Connect with us

Yazılar

15 Temmuz’un 7. Yıldönümünde Ak Parti-Fethullahçılar Çatışmasını Tekrar Değerlendirmek – Levent Baştürk

Yayınlanma:

-

2012 başlarında vuku bulan Hakan Fidan’a yönelik girişim AK Parti iktidarı döneminin en az 10 yılına damgasını vuran yönetici elit ittifakındaki mühim çatlağın en önemli işaretlerinden birisiydi. 7 Şubat 2012’de Gülen Hareketi mensubu olmakla bilinen İstanbul Özel Yetkili Savcısı Sadrettin Sarıkaya’nın MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı KCK soruşturması kapsamında ifade vermeye çağırmıştı. Bu durum Gülen Hareketi’nin o döneme kadarki en cüretkâr çıkışıdır. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan bu hamleyi kendisinin tutuklanmasına yönelik bir girişim olarak görmüştü. Bu gelinen nokta, Türkiye’deki müesses “askeri vesayet rejimi”ni tasfiye için işbirliği yapan en önemli sosyal aktör ile siyasî aktör arasındaki güç birliği ve dayanışmanın sona erdiğine işaret eden bir gelişmenin en güçlü göstergesiydi. Dershanelerin kapatılmasına dair Erdoğan hükümetiyle Fethullahçı hareket / Gülenist kült hareketi arasında yaşanan çatışma artık iki ortak arasındaki ayrışmayı net bir biçimde ortaya koymuştu. Ancak bu dershane kapatma girişiminin çok öncesine giden her iki taraf arasında askıya alınan gerilimin olduğu da bir gerçekti. AK Parti ile Fethullahçı kült Hareketi arasında askıya alınan bir gerilimin varlığı Fidan olayının da öncesine gidiyordu.

Türkiye’de 1946’da çok partili siyasete geçişin ardından, Fethullahçılık Hareketi gibi dinî oluşumların, bir merkez sağ kitle parti çatısı altında birleşen büyük iktidar koalisyonunun bir parçası olması yeni bir durum değil. Ancak Fethullahçılarla birlikte ilk olan şuydu: Bir dinî hareket, ekonomik kaynakların ve bürokratik kadroların dağılımında hak ettiğini düşündüğü payı fütursuzca talep etme cüreti gösterdi. Bununla da yetinmedi, ayrıca hükümet politikalarını şekillendirme hususunda da kendinde hak gördü ve bu konuda gücünü sergileme teşebbüsünde bulundu.

AK Parti ile Gülenistler arasındaki çatışmayı o dönemde ele alan hem uluslararası medya hem de AK Parti karşıtı Türk medyasının bazı unsurları, bu çatışmada genellikle iç faktörlerin önemini vurgulamaya çalıştılar. Ayrıca, Gülenistlerin hükümete yönelik çatışmacı tutumu ile uluslararası faktörler veya uluslararası bağlamın dikte ettiği koşullar arasında herhangi bir bağlantı bulmaya çalışan her türlü analizi gözden düşürme eğiliminde oldular. Hatta bu çabaları komplo olarak adlandırmaktan da çekinmediler.

Şunu açıkça belirtmek gerekir ki bu yaklaşım ilk etapta çok naif ve tutarsızdır. Her şeyden önce, analize dış dinamikleri dâhil etmek, Fethullahçı Hareket’in kararlı destekçilerinin kapasitesini ve sıkı çalışmasını inkar ettiğimiz anlamına gelmez. İkincisi, hareketin davranışı ile uluslararası bağlamın dikte ettiği koşullar arasında bir korelasyon bulmak, hareketi sadece bir kukla/piyon olma konumuna da indirgemez.

Aslında, Sünni geleneğin “40 yıllık zâlim bir yönetim bir gecelik kaostan iyidir” anlayışına sıkı sıkıya inanan bir kişi olarak Gülen ve hareketinin hükümete meydan okuması, normal şartlar altında beklenmedik bir durumdu. Gülen, her zaman kendi şakirtlerine ve kendisine itibar eden toplumsal kesimlere, baskıya maruz kalmamak için devlete karşı çıkmamayı öğütlemiştir.  Kendi hareketini kültürel İslam dairesi içinde konumlayan Gülen, alternatif siyasî-sosyal düzen arayışı içinde olan İslamcı hareketleri kısa ömürlü saman alevine benzetmiştir. Ona göre kendi hareketi yeryüzünü ısıtan ve aydınlatan güneştir.

