!” Teorik olarak 4 yıl olan uzmanlık eğitimim pratikte 4.5 yılda tamamlandı. Akademik açıdan tıp fakülteleri, Sanatoryumlardaki uzmanlık eğitimini biraz hafife alsalar da, vaka potansiyeli açısından durum hiç de öyle değildi. Zaten zamanla akademik açıdan da fark kapanmış, hatta Sanatoryumlarda yetişen asistanların çoğu yeni açılan üniversitelerdeki Göğüs Cerrahisi Anabilim Dallarını kurmuşlardır. Hani ‘sefil asistan’ diye meşhur bir deyim var ya, aldığımız maaş düşük olduğu gibi, bolca nöbet vardı ve ücreti de yetersiz idi. O yıllarda döner sermayeden pay alma uygulamaları yeni yeni başlıyordu, fakat sadece bir iki defa az buçuk döner alabilmiştik. Hatta bütçemize üç beş kuruş katkı olsun diye ben dahil asistanlardan bazıları Ulus’ta bir hastanede nöbet tutuyor, nöbet ertesi hastanenin yolunu tutuyorduk. Asistan iken evlenmeme ve eşim de hemşire olarak çalışmasına rağmen, babamın işçi emeklisi ikramiyesi ile aldığı evde oturuyor, ay sonunu ancak getirebiliyorduk. İhtisas bitip Van’da yeni kurulan tıp fakültesine geçerken, evin eşyasını nakliye şirketi ile anlaşıp taşırken bile kardeşimden borç almak zorunda kalmıştım. İhtisas yılları mali açıdan olmasa da eğitim, arkadaşlık ve mesleki açıdan verimli ve güzel hatıralarla geçip gitti. (10,11,12)
İhtisas bitimine doğru ‘ne yapacağım’ diye düşünüp dururken ve aynı yerde devam etme çareleri düşünürken, klinik şef muavinimizin Van ya da Urfa illerinde yeni kurulan tıp fakültelerine geçme teklifi, doğudaki bu illerin uzaklığı nedeniyle çok sıcak gelmemişti. Daha batıda bir ildeki üniversiteye geçebilmek için o üniversitedeki bir meslektaşımın aracılığı ile rektörle yaptığım görüşme ise olumsuz sonuçlanmıştı. Ankara’da kalamayınca ve tercihli kurada da İstanbul çıkınca bir çırpıda soluğu ta Van’da aldım (ki nedeni de Angaralılar’ın meşhur İstanbul korkusudur).
Uzmanlık sonrası mecburi hizmet ile yeni kurulan tıp fakültelerinin öğretim üyesi ihtiyacı birleşince Van Tıp’taki hikâyem de başlayıverdi. Ve dile kolay, tam 11 yıl sürdü. Doğu ve Güneydoğu’daki doktor, asker, polis ve diğer memurların mecburi hizmetinden fazla, hatta belki birçok yöre insanından bile fazla kaldım. Kendimi hiçbir zaman Van’a ait hissetmesem, aidiyet bağı kuramasam da benim açımdan Van Tıp Yılları güzel ve verimli yıllar oldu. Van Tıp’a ve Van’a bir şeyler verdim; Van, Vanlılar ve Van Tıplılardan da çok şeyler aldım. Bir fakültenin, hastanenin kuruluşunun zorluklarını ve heyecanını yaşadım. Dostluklar, arkadaşlıklar kurdum. İlk defa doktorlukta elim biraz para gördü desem yeridir. Hem kurum geliştirme katkısı nedeniyle maaş, hem de sabit bile olsa düzenli bir döner sermayeden katkı payı ödemesi vardı. Eşim de çocuklar nedeniyle görevini bırakmasına rağmen, tasarruflu davranarak biriktirdiğim parayla yıllarca birçok evde kiracı olarak oturduktan sonra on bir yılın sonunda biri Van’da diğeri Ankara’da iki adet ev dahi alabilmiştim, hatta ikinci el bile olsa arabamı da yenileyebilmiştim. Fakültedeki yardımcı doçentlik görevimin başında kısa bir bocalamadan sonra kesin ve radikal bir karar aldım ve bugüne kadar da uyguladım. Hiç muayenehanecilik yapmadım. Üniversitede iken bile hiçbir hastamı özel muayene ve ameliyata yönlendirmedim, hiçbir hastamdan para almadım, performans puanı endişesi ile hiçbir hastama yaklaşmadım. Otuz üç yıllık meslek hayatımda devlet memuru olarak mali ve özlük hakları açısından yaptığım anlaşmaya bağlı kaldım. (13)
Memleketin en doğusunda, türlü yokluk, yoksunluk ve sıkıntılarla kurulmasına çalışılan yeni bir tıp fakültesinin kuruluşuna şahitlik etmek, katkıda bulunmak olağanüstü bir deneyim oldu. Üstelik zor zamanlardı ve 28 Şubat Süreci rüzgârları oldukça sert esiyordu. Van Tıp benim açımdan tam bir laboratuar ve aynı zamanda bir okul işlevi gördü. Her tür farklı inanç, düşünce, tavır ve tutuma sahip insanlarla bir arada bulunmak zenginleştirici bir sonuca yol açtı. Eğitimci vasfımı ben orada kazandım. Orada akademik hayatta dur durak bilmeden, yılmadan çalışmak gerektiğini öğrendim. Yurtiçi (Ankara Tıp) ve yurtdışı (Fransa Strasbourg Tıp) iki göğüs cerrahisi merkezine gidip bilgi, görgü ve tecrübemi kendi imkânlarımla da olsa arttırmaya çalıştım. Doçentlik başvurumda iki defa üst üste başarısız olsam ve bir ara vazgeçip ihtisas yaptığım yere klinik şef muavini olmak için dönmek amacıyla sınava girsem de (ki dosya aşamasında akamete uğramıştı) üçüncü doçentlik başvurumda Allah lütûf ve yardım etti, muradıma erdim. Uzman olduktan dokuz ay sonra değil ama dokuz yıl sonra nur topu gibi bir akademik titrim oldu. Her doçentlik başvurum daha dosya aşamasında o günkü sınav-jüri sisteminin ve bir zamanlar öğrencisi olduğum üniversitenin ideolojik ön-yargılı duvarlarına çarpıp çarpıp geri döndü. Ama beni öldürmeyen şey güçlendirdi, biledi, mücadele azmimi perçinledi. Sonunda kulları ne yapıp edip engel olmaya çalışsa da O diledi, “ol dedi ve oldu!”
Van Gölü’nde yaşayan inci kefallerinin üreme döneminde yumurtalarını bırakmak için göle dökülen Erciş yolu üzerindeki tatlı akarsuyun akış yönünün tersine yüzüp karşılarına çıkan engelleri aşmak için olağanüstü bir çaba gösterdikleri gibi, Türkiye’nin dört bir yanından gelip Van’da inci kefali misali bütün sıkıntıları, zorlukları göğüsleyen ve karşımıza çıkan engelleri aşmak için büyük bir azimle gayret sarf eden bizler, Van’da değişik zaman dilimlerinde görev yaptık; birçok acı tatlı anı biriktirdik, dostluklar, arkadaşlıklar kurduk. Sonra yine az bir kısmımız dışında hepimiz yine geldiğimiz gibi zaman içinde birer ikişer Türkiye’nin dört bir yanına dağıldık. Son Van depremi ile büyük hasar alıp tümüyle yıkılan ve şehir parkı haline getirilen Van Tıp Fakültesi ve Hastanesinin yerinde bugün yeller esiyor ve tarihe karışıp ‘bir varmış bir yokmuş’ misali oldu ama o hikâyeyi yazmak da bana nasip oldu. (14)
Van’a veda etmek ve yeni bir açılım, yeni bir başlangıç yapma zamanım gelip geçmişti fakat bu yöndeki uğraşlarım hep başarısızlıkla sonuçlandı. Zira “fişlenmiştim, adım-eşkalim bilinmekte” idi. (15)
Tam umutların bitip tükendiğini düşündüğüm bir zamanda, bir rüzgâr esti ve kendimi bir zamanlar gitmemek için ta Van’a gittiğim İstanbul’da buldum. (16)
Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde yeni bir sayfa açtım. Tanımadığım, tanınmadığım bir yerde bütün sıkıntılara, zorluklara, yadırgamalara rağmen enerjimi muhafaza ederek, tempomu hiç bozmadan sabırla, adım adım yürüdüm. İlkelerimden asla taviz vermedim, inancıma ve kendime olan saygımı asla yitirmedim; yitirilmesine, yitirmek isteyenlere de ne pahasına olursa olsun izin vermedim. Her türlü maddi ve manevi kaybı göze aldım ama çizgimden, duruşumdan, yürüyüşümden asla taviz vermedim. Hastane ihmâl edilmiş eski ve sorunları hayli fazla bir hastane olmasına rağmen, ondan bundan şikayet etmeden elimden geleni yaptım, elimdeki mevcut şeyleri korumak için direndim, bedel ödemeyi dahi göze aldım. Halbuki kötü adam, “geçimsiz, uyumsuz, muhalif” biri gibi nitelenebilecek davranışlardan kaçınarak birçokları gibi pekâlâ klinik şefliğinin, başhekim ve yardımcığının tadını çıkarabilir, keyfini sürebilirdim. Her türlü ortama hemen adapte olur, “gelene ağam, gidene paşam” derdim, araziye uyup kimseyle kavga etmez, konumumu tehlikeye atacak hiçbir risk almazdım. (17) İşime, aşıma, menfaatime, keyfime, makam-mevkiime bakabilirdim. Bütün bunlar olabilirdi fakat o zaman da ben, ben olmazdım. Bu nedenle “başhekimliğe veda” etmeyi de göze aldım, boşaltılıp yıkılmasının önüne geçmek için herkesle, her şeyle kavgalı hale geldiğim hastanenin binalarından biri olmasına rağmen evim, yuvam olarak gördüğüm cerrahi bloğun boşaltılıp yıkılmasının ardından “son mektup” da yazdım. (18, 19)
Dördüncü cerrahi klinik şefi olarak başladığım Süreyyapaşa Hastanesi’nde gün geldi tek cerrahi klinik şefi, tek cerrahi doçenti ve başhekim oldum. Hatta bir ara başka bir hastanenin göğüs cerrahisi kliniği kapanmasın diye vekil klinik şefliğini bile üstlendim. Üstelik bütün bunlar mahkeme sonucu şeflikten alınıp aynı hastaneye uzman olarak atanmam sonrasındaki sıkıntılı süreçte oldu. “Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.” ne demekmiş, yaşadım ve gördüm.