Peki, o halde neydi Gülen’i mevcut iktidara karşı başkaldırmaya iten? Gülen’i iktidara karşı koymaya yönelten etken, artık hareketinin devletin gerçek sahibi olduğuna inanmış olması ve kendisine destek veren dış aktörlerden de cesaret ve hatta destek almış olmasıdır.

Kısacası, dış dinamiklerin rolünü dışlayarak Gülen hareketi ile Erdoğan hükümeti arasındaki çatışmayı anlamaya yönelik her türlü çaba yetersiz kalacaktır.

Hareketin İlk Evresi: Yerel Hareket, Devletçi ve Statüko Yanlısı Yönelim

Gülen Hareketi’nin başarısında elbette üyelerinin kendilerini adamışlığının ve özverili gayretlerini göz ardı edilemez. Lâkin belirli bir tarihî bağlamda ve kritik siyasî konjonktürlerde iktidar(lar)la yakın ilişkiler içinde olması ve belli bir işlev içinde hareket etmesi (veya belirli bir yönde faal olmaya yönlendirilmesi) ona muazzam bir güce ulaşmasının kapılarını açmıştır.

1960’lar, Türkiye’de üniversite gençlik hareketlerinde Marksist ve sol fikirlerin popülerlik kazanmaya başladığı yıllardı. 1950’lerden beri sürdürülen bir çizginin devamı olarak o dönemde dini cemaatler ve tarikatlar “Sovyet tehdidi” ve artan “ateist-komünist tehlike”ye karşı devlet yanlısı duruşlarını sürdürüyorlardı. Henüz belli bir dini örgütlenme içinde sivrilmemiş olan Fethullah Gülen de kendisine taşralı ve muhafazakâr kökenden gelen biri olarak tarikatlar ve cemaatler çizgisinde bir pozisyon belirlemişti. 1960’lı yıllarda onursal başkanlığını emekli bir kara kuvvetleri generali olan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in yaptığı Komünizme Karşı Mücadele Derneği’nin faaliyetlerine katıldı.

1970’ler, Gülen Hareketi’nin oluşum yıllarıydı. O yıllarda merkez sağ Adalet Partisi’ni destekleyen Nurcu oluşumdan ayrılmış ve Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş Hareketi’ne (MGH) yakın durur bir görüntü sunmuştu. Ancak MGH gençleri arasında İran Devrimi’ne ve bölgedeki diğer İslamî siyasî hareketlere karşı artan sempatiden rahatsız olan Gülen, Erbakan ve hareketine karşı da mesafeli bir tavrı benimsedi. 1970’lerin sonlarında ve 1980 askeri darbesinden önceki aylarda aşırı sağ ve sol silahlı gruplar arasında artan şiddet sonucu can kaybı her geçen gün artarken Gülen, gençleri siyasî gösterilerden ve okul boykotlarından uzak durmaya, anarşi ve kaosa karşı polis ve orduyla birlikte hareket etmeye çağırıyordu.

Gülen, mevcut tüm siyasi partileri ve dernekleri kapatan, on binlerce kişiyi hapse atan, işkenceden geçiren ve onlarca kişiyi idam eden 1980 askeri darbesini de desteklemekten çekinmedi. Askeri rejimin “arananlar” listesinde olmasına rağmen hareketi, askeri yetkililerle yakın irtibat halindeydi. 1983 yılında çok partili siyasete geçişin ardından 1983-1991 yılları arasında ülkeyi yöneten Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ni güçlü bir şekilde destekledi.