663 sayılı “Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında”ki kanun hükmünde kararname ile kamu hastaneleri kurumu ve genel sekreterlikler kurulup klinik şeflikleri lağvedilip şef ve şef muavinlerinin öğretim görevlisi pozisyonuna indirgendiği çalkantılı ve sıkıntılı zamanlarda başhekimlik ve klinik sorumluluğu üstlendim, o süreçleri mümkün olduğunca yapıcı ve az hasarlı bir biçimde atlatmaya çalıştım. Az hasarlı dememe aldırmayın, aslında en ağır hasarı ben aldım. Belki bu süreçte tek olumlu gelişme Sağlık Bakanlığı’na bağlı Eğitim ve Araştırma Hastaneleri’ni eğitim ve akademik açıdan bünyesinde toplaması ve toparlaması için kurulan “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” kadrosuna 12 yıllık kıdemli doçentlikten sonra profesör olarak geçmem oldu.
Fakat zaman içinde gördüm ki, hiçbir şey söylendiği ve zannettiğimiz gibi değilmiş. Yeni yapıda akademik ve idari hiyerarşi, ne üniversitede ne de hastanede gözetildi, teamüllere uyulmadı. “Lâ havle ve lâ kuvvete, illâ billâhil aliyyil azîm” diyerek son üç yılda her türlü başıma gelene, getirilene sabrettim, hâlihazırda maddi olmasa da Süreyyapaşa ile manevi bağım tamamen koptu. On beşinci yılın sonunda, yolun sonuna geldim.
Hele bu yılın başında üniversite kadrosunda olup da düne yani üniversiteye geçinceye kadar Sağlık Bakanlığı’na bağlı olarak çalıştığımız hastanelerde bizlere “Siz artık üniversite mensubusunuz, bu hastanelerde çalışmaya devam edebilmeniz için artık afilye hastane protokolüne uymak zorundasınız!” denilip tek taraflı dayatılan ve bir nevi “teslimiyet sözleşmesi” de denilebilecek “hizmet sözleşmesi” adı altında bugüne kadar olan iş güvencemizi ve akademik özgürlükleri yok sayan bir sözleşmeye imza atmak zorunda bırakıldık ki söyleyecek söz bulamıyorum! Bu sözleşme ile birlikte ilgili hastane başhekiminin not verdiği, her şeye müdahil olduğu ve bir yıllık yapılan sözleşmenin sonunda notunuz ve performansınız düşük olduğu gerekçesi ile sizinle tekrar sözleşme yapılmayabileceği ve yola devam edilmeyebileceği gibi bir konuma düşmek ne demektir varın siz tahmin edin. Muhalefet şerhi koyarak imzalamak zorunda kaldığım bu sözleşme, benim açımdan “tababet san’atının tarzı icrası” konusunda bütün inancımı, hevesimi ve umutlarımı bitirdi.
Evet, son yirmi yılda sağlık alanında, sağlığa erişim ve hizmetleri iyileştirme noktasında önemli ve kayda değer gelişmeler oldu, döner sermaye katkı payı ile maaşlarda olmasa bile sağlık çalışanlarının gelirlerinde ciddi bir artış oldu. Şehir hastaneleri ile illerdeki hastaneler yenilenip daha çağdaş ve kaliteli hale getirildi, getiriliyor. Küçük bir kısmı hariç nerdeyse bütün illerde hatta bazı ilçelerde bile tıp fakülteleri açıldı ve açılmaya da devam ediyor. (20) Fakat bunların yanında hekimlik açısından eğitim ve çalışma şartlarındaki olumsuzluklar; hekimlere ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddet, mesleki hiyerarşinin kaybolması, hekimlerin iş güvencesi ve özlük haklarındaki gerilemeler ve doçentlik, profesörlük dahil akademik süreçlerde nicelik artışına rağmen nitelikte yaşanan azalma gibi çok çeşitli sorunlar bizleri derin endişelere sevk ediyor.
Görünen o ki, her geçen gün özelleşen, ticarileşen, piyasa koşullarına uyumlu hale getirilen sağlık sektöründe sistemin çarklarını döndüren, özel hastane zincirlerinde ciro (kasa) endişesi içinde çalışmak zorunda kalmış ya da devlete (aslında halka, kamuya) ait hastanelerde memurlar içinde performans uygulamasına icbar edilmiş tek meslek grubu olma gibi bir seçenek(sizlik)le karşı karşıya kalmış durumdayız.
Hepimiz doktora yapmış ‘tıpçı’lara dönüştük; artık neredeyse san’at olmaktan çıkmış, çıkarılmış tababeti icra eden, uygulayan kişilere indirgendik; hikmeti, felsefeyi yitirmiş ama yine de hekim olarak da anılan birilerine döndük.
Artık ‘tababet san’atının tarz-ı icrası’nın pek tadı tuzu kalmadı.
Yazımın başında demiştim ya, benim babam bir işçi idi.
Köyünden şehrin varoşlarına, gecekondu muhitlerine gelmiş ve ailesinin geçimini sağlamak için belediyede işe girinceye kadar türlü işlerde çalışmıştı.
Babamın oğlu olarak, uzun, zorlu ve yorucu bir yüksek tahsil de yapsam, profesör olarak akademik açıdan mesleğimin zirvesinde de olsam, idari olarak başhekimlik dahi yapsam, sonuç yine değişmedi, değişmiyor.
En nihayetinde bir “Tıp İşçisi”, o kadar.
Rahmetli Cem Karaca’nın o meşhur şarkısı plakçalarda hâlâ dönmeye devam ediyor.
“İşçisin sen, işçi kal!”
Bu “ahval ve şerait”te, bu duygu ve düşüncelerle tıp bayramımızı (günümüzü) kutluyorum.
Kaynaklar:
- https://www.akademikakil.com/koye-bir-haber-geldi-tababet-sanatinin-icrasi-ile-gecen-33-yil-ani-1/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/universite-tercihinde-neden-tip-fakultesi/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/tip-fakultesi-acilma-ve-kontenjan-belirleme-kriterleri/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/tip-fakultelerinde-kalite-ve-kantite/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/hoca-fakultede/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/ikisi-tip-ilahiyat-bir-arada-olur-mu/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/patron-kim/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/doktorun-doktora-yaptigini/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/bahattin/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/besibiryerde/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/keramet/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/hekim-ve-hakim/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/ahlaksiz-teklif/irfanyalcinkaya/
- https://www.youtube.com/watch?v=afoobbw4Yno&t=20s
- https://www.akademikakil.com/fislenmisim-adim-eskalim-bilinmekte/irfanyalcinkaya/
- https://www.hurriyet.com.tr/gundem/yyu-tip-fakultesinden-8-ogretim-uyesi-istifa-etti-3549001
- https://www.akademikakil.com/kaymakam-olmus-ama/irfanyalcinkaya/
- https://www.memurlar.net/haber/391274/bashekim-istifaya-goturen-sureci-kaleme-aldi.html
- https://www.akademikakil.com/son-mektup/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/turkiyedeki-tip-fakultelerinin-panoramasi/irfanyalcinkaya/
Yazılar
Alman Solu, Aksâ Tûfânı’nı Anlamakta Nasıl Başarısız Oldu?