Gülen Hareketi’ne tamamen devletin icadı bir oluşum olarak bakmak kimileri için komplocu bir bakış olarak görülebilir. Ancak hareketinin müesses nizam tarafından İran Devrimi sonrası dönemde yükselen İslamcı siyasî gençlik aktivizmine karşı bir panzehir olarak görüldüğünü inkâr etmek boşunadır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, Gülen hareketi için yeni yollar açtı. Dönemin Başbakanı Turgut Özal, 1991 yılında Time Dergisi’ne verdiği bir röportajda, Türkiye’nin Sovyet sonrası dönemdeki rolünü, Selefilik ve İran Devrimi’nden ilham alan radikalizme karşı Orta Asya’da bir set/mâni oluşturma olarak tanımladı. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında yaşanan jeopolitik değişimler bölgede dinî alan da dâhil olmak üzere birçok açıdan bir boşluk bırakmıştır. Türkiye, dini alandaki boşluğu doldurmak için bir devlet olarak sadece kendi kaynaklarını (Diyanet İşleri Başkanlığı) seferber etmekle kalmamış, aynı zamanda Gülen hareketinin Orta Asya’da etkisini göstermesinin önünü açmıştır. Bu çabalar aynı zamanda terörü “radikal” İslamî siyasi aktivizmin bir sonucu olarak gören NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönem tehdit değerlendirmesiyle de uyumluydu.

Gülen hareketi ile Türkiye’deki müesses nizam arasındaki ilişkiler Özal sonrası döneme de yayılmıştır. 90’lı yıllarda yükselişte olan MGH’ye karşı Fethullahçılığın bir tür dengeleyici unsur olduğu müesses nizam ve holdinglerin kontrolü altındaki anaakım medya tarafından kabul görmüş bir durumdu. Fethullah Gülen de kendisini bu şekilde pazarladı. Refah Partisi’nin ve Erbakan’ın önünü kesmek için müesses nizam ve anaakım medya, Gülen’i kullanma taktiğini hep devrede tuttu.

Ancak bu ilişkide hareketi sadece müesses nizam elinde bir araç olarak görmek kısır bir değerlendirme olacaktır. Daha ziyade her iki tarafın da karşılıklı çıkarlarına hizmet eden bir durumdan söz etmek mümkündür. Gülen’in devletçi ve milliyetçi görüşleri dikkate alındığında, bir dinî hareketin çabalarını devletin politikalarıyla uyumlu hale getirdiğini görmek garip olmasa gerek. Ayrıca devletle olan bu yakın ilişkiler, hareketin bürokratik kadrolara erişimini sağlamıştır.

28 Şubat Müdahalesi ve Sonrası

Post-modern darbe olarak da adlandırılan 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi, Başbakan Necmettin Erbakan’ın koalisyon hükümetini istifaya zorlamış ve tüm dinî kesimlere yönelik bir baskı dönemini başlatmıştır. Bu müdahalenin ilk aşamalarında diğer dinî oluşumlara yönelik zulme kayıtsız kalarak Gülen, kendi hareketini mevcut baskıdan koruyabileceğini düşünmüştü. Bu sebeple darbeyi meşrulaştırıcı bir pozisyon benimsedi.16 Nisan 1997 akşamı, Kanal D’de, Yalçın Doğan’ın programına çıkan Fethullah Gülen özetle şunları söyledi: “Birileri haksız yere laikliğe ve demokrasiye hücum ediyor.” (…) “Bugün Türkiye’yi idare edemeyenler, ‘Bu işi beceremedik, yüzümüze gözümüze bulaştırdık’ demeliler.” Gülen, Erbakan hükümetinin istifasını da isteyerek şu sözleri sarfetti: “Ben bu emaneti götüremiyorum, emaneti al, diyerek millet adına bu fedakârlık yapılmalıdır.” (…) “Askerler, bazı sivil kesimlerden daha demokrat”, “8 yıllık kesintisiz eğitimin İmam Hatiplere kaynak açısından zararlı olacağını zannetmiyorum.”

Nitekim darbeyi destekleyen medya, darbenin baskısını haklı çıkarmak için Gülen’in diğer dini kesimler karşısındaki konumunu manipüle etti. Ancak Gülen, darbecilerin listesinde sıranın kendisinin olduğunu anlayınca ABD’ye gitmek için Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı.

Türkiye’den ayrılan Gülen’in yerleşmek için ABD’yi tercih etmesi bir rastlantı değil, rasyonel bir tercihtir. 1990’ların ortalarından itibaren Gülen, kendisini ve hareketini “ilerici” İslam’ın “aydınlanmış ve Batı yanlısı yüzü” olarak sunan yeni bir “İslamî”söylem geliştirmeye başladı. Ayrıca hareket, eğitim ve ticarî faaliyetlerde bulunmak sûretiyle her kıtada at oynatan bir konuma geldi. Daha önce de belirttiğimiz gibi ABD, Soğuk Savaş sonrası tehdit söylemini “radikal İslamî terörizm” üzerine inşa etmişti. “Radikal İslami teröre karşı panzehir” söylemine sahip bir küreselleşmiş Müslüman oluşumu olarak Gülen Hareketi, ABD’de kendini “evinde” hissedecekti.

Geçmişte Milli Görüş Hareketi (MGH) ile yakın temastan kaçınan Gülen’in 2002 seçimleri ve sonrasında AK Parti’ye verdiği desteği bu bağlamda anlamak gerekir. AK Parti liderliği, MGH’den ayrılan grubun temsilcileri olarak siyasette ayakta kalabilmek için ulusal ve uluslararası güç merkezleri nezdinde meşruiyet kazanma zarureti hissettiler. Erbakan liderliğindeki hükümetin devrilmesi ve Refah Partisi’nin yasaklanması sırasında her iki güç merkezi arasında bir görüş farklılığı yaşanmadı. Hatta Türkiye’de iç siyasetin ordu eliyle dizayn edilmesi Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin bir kısmınca açık, bir kısmı tarafından örtülü destek gördü. Avrupa ve ABD, Refah Partisi liderliğindeki hükümete karşı aleni bir askeri darbeye yeşil ışık yakmasa da, ordunun siyasete müdahale etmesine de itiraz etmedi.

Lâkin AK Parti’nin kurucuları, ABD’li politikacılarla kurdukları iletişim kanalları aracılığıyla, İslamcı gelenekten gelen ve ABD’nin İslam ile demokrasi arasında uzlaşma arayan bir siyasî partiye olumlu baktığı kanaatindeydiler. Bu izlenimi, o dönemde Amerikan akademik çevrelerinde sürdürülen tartışmalar da destekler mahiyetteydi. Yaptığı konuşma nedeniyle 10 ay hapis cezasına çarptırılmasının ardından Erdoğan’a ABD’nin İstanbul Başkonsolosu tarafından tam destek verilmesi, Amerikalıların yeni siyasî oluşuma yönelik olumlu bakış açısının erken bir göstergesiydi.

ABD’de akademik çevrelerde uzun süredir, İslamcıların demokrasiyle uzlaşmasının özelde Ortadoğu’da, genelde İslam dünyasında demokratik rejimlerin oluşması ve oturmasına katkı sağlayacağı hususu tartışılmaktaydı. Bu tartışma, 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında Amerikan karar vericilerinin de gündeminde olan bir konu haline geldi. Ortadoğu’daki diğer ülkelere göre nispeten oturmuş bir “çok partili hayat”a sahip olan Türkiye’de böyle bir iktidara şans verilmiş olması özelde bölge açısından, genelde de tüm İslam dünyası açısından bir laboratuvar işlevi görebilirdi.

AK Parti kurulmadan önce, partinin kuruluşuna öncülük eden isimlerin ABD’li yetkililerle çeşitli temaslar içinde oldukları gözlerden kaçmadı. Sonuç olarak, her iki taraf da birbirleri hakkında karşılıklı bir ortak anlayışta buluştular. ABD, iki nedenle yeni siyasi oluşumda altın bir fırsat gördü: Birincisi, Amerikalılar için o anda ülkenin tek popüler figürü olan Erdoğan’ın başını çekeceği siyasî partiye kapıları açık tutmak, stratejik olarak çok önemli bir ülkede siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın büyümesinin önüne geçecektir. İkincisi, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, ABD’li politika yapıcılar bakımından İslam ve demokrasi arasında bir uzlaşma (ılımlı İslam), Müslüman dünyasına siyasi istikrar getirebilecek ve Batılı ile Müslüman kültürler arasındaki gerilimleri azaltabilecek bir rol üstlenebilir.

İkinci husus açısından bakıldığında, ABD’liler açısından İslam ve demokrasi arasında böyle bir uzlaşıyı temin etmede Türkiye’den neşet etmiş İslamî hareketler dünyanın diğer bölgelerine kıyasla daha fazla potansiyele sahipti. Bu tarihî bağlam ve konjonktürde Gülen Hareketi ve AK Parti, tükenmiş Türk siyasi sistemini dönüştürmek için ilgili tüm taraflarca beklenen ortaklar haline geldi.