Yayınlanma:
2 hafta önce-
Kasım 5, 2024Aksâ Tûfânı’ndan bir yıl sonra, İslamcı grubun nesillerdir devam eden çatışmayı nasıl yükselttiğine bakmanın, Alman solunun uluslararası politikayı anlamakta nasıl başarısız olduğunu bir kez daha göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, ülkedeki solun ve birçok anarşistin İsrail/Filistin’deki ve şimdi de Lübnan’daki savaşa nasıl makul bir yaklaşım bulamadığını görüyoruz. Bu metin Almanya’daki aktivistler için pek de sürpriz olmayacaktır. Aynı zamanda, diğer bölgelerdeki anarşistlerin ve solcuların Alman “Antideutsch”unu anlamalarının ve onu sadece bir tür politik doğruculuğun şaka versiyonu olarak değil, kendi idealleri olan politik bir hareket olarak görmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Tarih için zaman yok mu?
Almanya’nın yeniden birleşmesini eleştiren otoriter Komünist Gruplardan doğan bir hareket olan antigermanların tarihini çok derinlemesine incelemenin bir anlamı yok; antigermanlar, ideolojilerini milliyetçilik karşıtlığı ve Batı yanlısı duruşun bir karışımı olarak geliştirdiler. Antigermanlar sadece İsrail ile dayanışmayı savunmakla kalmıyor, hareketin daha radikal ve gerici kesimleri de ABD’nin dünya çapındaki emperyal projelerini çeşitli biçimlerde destekliyor. Antigerman ideolojisinin Siyonizm yanlısı kısmı, antisemitizme karşı mücadelenin bir parçası olarak görülebileceği gibi, komünist hareketin bazı kesimlerinin Filistinlilerin İsrail’den bağımsızlık mücadelesi de dahil olmak üzere ulusal kurtuluş hareketleriyle aralarına mesafe koyma çabası olarak da görülebilir.
Yıllar geçtikçe, dünya çapında ulusal kurtuluş hareketlerinin gerilemesiyle birlikte, antigermanların ana projesi İsrail’e destek ve antisemitizme karşı mücadelenin kendi versiyonları haline geldi. İsrail devletine verilen destek, ne kadar korkunç olursa olsun İsrail hükümetinin tüm politikalarına verilen desteğe dönüştü. Kendilerini Siyonist yanlısı olarak tanımlayan pek çok antigermanla ve hatta Yahudi toplumuyla hiçbir bağlantısı olmadan kendilerine “Siyonist” diyenlerle tanıştım. Siyonizme yönelik eleştirilerin bir kısmı düpedüz antisemitik olsa da antigermanlar Yahudi cemaatinin içinden gelse bile her türlü eleştiriyi bir kenara koyacaktır. Bu tür eleştirileri anti-Semitik olarak etiketlemek, herhangi bir tartışmadan ya da kişinin kendi siyasi görüşlerini eleştirel bir şekilde inceleme ihtiyacından kaçmanın kolay bir yoludur.
Antigerman sahnesinde hevesli bir sıklıkla “müslüman” kutusuna konulan Araplara karşı ırkçılık bulabilirsiniz. Yahudi solu ve anarşistlerle ilişkiler karmaşıktır. Çoğu anti-Siyonist Yahudileri görmezden gelmeyi tercih etse de antigerman hareketinin bazı kesimleri antisemitizmle mücadele etmek amacıyla zaman zaman “yanlış” Yahudilere saldırmaktadır.
Antigerman hareketi başlangıçta otoriter komünistler arasında ortaya çıkmış olsa da ideolojisi neredeyse tüm sol ve anarşist gruplara yayılmıştır. Birkaç on yıl içinde Ortadoğu siyasetinde baskın bir konuma gelmeyi başardı. Bugün kendilerini tamamen antigerman olarak tanımlayan grupların sayısı azalmış olsa da çoğu anarşist ve sol grup antigerman bir gündemi, politikalarına entegre etmektedir. FAU’dan yerel anarşist örgütlere kadar Siyonizm yanlısı bir yaklaşım, norm olarak görülebilir.
Geçmişten geleceğe mi?
Alman solu tarafından 7 Ekim’de gerçekleştirilen saldırının ardındaki nedenlerin bütün karmaşıklığını anlamak için derin bir analiz ya da girişimde bulunulmadı. Destek, doğrudan devlete gitti. Hamas ve müttefikleri tarafından öldürülenler, durumla ilgili siyasi görüşleri ne olursa olsun, otomatik olarak “kurban” oldular. Alman solu için öldürülenlerin ailelerinden gelen gerilimi düşürme çağrılarını görmezden gelmek kolayken, İsrail solu ve liberaller Netanyahu’nun kendi çıkarları doğrultusunda şiddeti tırmandıracağından oldukça emindi. Rehinelerin aileleri, yakınlarını savaş için bir bahane olarak kullanmaya çalışan sağcı bir hükümeti protesto ederken Alman solu hevesle “Hamas”a karşı bir tırmanış arıyordu. Hamas’ın eylemlerinin kolektif sorumluluğu kolayca Gazze Şeridinde yaşayan herkesin omuzlarına yüklendi. “Hamas’a oy verdiler”, “Özgürlük istiyorlarsa Hamas’a karşı ayaklanmalılar”, “Onlar tüm Yahudileri boğmak isteyen antisemitler”; bu iddialar onların Gazze’deki İsrail saldırıları hakkında ürettikleri gerekçelerden sadece birkaçı… Sağcı siyasi hareketlerden bahsetmiyorum, kendilerini solcu ya da anarşist olarak gören pek çok insandan bahsediyorum!
Tiktok’ta canlı yayınlanan IDF tarafından işlenen savaş suçları çoğunlukla görmezden gelindi ya da insanların ‘endişe’ duymasına neden oldu ancak İsrail devletini destekleme yönündeki genel eğilim devam etti. Alman solu içinde Filistinlilere yönelik tutum düşmanca olmaya devam ederken Ortadoğu’da yaşananların gerçekliği ile Almanya’daki uydurma siyaset dünyası arasındaki uçurum daha da büyüdü. Bu noktada, Netanyahu hükümetinin her şüpheli eylemini İsrail sağının meşru müdafaa gerekçesiyle meşrulaştırmak Alman solu için oldukça yaygındır. Savaş suçları, İsrail kötü adamla -Avrupa ve Ortadoğu’nun Yahudi karşıtı geçmişinden ve bugününden şu ya da bu şekilde sorumlu olan Araplarla- savaştığı sürece iyi kabul ediliyor.
İlginçtir ki sol hareket içinde İsrail’e ilişkin pek çok siyasi pozisyon, Alman devletinin bu konudaki ideolojisiyle uyumludur. İktidardaki siyasi partiler değişiyor ancak bunların neredeyse hiçbiri Ortadoğu’daki durumu herhangi bir şekilde etkileyecek kadar eleştirel değil. Antigerman hareketin talepleri ve değerleri birçok yönden belirli etkinlikleri yasaklayan, boykot kampanyasını destekleyenlerden fonlarını çeken ya da “istenmeyen” aktivistlerin ülkeye girişine izin vermeyen devlet politikalarına dönüşüyor. Bu durum, eğitim çalışmaları için de geçerlidir. İsrail’le ilgili Alman sol projelerinin Alman devleti tarafından finanse edilmesi oldukça yaygındır. Açıkçası bu eğitim etkinlikleri genellikle İsrail devlet politikasına verilen siyasi desteğin sol ve anarşist çevreleri etkileyen bir uzantısıdır.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Alman solunun bugünlerde bu konuda söyleyecek sözü olan İsrail veya Filistinli solcuları, anarşistleri ve hatta liberalleri görmezden gelmeyi ve bazen proaktif bir şekilde izole etmeyi tercih etmesi mantıklıdır. Bu tür aktivistlerin etkinlikleri sabote ediliyor ya da onlar konuşacak yer bulmakta zorlanıyorlar[1] (solun devasa altyapısına rağmen). Alman devleti tarafından Filistinlilerle dayanışma amacıyla ya da Netanyahu rejiminin politikalarını protesto etmek için örgütlenen aktivistlere yönelik baskılar genellikle görmezden geliniyor ve yerel sol hareket, Yahudi ve Filistin diasporası üzerinde oluşan büyük baskıyı görmezden gelmeyi tercih ettiği için yabancı aktivistler kendi hâllerine bırakılıyor. Yerel antifaşistleri, Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde ezilen halklarla herhangi bir şekilde dayanışma gösterirken görmektense, Filistinli veya Siyonizm karşıtı Yahudi gösterilerinde İsrail bayraklarıyla protesto ederken görmek daha yaygındır.
Alman solunun Netanyahu ve savaş makinesine karşı mücadelede İsrail ya da Filistin’de destekleyeceği müttefikleri olsaydı durum farklı olabilirdi. Ancak yıllarca süren antigerman politikalar, Ortadoğu’daki durum hakkındaki cehaletle birleşince Alman solunu siyasi izolasyona itti: Siyonist sağın onlara gerçekten ihtiyacı yok ancak İsrail veya Filistin’den herhangi bir ilericiye de yakınlaşmak istemiyorlar. Antigerman ideolojinin kuşaklar boyu gelişmesi, İsrailli Yahudiler ya da Filistinlilerle işbirliğini daha da zorlaştırıyor: Bugün solcu ve anarşist hareket çoğunlukla antigerman söylemleri takip eden gençleri kabul ediyor ve bunları sorgulayabilecek olanları, Ortadoğu’daki duruma ideolojik yaklaşımları Mao’nun ölümünden bu yana değişmeyen otoriter komünistlerin ellerine itiyor. Sonuç olarak, önümüzdeki yıllarda durumun gerçekten makul bir yönde gelişmesi için çok az şans var.