AK Parti – Gülen Hareketi İlişkilerinin Niteliği

AK Parti ile Gülen Hareketi arasında 2000’li yıllarda 2010 referandumuyla sonuçlanan güçlü bir ittifak oluştu. Ancak bu ilişkilerin pürüzsüz sürdürüldüğü de söylenemezdi. 2007 sonrası dönem, ikisi arasındaki dayanışmanın altın çağı oldu. Yalnız ilişkilerin oldukça ilerlediği bu dönemde bile iki güç arasında zaman zaman görüş ve çıkar farklılıkları yaşandı. Gülenistler, kült hareketinin çıkarlarına yeterince açık olmadığını düşündüğü bazı bakanlardan şikâyetçiydi. Yine de bu, iktidarla hareket arasında sahip oldukları diğer anlaşmazlıklara kıyasla küçük bir sorundu.

Hareket, hükümet politikalarını şekillendirmeye yeltendiğinde ve güya hak ettiğini talep ettiğinde, elbette bunu halk iradesinin kendisine verdiği yetkiden yola çıkarak yapmadı. İktidar partisinin lider kadroları arasında Gülenist olarak bilinen bir isim bile yoktu. Hareket veya o günlerdeki popüler adlandırmayla “cemaat”, medyadaki, iş dünyasındaki ve finans sektöründeki ağırlığının yanı sıra temelde güvenlik güçleri, istihbarat, yargı ve bürokratik kadrolardaki gücüne güvenmekteydi. Halk arasında belli bir popülariteye sahip olduğu da doğrudur. İktidarla yaşanan zıtlaşma öncesinde ülkede pek çok insan, hareketin ifade edilen sosyal ve kültürel hedeflerine sempati besliyordu. Bununla birlikte, bu hedeflere karşı toplumda duyulan yakınlık, aynı veya benzer değerleri paylaşan ve önceki hükümetlere kıyasla ülkeyi oldukça başarılı bir şekilde yönettiğine inanılan güçlü bir siyasi partinin varlığında, hareketin çeşitli konularda temin etmek istediği siyasi çıkarlara yönelik bir desteğe dönüştürülebileceği anlamına da gelmiyordu.

Güç mücadelesinde başat oyuncu olma bağlamında harekete/cemaata verilen kitlesel desteğin hacmi hakkındaki belirsizliğin, hareketin bürokrasi, medya ve ekonomideki güçlü varlığının ağırlığını otomatik olarak azaltıcı etkisi olmuştur. İktidarın güçlü popüler desteğe sahip olması, ona cemaatten gelecek saldırılara karşı gereken hamleyi yapabilecek bir meşruiyet alanı sağlamıştır.

“Siyaset Dışı”lık İddiasındaki Bir Siyasî Aktör Olarak Fethullahçılar

Gülen Hareketi, sürekli olarak siyaset dışı bir hareket olduğunu olduğunu iddia etmiştir. Hatta siyasetten uzak durmalarının metodolojik bir zorunluluk olduğunu savunmuştur. Hakikat ise oldukça farklıdır: Hareket, dâima siyaset dünyasıyla ve devletle derin ilişkiler geliştirmiştir. Gülenciler siyasetten uzak durma iddiasıyla siyasete derinden bulaşmış olma arasındaki çelişkiyi, hareketlerinin siyaset üstü faaliyet gösteren ve daha çok sosyal bir baskı grubu gibi hareket eden bir sivil toplum oluşumu olduğunu vurgulayarak açıklamışlardır.  Onlara göre siyasetle etkileşim içinde olmaları kamu menfaatleri doğrultusunda karar verme sürecini etkilemeyi amaçlamaktadır. Ancak aslında olan şudur: Hareket, politikaları etkilemek yerine bizzat şekillendirmek için siyasi bağlarını devreye sokmakta ve emniyet, istihbarat ve yargı bürokrasisindeki takipçilerini kullanmaktadır. İhtiyaç gördüğünde hukuk dışına çıkmaktan da çekinmemektedir.