Şiddet ve ölümle geçen bir yılın ardından, Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak gördüğümüz hataların hemen hemen aynısını görüyoruz. İdeoloji gerçekliğe galip gelirken çok az kişi durumu anlamak ve ona ciddi bir yaklaşım geliştirmek için çaba sarf ediyor. Savaşın ve seferberliğin şoku çok çabuk geçiyor; sol ve anarşist çevrelerdeki çoğu insan, siyasi hareketlere katıldıklarında var olan ideolojik dogmalara geri dönüyor. Böyle bir atmosferde hem sol hem de anarşist hareket, hataları tekrarlamaya ve aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeye mahkûmdur; eğer krizi anlamak için çaba göstermeye ve siyasi değerlerimize göre cevaplar geliştirmeye karar vermezsek tabii. Aksi takdirde, geleceğin yaklaşan fırtınalarında, dünyayı siyasi güç elde etmek için şiddet ve yıkım kullanmaktan çekinmeyen gerici güçlere teslim etme riskiyle karşı karşıya kalırız.
Bu kriz sayesinde Alman solu ile kriz bölgelerindeki olası yoldaşları arasında büyüyen uçurumu da görebiliyoruz. Savaşlar ve protestolar daha fazla dayanışma ve çaba gerektirirken pek çok kişinin eleştirel siyaseti terk ederek sözde “birinci dünya”nın giderek daha gerici hâle gelen hükümetlerinin sunduğu konforu tercih ettiğine tanık oluyoruz.
Ama ben aslında antigerman geçmişten kopmaya çalışanlara odaklanarak bitirmek istiyorum. Ülkenin dört bir yanında farklı Yahudi ve Filistinli çevrelerle eğitim, dayanışma ve iş birliği üzerine çalışan gruplar var. Zamanlarını işgal altındaki bölgelere seyahat ederek yerel halkı ve onların devlet şiddetine karşı mücadelelerini tanımaya harcıyorlar. Bu insanlar, sol ve anarşist çevrelerde çok küçük olmalarına rağmen radikal ve devrimci siyasetin Almanya’da bile canlı olduğuna dair umut veriyorlar.
Kaynak: black-stork.writeas.com
[1] Yahudi anarşist Uri Gordon’un birkaç yıl önce Leipzig’de düzenlediği bir konferans, hiçbir sol organizasyonun konferans vermesine yer tahsis etmemesi nedeniyle özel bir odada gerçekleşti.
Köşe Yazıları
Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve
Yayınlanma:
4 hafta önce-
Ekim 24, 2024“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.
İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.
Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.
İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.
Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.
İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.
Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!
Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.
İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.
Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.
İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.
Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.
Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.
Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.
İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.
Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.
Yazılar
Vasat Ümmet, Ümmetin Şahitliği ve Kıble Üzerine Notlar – Ali Bal
Yayınlanma:
1 ay önce-
Ekim 14, 2024“Vasat Ümmet”, İslam ümmetinin insanlık âleminde evrensel barış ve adaletin hâkim kılınması için omuzlarına yüklenen sorumluluğu ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır:
“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi vasat bir millet/ümmet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bkz. Bakara/143)
“Vasat”, “orta” anlamına geliyor. Burada şu kısa açıklamayı yapmama müsaade ediniz: Demokrasi, “halk yönetimi” anlamına geldiği hâlde Türkçeye çevirmeden orijinal hâli ile kullanıldığı gibi ben de İslami dünya görüşü içinde terim değeri taşıyan kelimeleri çevirmeden aynen alıyorum. Bu aynı zamanda insanlar arasında bir ortak dil oluşturmaktadır. O nedenle orijinal metinde “ümmeten vasaten” şeklinde geçen kavramı “Vasat Ümmet/Toplum” şeklinde çevirmeyi yeterli gördüm.
Buradan hareketle “Vasat Ümmet” siyasette, ideolojide, sosyalitede vb. her anlamda hayatın doğasına uygun olarak (Bkz. Rum/30) “her türlü aşırılıktan uzak orta yolu tutan ümmet” anlamına geliyor (Bkz. Bakara/143). “Vasat” kelimesini insanlığa şahitlik misyonu ile bütünleştirerek düşündüğümüzde “Vasat Ümmet”, “omuzlarında insanlığa önderlik ve rehberlik sorumluluğunu taşıyan ümmet” anlamlarına gelmektedir. O nedenle ister tek kutuplu (yani İslam’ın dışında), ister iki kutuplu ister çok kutuplu olsun, İslam dışı din ve ideolojilerin hâkim olduğu bir dünyada İslam toplumu kendine biçilen bu konum ve omuzlarına yüklenen evrensel misyon nedeni ile (ayrıca bkz. Al-i İmran/110) dünya güçler dengesi içinde kendisi güç merkezi, yani tek kutup olmak zorundadır. Bu evrensel misyon dünya uluslarının tek bir aile haline getirilerek barış ve adaletin tüm yeryüzünde hâkim kılınmasıdır (Bkz. Bakara/193-Enfal/39). Verdiğim bu ayetlerin anlam içeriğine baktığımız zaman ayetlerde bahsedilen fitnenin söz konusu aile birliğini bozan, ulusları, soy-sop ve sınıfları birbirinin sırtına bindiren; insanın insan üzerine sulta kurduğu, boyunduruk altına aldığı, ezdiği, sömürdüğü, ülkeleri işgal edip halkını yurtlarından süren, katleden, köleleştiren tüm rejim, sistem ve yapıların kastedildiği anlaşılır. “Vasat Ümmet”in misyonu ise tüm bu yapıların, sistemlerin, güçlerin yeryüzünden temizlenerek yerkürenin insanlık için bir Dâru’s-Selam (barış ve esenlik yurdu) haline getirilmesidir. Bu ayetlerde geçen “Din sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” dan maksat, “İnsanın, insan üzerinde hâkimiyeti kalmayıncaya kadar …” anlamına geliyor. İnsanın, insan üzerinde hâkimiyeti kalmadığı zaman hâkimiyet (egemenlik), egemenliğin gerçek mâliki olan Allah’a devredilmiş oluyor. İslam’da savaş, ancak bu şartlarla meşrudur. Yeryüzünün zenginlik kaynaklarını yağmalamak, işgal ve talan, ırk, renk, sınıf, soy-sop egemenliğini amaçlayan her türlü savaş, gökleri ve yeri yaratan Allah nezdinde tuğyan (azgınlık, sapkınlık ve Allah’a isyan) kabul edilir. Bu bağlamda İslam toplumu ancak (dinine, inancına bakmaksızın) Müslüman olsun olmasın zulme uğrayan tüm mustazaf (zayıf, ezilen ve mazlum) toplumların savunulması için onların yanında yer alabilir. Onun dışında kaç kutuplu olursa olsun dünya güçler dengesi içinde Müslümanlar hiçbir sömürgeci/emperyal gücün ve kutbun yanında yer alamaz, müttefiki olamaz; onların askeri, politik, ekonomik vs. paktlarına üye olamaz, vesayet ve velayeti altına giremez. İslam toplumunun onlar tarafından güdümlenmesine izin veremez, göz yumamaz.
Şahitlik:
“İslam toplumu” dediğimiz toplum, çok uluslu bir toplumdur. İslam toplumu, insanlar arasında her türlü ırk, renk ve sınıf farkını aşarak insanlığı tek bir aile hâline getirme ülküsünü önce kendi içinde hayata geçirecek ki insanlığa model olabilsin ve bu hâli ile insanlık nezdinde bir çekim merkezi olabilsin. Bu da İslam toplumunun uhuvvet (kardeşlik), velayet (birbirinin velisi olmak), meşveret ve şûrâ kurumlarının canlandırılması ve işlerlik kazandırılması ile olacaktır. Meşveret danışma, görüşme; şûrâ da bu danışma ve görüşme işleminin yapılacağı kurul, yani bu günkü ifadesi ile parlamento anlamına geliyor. İslam toplumu olarak Allah adına dünya uluslarının önüne böyle bir modellik ortaya koymak evrensel barış ve adalet ülküsünü bu yolla insanlığa ulaştırmak ve hayata geçirmek “Vasat Ümmet”in insanlığa şahitliği oluyor. İslam toplumu bu suretle insanlığın sevgi ve güvenini kazanacak; uluslar ve halklar, fevc fevc Allah’ın dinine koşacaklardır (Bkz.Nasr/1-3).
Vasat Ümmet, Kökeni Hz. İbrahim’e Uzanan Bir Risalet Geleneğidir:
“Vasat Ümmet”, sadece Kur’an’da emredilen ilahi bir hüküm veya esas olmayıp kökeni Hz. İbrahim’e kadar giden bir risalet geleneğidir. Bu gelenek, bugün elimizdeki Tevrat metnine yansımış olup Tevrat’ın İşaya bölümü Bap/2 ayet/1-5’te ifadesini bulmaktadır. Buna geleceğiz ancak önce bugün dünyada hâkim olan konseptin çerçevesini kısaca ortaya koyalım:
Soğuk savaş döneminde dünya küfrü ve istikbârı NATO Paktı ve Varşova (Sovyet) Paktı adı altında (veya diğer adı ile komünist blok ve kapitalist blok olarak) iki kutuplu bir yapı arz etmekte idi. 90’larda Varşova Paktı’nın dağılması ile birlikte tabiri caizse kâğıtlar yeniden karıldı ve Atlantik Paktına karşı Rusya’nın dâhil olduğu Avrasya ve Çin ekonomi/politik itibarı ile 90’lardan bu yana yükselen değerler olarak ortaya çıktı. Son zamanlarda küresel şer ekseninin asli patronu olan Siyonist sermaye ailelerinin yatırımlarını Çin’e kaydırdıkları göz önüne alınırsa kısa süren bir fetret döneminden sonra dünya küfrü ve istikbârının iki kutuplu bir “yeniden yapılanma” sürecine girdiğini söyleyebiliriz. Tam bu noktada Âl-i İmran/110’u hatırlamamak mümkün müdür?
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emredip fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz. Kitap ehli de inanmış olsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu; içlerinde inananlar olmakla beraber çoğu, yoldan çıkmış fasıklardır.” (Bkz. Âl-i İmran/110)
Ayette, Müslümanlardan daha önce aynı misyon omuzlarına yüklenmiş bir ümmet olarak Yahudilerin ve Hıristiyanların bu misyonu terk ettikleri, sadece terk etmekle de kalmayıp tam aksine temeli zulme, sömürüye, soykırıma, talana dolayısı ile tuğyana (azgınlığa) dayalı küresel şeytan imparatorluğunun iki temel ayağını oluşturduklarına dikkat çekilmektedir. Kur’an’ın ifade ettiği ve kendilerinin de bildiği dille ahde ihanet etmişlerdir:
“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki Ben de ahdimi yerine getireyim; yalnız benden korkun!” (Bkz. Bakara/40) Ahdin ne olduğu, Tevrat’ın Çıkış 20:2-17, Tesniye 5:6-21’de yer alan ve “On Emir” adı verilen emirler dizisinde şöyle bildirilmiştir:
- Ey İsrail, işit! Seni esirlik evinden (Mısır’dan) çıkarıp özgürlük diyarına (Filistin’e) getiren Rabbin Yahova benim. Karşımda başka ilahların olmayacaktır.
- Başka ilahların önünde eğilmeyeceksin. Göklerde ve yerde olanların sûretini (put) yapmayacaksın!
- Rabbin Yahova’nın adını boş yere ağzına almayacaksın!
- Sebt gününü tutacaksın!
- Anaya babaya saygı göstereceksin!
- Öldürmeyeceksin!
- Zina etmeyeceksin!
- Çalmayacaksın!
- Komşuna karşı yalancı tanıklık yapmayacaksın!
- Komşunun evine göz dikmeyeceksin!
İstikbar; sermaye ve askeri güçle dünya mazlumlarını ezen Siyonizm ve onun kontrolündeki dünya egemenleri, dünya küfrü de onların tahrif edilmiş dini inançları ve ideolojileri olmaktadır.
Dikkat edilirse bunlar aklen ve vicdanen de kabul edilebilecek temel evrensel ilkelerdir. Aynı cümleden olarak İşaya Bap 2:1-5’de geçen “İşaya’nın Rü’yeti”, “On Emir”le bir bütünlük içinde İsrail’le yapılan ahdi oluşturmaktadır:
İşaya’nın Rü’yeti:
Amots’un oğlu İşaya’nın sözü: Yahuda ve Yeruşalim/Kudüs hakkında gördü: “Ve son günlerde vâki olacak ki dağların başında Rab evinin dağı pekiştirilecek ve tepelerden yukarı yükselecek; çok kavimler gidecekler ve diyecekler: Gelin ve Rabbin dağına Yakub’un Allah’ının evine çıkalım. Kendi yollarını bize öğretecek ve onun yollarında yürüyeceğiz. Çünkü şeriat Siyon’dan ve Rabb’in sözü Yerüşalim’den (Kudüs) çıkacak. Ve milletler arasında hükmedecek. Ve çok kavimler hakkında karar verecek ve kılıçlarını saban demirleri ve mızraklarını bağcı bıçakları yapacaklar; millet, millete karşı kılıç kaldırmayacak ve artık cengi öğrenmeyecekler (İşaya, Bap 2, ayet:1-5).
(İşaya, Yahudi tarihinde “Yahuda kralı” olarak geçen Amots’un oğlu.(O inanca göre) gelecekte olacak olan bazı şeyleri önceden görme yeteneğine sahip. Rü’yet de gördüğü şey oluyor. – Ali Bal)
Bu rü’yette “On Emir”deki maddelerin, bu dünya âleminin sonunda tüm yeryüzünde hayata geçirileceği vaat edilen Kudüs merkezli ve bugün “Tek Dünya Devleti” denilen emperyalist savaşların, zulmün, sömürünün olmadığı bir dünya düzeni idealize edilmektedir. Rü’yete göre bu İsrail milletinin önderliğinde olacaktır. Siyonizm’in on milyonlarca insanın ölümü pahasına (1. ve 2.Dünya savaşları ile bugün de Gazze’de 40 binden fazla) mutlak sûrette Kudüs merkezli bir “Tek Dünya Devleti”nde ısrar etmesi buraya dayanıyor.
Rü’yeti içeren metinden de anlaşılacağı üzere bahsi geçen bu “Tek Dünya Devleti”nin bütün insanlığı kapsayan nihâî gayesi evrensel barış ve adalettir fakat Siyonizm ve onu kendisine devlet amentüsü haline getirmiş olan İsrail rejimi onu dünyanın Yahudiler dışında bütün uluslarını İsrail’e kul ve köle edinmeyi Allah (onlara göre Rab Yahova) tarafından İsrail’e vaat edilmiş bir hak olarak gören bir İsrail faşizmine dönüştürmüş durumdadır.
Rü’yette geçen “Şeriat, Siyon’dan (Kudüs) ve Rabbin sözü Yeruşalim’den çıkacak ve çok kavimler hakkında karar verecek!” cümlesini Siyonist İsrail böyle anlıyor. O nedenle Siyonist İsrail’in dünya hâkimiyeti için kaç on milyonu geçin, kaç milyar insanın öldüğü hiç umurunda değildir. Gerçekte ise Allah katında üstünlük soy-sopla değil, takva iledir (Bkz. Hucurat/13). Burada takva, Allah’tan sakınmak anlamına geliyor. Ayette denilmek isteniyor ki “Kimse soyundan sopundan, ırkından, renginden dolayı bir diğerine üstün olmayıp kim Allah’tan sakınır da Allah’ın kullarını ezmez, sömürmez, katletmez, onlara zulmetmez ise Allah katında üstün olan odur.” Burada Allah, Müslüman olan-olmayan diye bir ayrımda bulunmuyor. Saldırıda ve tuğyanda bulunup başka insanların hak ve hukukunu çiğnemediği sürece Müslüman olsun olmasın tüm toplumların, ulusların dokunulmazlığı vardır. İsrail ise takvayı bir yana bırakıp ırksal asaleti onun yerine geçirmek sûreti ile kendi ırkî hesapları doğrultusunda yeryüzünde fesat çıkarmaları, zulme ve tuğyana sapmaları nedeni ile Allah ile yaptıkları ahde riayet etmemişler ve bu nedenle Allah ile kestikleri ahitten diğer ifadesi ile “Vasat Ümmet” olma misyonundan azledilmişlerdir. Misyon/Ahid artık İsrailoğullarından alınarak Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olan İsmail soyuna verilmişti:
“Bir zaman Rabbi, İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: ‘Ben seni insanlara önder yapacağım!’ İbrahim de, ‘Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)’ demişti. Bunun üzerine Rabbi, ‘Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz (veya onlara erişmez!)’ demişti.” (Bkz. Bakara/126)
Ancak yukarıda verdiğimiz Bakara/40 ayeti, her şeye rağmen kapıların İsrailoğullarına tamamen kapanmadığını, önderlik uhdesinden alınmış olmakla birlikte gelecekte gerçekleşecek olan ve Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olma oğlu İsmail soyunu takip eden önderliğe tâbi olmaları hâlinde bunun Allah katında kabul göreceği bildirilmektedir. Konu bütünlüğü içinde baktığımızda Bakara/40’ta geçen ve İsrailoğullarına yönelik “Ahdime vefa gösterin ki ben de sizinle olan ahdime vefa göstereyim!” ifadesini böyle anlamak gerekiyor.