Hakikatte, Gülen hareketi özellikle AK Parti iktidarı döneminde  herhangi bir siyasi yasal örgütlenme biçiminde örgütlenmemiş olmasına rağmen Türkiye’de en etkili siyasi aktörlerden biri olarak varlığını ortaya koymuştur. Demokratik bir siyasi sistemde işleyen herhangi bir yasal siyasi kuruluştan farklı bir şekilde faaliyet göstermiştir. Bir sivil toplum örgütü veya oluşumu olmak, hareketin sahip olduğu gerçek siyasî iktidar kaynaklarını gizlemek için bir kılıf işlevi görmüştür. Öte yandan devletin resmî ve yasal karar alma hiyerarşisi dışında kalan hareket, hayati çıkarları söz konusu olduğunda veya bu çıkarlar tehlikeye girdiğinde devlet hiyerarşisi içindeki uzantıları ve bağlantıları vasıtasıyla kararları şekillendirmekten veya belirlemekten geri kalmamıştır.  Gerçekte, Gülen Hareketi siyasal sistemin kurallarına tabi olmadan, siyasi sistemde giderek gücünü artıran bir siyasî entite aktör olarak faaliyet göstermiştir. Aynı zamanda sistem tarafından konulmuş herhangi bir dizi kurala göre oynamayan bir siyasî aktör olarak faaliyet göstermiştir.

Bir siyasi aktör olarak Gülen Hareketi, müttefiki iktidar partisinin itirazlarını ve ikazlarını ciddiye alan bir tutum takınmamıştır. Hareket, devlet içindeki örgütlenmesi sayesinde bazı siyasi hesaplarını görmek için siyasi gücünü, hasımlarına karşı çeşitli darbe davalarında kullanmıştır. Hareketin siyaseti şekillendirme girişimlerinin ortaya koyduğu gerçek şudur: Hareket ile AK Parti iktidarı arasındaki çekişme, demokratik sivil bir hareket veya toplumsal güçle her gün daha otoriter olma eğiliminde olan bir iktidar arasındaki mücadele değildir. Kavga, iki otoriterleşme eğilimindeki aktör arasında bir iktidar mücadelesidir.

Dünyaya Amerikan Lensleriyle Bakan Bir Küresel ‘İslamî’ Hareket

Gülen hareketi üzerine yapılacak herhangi bir analiz, Türkiye kökenli olmasına rağmen lideri ve merkezi ABD’de olan küresel bir hareketle karşı karşıya olduğumuzu hesaba katmak zorundadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, özellikle 11 Eylül sonrası bağlamında hareketin ABD merkezli olması rastlantısal bir gelişme değildir. Gülen’in ABD’de olması da sadece 1998’de Türkiye’de kendisine yönelik olası zulümden kaçmasıyla ilgili değildir. Araştırmacı gazeteci Jeremy Scahill’in resmini çizdiği kirli savaşları” rutin hâle çeviren ve dünyayı bir savaş alanıhaline getiren küresel teröre karşı savaşbağlamında Amerikan siyasetiyle Gülen Hareketi arasında göz ardı edilemeyecek bir çıkar örtüşmesi vardır.

11 Eylül sonrası konjonktürde ABD’deki güç odakları tarafından Gülen’in İslam anlayışı ve meselelere yaklaşımı takdir gören ve tasdik edilen bir bakış açısıdır. 11 Eylül sonrası dönemde George W. Bush’un dış politika ekibinin mühim bir üyesi olan Zalmay Halilzad’ın eşi Cheryl Benard tarafından yazılan Sivil Demokratik İslam adlı bir RAND Corperation raporu, Gülen’i çalışmaları teşvik edilmesi gereken modernist bir fikir insanı ve hareket lideri olarak sınıflandırmaktadır. Bu rapora göre, Gülen tarzı bir modernist bakış açısı Batı’nın çıkarlarına uygundur ve bu sebeple Batı’nın Gülen’in bakış açısı paralelindeli İslami vizyonu gelenekçilere karşı teşvik etmelidir. 2005 itibariyle, Bush yönetiminin sözde “teröre karşı savaş” kampanyasını destekleyen, şahin ve İsrail yanlısı bir sert muhafazakar olan Daniel Pipes da kendisinin iyi ilişkiler içinde olduğunu iddia ettiği “ılımlı” Gülen hareketini övmüştür.