Takip eden Bakara/41 ayeti de böyle… Bakara/41’de geçen “Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın!” ifadesinin anlam içeriğinde “Aslında siz bu Kur’an mesajının ne olduğunu, yani onun İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub’un sürdürdükleri Risâlet davasının devamı olduğunu çok iyi biliyorsunuz. Dolayısıyla siz İsrailoğulları olarak bu mesajı inkâr edenlerin değil, onaylayanların ilki olmanız gerekir.” göndermesi bulunmaktadır. “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o Peygamber’i öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir gürûh, gerçeği bile bile gizlerler.” (Bkz. (Bakara/146) ayetini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Bu durumda Hz. İbrahim’in Mekke’ye olan hicretini kişisel iradesine dayalı bir yolculuk olarak değil, yukarıda bahsettiğimiz Kâbe’nin inşası ile ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere ilahi bir plân, irade, ilham ve sevk-i tabiiye dayalı olarak gerçekleştirdiği bir yolculuk olarak düşünmemiz gerekiyor ve İsrailoğulları bu gaybî ihbardan pekâlâ haberdar bulunmaktadırlar ama onlar bu gerçeği bile bile gizlemektedirler.
Bu konuyu Şiblî, “Asr-ı Saadet” isimli Ö. Rıza Doğrul tarafından Türkçe’ye çevrilen ve O. Z. Mollamehmedoğlu tarafından sadeleştirilen eserinde Kâbe’nin tarihçesini anlatırken, Kâbe’nin inşası ile babası Hz. İbrahim’le birlikte onu inşa eden İsmail soyundan gelen Hz. Muhammed’in (sav) risâletini İsrailoğullarının velayetinin son bulması olarak anlamlandırmaktadır ki Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer ve Hacer’den olma oğlu İsmail’le birlikte Mekke’ye yaptığı yolculuk ve Kâbe’yi, oğlu İsmail’le birlikte inşası devamen Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etme sembolizmini o zamana kadar Hz. İbrahim’in oğlu İshak neslini takip eden “ahd’in” tabir caizse “şerit değiştirerek” Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olma büyük oğlu İsmail soyundan gelen bir peygamber olarak Hz. Muhammed’le devam edeceği yolunda gaybî bir haber olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu da bize Hz. İbrahim’in Mekke’ye yaptığı hicretin böyle bir sevk-i ilâhî ile yani ilâhî bir yönlendirme ile gerçekleştiğini gösteriyor.
Sonraki zamanlarda Haccın bir ruknü olarak devam eden kurban ibadetinin Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in kurban konusundaki gösterdikleri teslimiyetin çağlardan çağlara ve nesilden nesile kutlu bir mesaj ve kutlu bir mirasın (devrim yolunda ödenecek bedele boyun eğmenin) intikali olarak anlamak gerekiyor. Bunu anlamak için Hz. İbrahim’in Babil kralı Nemrut tarafından ateşe atılması, Hz. Musa’nın önderliğinde İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışı ve onların çıkışı ile köleci Firavun rejiminin yıkılması örneklerinin bütünlüğü içinde düşünmek gerekir. Bu iki örnek, zenginliğin timsali olan Karun’la birlikte düşünüldüğü zaman tarih boyunca gelen Allah elçilerinin sahip oldukları mallar ve oğullarla insanları kendi egemenlik ve buyrukları altına alan zalim ve zorba krallara ve sınıflara karşı kimsenin kimseyi kendi egemenlik ve sultası altına almadığı, ezmediği, sömürmediği, kölelik altına almadığı, öldürmediği, evrensel barış ve adaletin tüm yeryüzüne hâkim olduğu bir dünya düzeni için mücadele ettikleri gerçeği ile yüz yüze geliriz. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesini bu yolda ödenecek bedellerin bir sembolü olarak anlamak, Kur’an bütünlüğüne daha uygun düşmektedir. Yoksa konuyla ilgili mitolojik anlatımların zahirine, yani dış görünümüne bakarak verilmek istenen mesajı Hz. İbrahim oğlu İsmail’i bizzat bıçak altına yatırıp kesmeye davranması olarak anlamak Kur’an’ın ruhuna da peygamber kişilik ve karakterine baktığımız zaman tutarlı görünmemektedir. Kur’an’ın mecaz ve sembolizm harikası olduğunu bilen ciddi bir Kur’an okuyucusunun Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesi ile ilgili ayetleri “Mallarınız ve evlatlarınız sizin için fitnedir!” şeklinde gelen Enfal/28’le oğulları da mallar gibi bir dünya güç ve zenginliği olarak ifade eden Tevbe/23, 24,Teğabün/15, Âl-i İmran/15 vb. ayetlerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu metoda Kur’an bütünlüğü diyoruz. Bu metot, Kur’an mesajını Kur’an’ın ruhuna en uygun, en doğru şekilde ve güvenilir anlama metodudur.
Şahitliğin Gereği Bir Sorumluluk olarak Cihad:
Bu konu aslında çok daha detaylı olarak ele alınmayı hak eden bir konudur. Burada şöylece bağlamak isterim:
İslam toplumu (ümmet) yeryüzünde evrensel barış ve adaletin hayata hâkim kılınması konusunda Allah tarafından insanlığa karşı omuzlarına sorumluluk yüklenmiş bir toplumdur. O nedenle yeryüzünde barış ve adaleti bozan dünya egemenleri ile savaşmak, Müslüman olup olmadığına bakmadan tüm dünyanın mazlum halklarını da şefkat kanatları altına alarak onları dünya egemenlerinin sultasından korumakla sorumludur. O nedenle İslam toplumu ne NATO, ne Varşova Paktı, ne Avrasya birliği, ne AB, ne BM, ne şu, ne bu; dünyada egemenlik ve sulta peşinde olan hiçbir sömürgeci emperyal dünya gücünün velayet ve vesayeti altına giremez. Kendi içinde ise çok uluslu ama uluslararası ortak bir çatı altında tek ve federatif bir yapıya geçmek sûretiyle uluslar üstü tek bir ulus olmak zorundadırlar.
Bu nedenle o dünya siyasetinde modern tabirle domine edilen (belirlenen) değil, domine eden (belirleyici) güç olmak zorundadır. Kendi ekonomik, politik güç ve imkânlarını buna göre geliştirmek, yeryüzünde barış ve adaletin tahakkuku (hayata geçirilmesi) yolunda seferber etmek zorundadır. Nihâî hedef ise evrensel barış ve adalet temelinde bütün insanlığın tek bir aile haline getirilmesidir. Dikkat edilirse Siyonizm, dünya nüfusu karşısında sayıca çok çok az bir nüfusa sahip olmasına karşılık dünya üzerinde paraya/finans sektörüne ve diplomasiye hâkim durumdadır. Sekiz milyar dünya nüfusunu geçtik, tüm dünyada yirmi milyonu bile bulmayan Yahudi nüfusu içinde bile Siyonistler sayıca çok az ama keyfiyetçe, yani özgül ağırlığı itibarı ile terazide sekiz milyarlık dünya nüfusuna ağır basan bir güç merkezi, daha doğrusu var olan güç merkezlerine hâkim ve onları yöneten, yönlendiren bir konuma sahiptirler. Gerçekte Siyonistler, yaratılış olarak bütün insanlardan üstün ve süper elitlerden oluşan bir üstün ırk, diğer uluslar yaradılışça onların bir altında, onlara köle ve hizmetçi olarak yaratılmış aşağı bir ırk mıdır? Yüce Allah insan bireylerine olduğu gibi insan ırklarına da farklı yetenekler vermiştir ama hiçbirini diğerinden üstün veya aşağı olarak yaratmamıştır (Bkz. Hucurat/13). Hiçbir ulusa da ırksal anlamda ve genetik yapı itibarı ile birine efendilik, diğerlerine kölelik yazmamıştır. Dolayısı ile Allah’ın verdiği akıl ve zekayı kullanmayarak bilimde, teknolojide, ekonomide, siyasette vb. geri ve güçsüz kalan, bu yüzden başka ulusların boyunduruğu altına giren uluslar Allah katında bu durumdan kendileri sorumludurlar. Allah hiçbir ulusa böyle bir kader yazmıştır. Bunun, öncelikle bilinmesi gerekir.
Buradan hareketle ne Siyonist İsrail’in ne de içinde yuvalandığı ABD, NATO, AB, BM gibi askeri; CFR, IMF, Bilderberg gibi uluslararası finans kapital devlerinin yenilmez olduğunu da düşünmemek gerekir. Göklerde ve yerde kuvvet birdir ve o kudret gökleri ve yeri yatan Allah’ın kudret elindedir (Bkz. Nur/42, Hadid/4, Fetih/7) ve Allah mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alır (Âl-i İmran/26). Buradaki “Mülkü/egemenliği dilediğine verir, dilediğinden de çeker alır.” ifadesini keyfilik anlamında değil, “Hak etmeyenden alır, hak edene verir.” şeklinde anlamak gerekir. “Bir millet, kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah o millete verdiğini değiştirmez.” (Bkz. Ra’d/11) ayeti de bu cümleden olarak düşünülmelidir. Yalnız buradaki “değiştirmez” ifadesinin hem iyi hem kötü anlamda olduğu unutulmamalıdır. Yani bir millet, millet olarak yozlaşmaya, fısk ve fesada, tembelliğe, miskinliğe, cehalete, zulme ve sömürüye prim vermez, yönetim emanetini ehil ellere verirse (Bkz. Nisa/58) Allah da o milleti durduk yerde zillet ve sefalete dûçar etmez, başka ulusların boyunduruğu altında bırakmaz. “Aksini yaparsa o zaman da özgürlük, bağımsızlık, izzet, şeref, dirlik esenlik, hak ve adalet nasip etmez.” şeklinde anlamak gerekir. İslam uluslarında ulusal siyasetler uluslar üstü bu ortak misyona uygun olarak belirlenmelidir. İslam velayet ilkesi gereği İslam ulusları bu ortak misyonun gereği olarak özellikle dışişlerinde birbirlerinden bağımsız karar alamazlar (Bkz. Âl-i İmran/28, Nisa/138-144 vb. ayetler). Onların işleri aralarında meşveret ve şûrâ iledir (Bkz. Şûrâ/38). Bu, Müslümanlar arasında bir ortak İslam parlamentosu oluşturulmasını gerekli kılar.
İslam parlamentosu, bu parlamentoda alınan kararların uygulamaya geçirilmesi ve özellikle Enfal/39 ve Bakara/193 ayetlerinin gereğini yerine getirecek ortak bir “İslam Ordusu”nu, ortak bir İslam BM’sini, AİHM benzeri ortak bir İslam Yüksek Adalet Divanını, İslam Ortak Pazarı ve İslam Ortak para birimi gibi yapılanmaları gerekli kılar.
Fakat İslam âlemi maalesef bu bilinçte değil ve onlar bu açıdan bakıldığında maalesef ölü bir bedeni andırmaktadır. Bütün Müslümanlar sorulduğunda Allah katında bütün ırkların, renklerin, soyların, boyların bir olduğunda Allahu Teâlâ’nın hiçbir ırk rengi, soyu, boyu diğerinden üstün yaratmadığında hemfikirdirler ama pratikte dünya sistemi ve onun patronu Siyonizm karşısında sergiledikleri zillet ve sefalet Siyonist İsrail faşizminin yukarıda belirttiğimiz seçkinci ideolojisine hak verdirir niteliktedir. İsrail’in global finans sektörüne, paraya ve diplomasiye hâkimiyeti, uluslararası dengeler içinde güç merkezi olmak, dolayısı ile dünya ülkelerinin siyasetlerine nüfuz ile onları yönlendirmek vb. anlamlarda dünya ulusları arasındaki konumu neyse bu konuma asıl Müslümanların sahip olması gerekiyor. Tek farkla ki Siyonistler bu konumlarını dünyayı sürüleştirmek, ulusların zenginlik kaynaklarını sömürmek, talan etmek, ülkeler arasında çıkardıkları savaşlarla onları köleleştirmek, dünya ülkelerinin siyasetlerini zayıflatarak onları güdümlemek için kullanırken Müslümanlar aynı gücü zalim, zorba ve emperyal güçleri gerek diplomatik gerek ekonomik gerekse askerî yollarla yola getirmek, mazlumlara ise kol kanat germek ve onları, diğerlerinin şerlerinden korumak için kullanacaklardır. Ancak ortalama Müslüman zihninde böyle bir melekenin bulunmadığını itiraf etmek zorundayız çünkü onların böyle bir Kur’an okuması yok ve (pek azı dışında) böyle bir Kur’ânî eğitim almamışlardır.
Bunun sonucu onlar, bu yazının ekseni konumunda olan Bakara/143 ve Âl-i İmran/110’da ümmete biçilen evrensel, ortak misyonun gereği olan ve bu yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız sorumlulukların bilincinde ve dolayısı ile o sorumlulukların gereğini yerine getirecek ne idrak, ne anlayış, ne vizyon ve ne de liyâkate sahip olmadıklarından üzerlerine çöken zillet ve meskenet ile boyunlarına geçirilen kölelik tasmasını taşımaya devam etmekte, boyunlarına vurulan boyunduruk ise hiçbir zaman boyunlarından inmemektedir ve bu zihniyet sürdükçe de inmeyecektir.
Vasat Ümmet, Ümmetin İnsanlığa Şahitliği, Peygamberin Ümmete Şahitliği (Bakara/193), En Hayırlı Ümmet Misyonu (Âl-i İmran/110), Emr-i bi’l-Maruf Nehy-i an’il-Münker ve Cihad:
“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bkz. Bakara/143)
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var ama pek çoğu fâsık kimselerdir.” (Âl-i İmran/110)
Ümmet, takdir edileceği üzere çok uluslu bir yapı ve başlıkta belirtilen evrensel misyon için birbirine kenetlenerek tek ulus haline gelen bir uluslar konfederasyonudur. Bütün insanlığın tek bir aile hâline getirilerek yeryüzünde Firavun ve Karun benzeri tağûtî/şeytani yani kapitalist ve faşist sistemlerin yeryüzünden temizlenmesinin önderliğini ve merkezi karargâhını temsil eder. Allah’ın, Kur’an’da teşrii kıldığı yani yasa olarak belirlediği, Resûlünün insanlara tebliğ ettiği sistem budur. Dolayısı ile “Vasat Ümmet”, ümmetin insanlığa ve Reslün ümmete şahitliği ile tebliğ, davet ve cihad görevlerini birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
İslam Birliği Neden Gerçekleşmiyor?
Bugün ümmetin başına çöreklenen şeytani siyasete “İslam Birliği neden gerçekleşmiyor?” diye sorulsa o, bunun için ipe sapa gelmez bin türlü mazeret sıralayabilir ve laf ebeliği yapabilir fakat dikkat edilirse problemin altında yatan asıl neden siyasi anlamda Bakara/143’te belirtilen “Vasat Ümmet” ve Âl-i İmran/110’da belirtilen “insanlar için seçilmiş en hayırlı ümmet’’ misyonunun bilinmeyişidir. Barış ve adaletin hayata hâkim kılınması ve bunun için de ehliyet ve liyâkat sahibi yöneticilerin iş başına getirilmesini esas alan İslam (Bkz. Nisa/58,59) öte dünyayı da onun üzerine bina eder. Yani öte dünyayı kazanmak, bu dünyada barış ve adaletin hayata hâkim kılınması için çalışanlarla zulmü ve fesadı hâkim kılmaya çalışanlar arasındaki mücadelede nerede durduğunuza göre belirlenecektir. Diğer bir ifade ile bu dünyaya ne artı değer kattığınıza, katılmasına hizmet ettiğinize göre belirlenecektir. Müslümanlar ise bu Kur’an gerçeğinden habersiz Kur’an’ı salt ölülerin ruhuna okumakla, hatimlerle, salt dualar ve ibadetlerle, mevlitlerle, takke ile, tesbihle, sarıkla, sakalla cenneti kazanacaklarını sanmaktadırlar. Müslümanlar hayata son derece dar açıdan bakmakta, aşiretçi, kabileci, “ayrılıkçı ulusçu”, mezhepçi derebeylik zihniyetinin ötesine geçerek evrensel bir bakış açısına uzanamamaktadır. İslam alemindeki dağınıklık, yozluk, zillet ve meskenet, birbirlerine ırkçı, kabileci, aşiretçi vs. yaklaşımlar da İslam Birliği davasının önündeki engeller olarak karşımızda durmaktadır. Bu engellerin öncelikle zihin plânında bertaraf edilmesi gerekir. Her şeyden önce Rabbimiz böyle istemektedir. Bunu bilmemiz gerekir. Rabbimiz bunu yeryüzünün selameti için istemektedir. O, İslam ümmetini yeryüzün selameti, barış ve adaletin tüm yeryüzüne hâkim olmasında dünya uluslarına öncülük ve rehberlik etmek için seçmiş ve görevlendirmiştir. Bu cümleden olarak Müslümanlar, en az İsrail’in kendi seçilmişliğine iman ettiği kadar İslam ümmetinin seçilmişliğine iman etmiyor ve onun gereği olan aşk ve heyecana sahip olmadıkları ve azimete sarılmadıkları sürece bir avuç Siyonistin karşısında yenilmeye ve ezilmeye devam edeceklerdir.
İslam ümmeti barışı, adaleti, huzur ve güvenliği, refah ve kalkınmayı, bilimi, teknolojiyi önce kendi içinde hayata hâkim kılacak ki insanlık âlemine bu konuda model olsun. Bu ülkü ve ideal, bugünden geleceğe baktığımızda çok uzak bir hayal gibi görünebilir ama olsun; Rabbimiz, bunu böyle emrediyor. O, öyle emrediyorsa doğrusu budur. Rabbimiz böyle emrediyorsa biz kafamızdaki “Olmaz ve olamaz!” şeklindeki tereddütleri bir yana bırakarak olması için kolları sıvayıp maddî-manevi bütün gücümüzü o hedefe doğru kanalize edeceğiz. İman budur. İman, zihnimizin “Olmaz!” dediği şeyleri bir yana bırakarak (Çünkü bunlar şeytandan Siyonizm ve onun emrindeki dünya emperyalistlerinin kendi mutfaklarında üretip bize yutturduğu dolmalardır!) Rabbimizin “Olur ve olmalı!” dediği şeye odaklanmaktır.