Pipes gibi bazı şahin (neo) muhafazakarlar Gülen hareketi karşısındaki olumlu pozisyonlarını AK Parti-Gülen Hareketi arasındaki derin işbirliği sebebiyle bir ara değiştirmiş olsalar da hareket genelde ABD’deki olumlu imajını büyük ölçüde korumuştur. ABD’deki bazı şahin muhafazakârların harekete karşı olumsuz tavır içine girmiş olmalarının da etkisiyle Gülen, özellikle 2010’dan itibaren Erdoğan hükümetiyle bağlantılı olarak görülmenin hareketin imajını zedelediği fikrine varmıştır.

Gülen hareketi bundan gurur duysa da, küresel bir hareket olmak hareketin liderliği için bir güvensizlik duygusu yaratmıştır. Bu durum aynı zamanda hareketin yumuşak karnıdır. Dünya siyasetinin mevcut jeopolitik atmosferinde Müslüman bir oluşum olarak 150’den fazla ülkede güçlü bir direnişle karşılaşmadan faaliyet göstermek, küresel statükoya maksimum düzeyde uyum gerektirmektedir. Hareket, “ılımlı” görünümü nedeniyle dünya çapında görünürlük kazanması için tolere edilmiş ve hatta teşvik görmüştür. Harekete yönelik bu onaylayıcı tutum ve “ılımlılık modeli” olarak görünmesi sadece “İslamî” mesajıyla ilgili değildir. Aynı zamanda dünya meselelerinde aldığı pozisyonla da ilgilidir. Dünya sistemine hakim olan güç ilişkisinde Gülen Hareketi kendisini güç piramidinin tepesinde olanlarla birlikte konumlandırmaktadır.

Dikkatli bir okurun hareketin yayın organlarına bakınca ilk fark edeceği hususlardan birisi İsrail hakkında yayımlanmış herhangi bir haberde veya köşe yazısında “işgal” kelimesinin neredeyse hiç kullanılmadığı olacaktır. Genelde hareketin medyasında İsrail’e yönelik eleştirel bir tavır görülmemiştir. Diyelim ki istisnai olarak arada bir eleştirel tavır takınılmışsa, İsrail’e yönelik bu eleştiri, genellikle Filistin tarafına yönelik daha sert bir eleştiriye eşlik eden yumuşak bir dille çok dikkatli bir şekilde ele alınır. Filistin Sorunu’na aşina olmayan biri hareketin medyasına baktığında, rahatlıkla bölgede onlarca yıldır devam eden çatışmayı çözmenin önündeki en büyük engelin Filistinliler olduğu izlenimini edinmiştir. Filistin’de barışın önündeki engelin kolonyalist yerleşmeci Apartheid rejimi olduğuna dair bir tespiti Gülenist medyada görmek neredeyse imkansızdı.

Bu durum, Gülen hareketinin mutlak anlamda İsrail yanlısı bir Müslüman oluşum olduğu anlamına gelmiyor. Ancak İsrail’i ve de özellikle ABD’de etkili bir varlığı olan İsrail lobisini ve pro-İsrail evanjelist çevrelerin tepkisini çekmek ve İsrail karşıtı olarak algılanmak istemediği de çok açıktır. Dahası, Gülen Hareketi İsrail’i düşmanlaştırmamanın ABD ve Avrupa’nın gözündeki ılımlı imajını güçlendireceğine inanmış ve bu kabulü hareketin küresel ölçekte hayatta kalmasının ve genişlemesinin anahtarı olarak görmüştür.

Hareketin Zaman Gazetesi’nde uzun yıllar yazmış ve Gülen’e yakın duruşuyla tanınmış (şu an iktidarın safında yer alan) gazeteci Hüseyin Gülerce’nin de teyit ettiği gibi, Gülen hareketi ile AK Parti arasındaki ilk ciddi çatlağa her iki yapının İsrail hakkındaki duruş farklılıkları neden oldu. Gülen Hareketi ile iktidar arasındaki ilişkilerde “ilk çatlakları yaratan [2010 yılında] Mavi Marmara kriziydi” diyen Gülerce’ye göre “Gülen’in tavrı çok netti, her zaman Türkiye’nin dış politikasında maceraperest olmaması ve Batı’ya yönelmesi gerektiğini ve dış politika sorunlarının diyalog yoluyla çözülmesinin şart olduğunu öne sürmüştü.”