Bu bağlamda İslam Birliği, Müslüman olmayan dünyaya karşı teo-faşist bir cepheleşme ve yapılanma değildir. Bu cümleden olarak İslam Birliği’nin nihâî hedefi “İnsanlığın Birliği”dir. Diğer bir ifade ile her türlü ırk, renk ve sınıf ayrımını bir kenara bırakarak bütün insanlığın tek bir aile hâline gelmesi/getirilmesidir. Bunun yolu da yeryüzünü acı, kan ve göz yaşına boğan Siyonizm’in kontrolündeki emperyal, sömürgeci, ırkçı/faşist, zorba tüm dünya egemenlerinin küresel vesayet ve tahakkümlerine son verilmesi, bu sûretle bütün insanlığın tek bir aile hâline getirilerek barış ve adaletin tüm yeryüzünde hâkim kılınmasının önündeki engellerin kaldırılmasıdır. İslam Birliği ve İslam Ümmeti bu nihâî hedefe giden yolda dünya mazlumlarının önderliğini temsil eder. Allah ve Resûlünün Kur’an’da insanlık için çizip görev ve sorumluluk olarak bizim omuzlarımıza yüklediği plân budur. Bu yüce insanlık davasını bu fani dünyanın şeytani siyasetleri ile kirletmek ve dünya mazlumlarının umutlarını karartmak gökleri ve yeri yaratan Allah’a ve onun kutlu Resûlüne karşı işlenen en büyük suç olup Allahu Teâlâ bu suçun hesabını dünyada İslam ümmetini dünya egemenlerinin eline vererek, ahirette ise cehennem ateşine yaslamak sureti ile muhakkak soracaktır.
Dolayısı ile İslam ümmeti bu fani dünyanın makam, mevki, dünyevî izzet ve ikbal, kendi dünyevî ikbalini dünya egemenlerinin işbirlikçiliğinde gören, bunun için Allah’ın ayetlerini az bir menfaat karşılığında satan* bu dünyanın kirli şeytani siyasetlerine karşı evrensel barış ve adaleti gaye edinen ve ona kilitlenmiş Rahmani siyaseti muhakkak sûrette inşa etmekle yükümlüdür. Dünyanın bütün mazlum milletleri fevc fevc (dalga dalga) Allah’ın dinine (İslam’a) bu kapıdan gireceklerdir (Bkz. Nasr/1-3).
*Kur’an’da dünya menfaati ahirette Allahu Teâlâ’nın mü’minlere bahşedeceği zenginlik karşısında az bir meta olarak ifade edilmiştir. (Bkz. Bakara/41)
Kıbleyi Nasıl Anlamamız Gerekiyor?
Ayetin devamında Hz. Resûl’ün kıble konusunda bir tereddüt yaşadığına yer veriliyor. Önceleri Yahudilerin de kıblesi olan Kudüs’ün Müslümanlarca da kıble olarak benimsenmesini İslam inancının önceki kitaplar ve o kitapları getiren elçilere (ilke olarak) imanı içine alması, İslam inancının Resûl Muhammed’den önceki peygamberlerin her birinden diğerine intikal eden ortak Risâlet mirasının takipçisi olmasına bağlamak, Kur’an bütünlüğü içinde tutarlı görülüyor. Dikkatli Kur’an okuyucuları bunu teslim edeceklerdir.
Buradan kıblenin, salt fiziki bir yönelişten ibaret olmayıp tarihteki Allah elçilerinden devredip gelen ve Fatiha sûresinde “Rabbim, bizi dosdoğru yola ilet!” şeklinde ifadesini bulan (Bkz. Fatiha/7) Kur’an’daki orijinal ifadesi ile “Sırât-ı Müstakîm”e yönelmeyi temsil eder. Dolayısı ile kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilmesini de Ehl-i Kitab’ın Hz. İbrahim’in dinî mirasını tahriflerine karşı bir cevap ve bu sûretle dinin yeniden İbrahimî orijinine iadesi olarak anlamak gerekiyor (Bkz. Âl-i İmran/64-91). Bu tahrifatla birlikte tahrifata son verip dini yeniden asli orijinine iade edecek bir elçinin (Hz. Muhammed) geleceği ise Hz. İbrahim’in Kenan’dan Hicaz’a hicreti ve Mekke’de oğlu İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa etmesi, söz konusu bu tahrifat ve tahrif edilen Risâlet mirasının Hz. Muhammed ve onun izleyicileri yani İslam ümmeti tarafından aslına iadesinin önceden haber verilmesi anlamına gelmektedir (Bkz.Bakara/127, 129).
Kur’an, bu konu ile ilgili bilgilerin Ehl-i Kitab’ın elindeki kaynaklarda sansürlenmiş olarak bulunduğunu belirtir (Bkz. Bakara/146,147). Buradan da anlıyoruz ki kıble sadece bir ibadeti yerine getirmek ve ibadetimizin kabul edilmesi için yöneldiğimiz fiziki bir mekân olmayıp herkesin kendi dini, inancı, dünya görüşü, dahil olduğu medeniyet ve benimsediği ideolojisi vs. onun kıblesi olmaktadır (Bkz. Bakara/148). Dolayısı ile namazda Kâbe’yi kıble edinmek bu “kıbleler kaosu” içinde savrulmadan her türlü tahrifat ve çarpıtmalardan arınmış dosdoğru bir İslam anlayışı üzerinde olmakla aynı anlama gelmektedir (Bkz. Fatiha/7, Zuhruf/43, Fussilet/30,32). Buradan hareketle namazlarda maddi ve fiziki anlamda kıbleye yani Mekke’ye ve Mescid-i Harâm’a yönelmemiz dinde “Sırât-ı Müstakîm” yani “dosdoğru yol” üzere olmamızı temsil etmektedir. Eğer dinde “dosdoğru yol” yani “Sırât-ı Müstakîm” üzere değilsek sadece fiziki ve maddi anlamda Mekke’ye ve Mescid-i Harâm’a yönelerek namaz kılmak, namazı da fesada sokan içi boş bir ritüele dönecektir. Zaten çok büyük kitleler namazda okudukları sûre ve duaların anlamını bilmeden kıldıklarından namaz, oradan bir yara alıyor. Anlamını bilenler ise üzerinde düşünüp akletmediklerinden onlar da o nedenle doğru istikameti yakalayamadıklarından İslam ümmeti çobansız bir sürüye dönmektedir.
Tekrar belirtecek olursak İslam ümmeti yeryüzünün rehber, öncü, önder ve lider ümmetidir. Yani İslam inancı bunu gerektirmektedir. İslam ümmeti kendisi dışında hiçbir dünya gücünün kontrol ve güdümünde olamaz. Aksi halde “Sırât-ı Müstakîm” üzerine olmanın bir anlamı kalmaz. Her şeyden önce İslam Ümmeti dediğimiz toplum, çok uluslu yani enternasyonal bir toplumdur. Ümmet, modern anlamda İslam enternasyonalizmini temsil eder. Dolayısı ile ümmeti oluşturan uluslar her biri ayrı ayrı gidip dünya egemenleri ile iş tutamaz. Ayette “Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velî edinmesinler!” buyurulur (Bkz. Âl-i İmran/28). “Onlar, birbirlerine şefkatli ve merhametli, kâfirlere karşı sert ve heybetlidirler.” (Bkz. Fetih/29) Misyonlarını yerine getirmek için ekonomik, askeri, siyasi bütün imkanlarını bir araya getirmek zorundadırlar. İşleri aralarında meşveret ve şûrâ iledir (Bkz. Şûrâ/38). Bu ayetlerde bahsedilen kâfirlerin yeryüzünde fitne ve fesat peşinde koşan dünya egemenleri kâfirler olduğunu belirtelim. Yoksa Kur’an barışçı kâfirlerle insani ilişkiler geliştirmeye karşı değildir (Bkz. Mümtehine/8).
Sonuç olarak Mü’minler, her biri diğerinden kopuk dağınık ve örgütsüz ve keyfi takılamazlar, birbirlerinden kopuk bir şekilde ve kâfirlerle iş tutamazlar. Birbirleri ile iş tutmak zorundadırlar Buna “velayet” diyoruz. İslam inanışına göre yeryüzünde barış ve adalet ancak İslam’la yani İslam’ın yol göstericiliği ile hâkim olur. Kur’an, mü’mini bu misyona hazırlayan ve ona bu misyonu yerine getirmekte ruhsal ve zihinsel liyâkat sağlayan bir okul işlevi görmektedir. Mü’minler bu donanıma, imana, ehliyet ve liyâkate sahip idarecileri iş başına getirmek zorundadırlar (Bkz. Nisa/58, 59). Aksi hâlde yeryüzünde vukû bulan bütün zulümler, haksızlıklar, adaletsizliklerin; acı, kan ve gözyaşının vebaline ortak olurlar.
Rabbim, bizleri Sırât-ı Müstakîm üzerine hidayet eylediği kullarından eylesin!
Pingback: Doçentlik Yolları Taşlı | Akademik Akıl
Pingback: Türkiye'deki Tıp Fakültelerinin Panoraması (2021 verileri ışığında gözden geçirilmiş ve yorumlanmış yeni hâliyle) | Akademik Akıl