“Eksen Değişimi” Tartışması ve Gülenist Duruş

Türkiye’yi Batı’ya dönük görme arzusu, Filistin Meselesi ve İsrail dışındaki konularda da Gülen’in, Erdoğan’ın dış politikasını eleştirmesine neden oldu. 2010 yılında ABD ve Türkiye, İran’ın nükleer enerji programı konusunda da anlaşamadı. ABD, İran’ın nükleer çalışmalarında ilerleme kaydetmesini frenlemek için yeni bir dizi yaptırım uygulamaya yöneldi. Öte yandan Türkiye, İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer teknoloji geliştirme programını destekledi. 2010 yılında Türkiye ve Brezilya, İran’a karşı uluslararası yaptırımlardan kaçınmak için başarısız bir girişimde bulunarak, Mayıs 2010’da İran ile bir yakıt takası anlaşması üzerinde anlaştılar. Bu anlaşmanın ABD ve Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleri tarafından reddedilmesi, Türkiye ve Brezilya’nın İran’a ek yaptırımlar uygulayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1929 sayılı kararına karşı oy kullanmasına neden oldu.

Türkiye’nin 31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara olayıyla birlikte BM Güvenlik Konseyi’ndeki yaptırımlar lehine oy kullanmaması Washington’daki siyasi çevreleri hayli rahatsız etti. İsrail, Gazze Şeridi’ne karşı uygulanan İsrail-Mısır ablukasını kırmak amacıyla Gazze’ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara ve diğer beş gemiye askeri operasyon düzenledi. Operasyonda biri ABD vatandaşı olan 9 Türk vatandaşı hayatını kaybetti. Bu olay Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir krize yol açtı. Mayıs 2010’daki bu iki gelişme, Türkiye’nin dış politika yönelimlerine ilişkin tartışmaları alevlendirdi. ABD’deki pek çok politikacı, medya ve akademisyen Türkiye’yi “eksen kayması”yla, yani “İslamcı” yönelimli AK Parti yönetimi altında Batı’dan kopup pan-İslamist bir dış politikaya yönelmekle suçladı.

O dönemde ABD başkentinde genelde AK Parti hükümeti, özelde de Başbakan Recep T. Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yoğun bir şekilde eleştirildi, hatta çeşitli kesimler tarafından saldırıya uğradı. ABD medyası, İsrail lobisi, Kongre’nin hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat üyeleri ve hatta dış politika yapılanması, Erdoğan hükümetine karşı alınan kritik pozisyonun bir parçasıydı. Bu eleştiriler hükümetin Mavi Marmara olayını ele alış biçimiyle sınırlı kalmadı. Türk dış politikasının tamamı mercek altındaydı. Eleştirmenler, Erdoğan ve Davutoğlu’nu bölgesel bir güç olma hedefiyle geleneksel Batı yanlısı dış politikadan İslamcı bir politika lehine sapmakla suçladılar.

Bu kritik konjonktürde Gülen, Wall Street Journal‘a Türk hükümetinin olayı ele alış biçiminden hoşnutsuzluğunu gösteren bir röportaj verdi. Gülen, bu röportajda, bir Türk insani yardım kuruluşu olan İHH’nın sahibi olduğu Mavi Marmara gemisinin de içinde bulunduğu filonun, İsrail makamlarından izin istemek zorunda olduğunu belirtti. Oysa böyle bir izni istemek tüm Gazzelileri temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakan bir işgalci güç tarafından uygulanan bir yasa dışı ablukayı kırma amacına tamamen aykırıydı.

Gülenistlerin “Arap Baharı” Sonrası İktidara Karşı Eleştirel Tavrı

Tunus’ta başlayan ve 2010 yılı sonunda tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesine yayılan Arap ayaklanmaları dalgası, tüm bölge için umutları ve özlemleri artırmıştı. Ayrıca Türkiye açısından, ülke dış politikası hakkındaki “eksen değişimi” tartışmasının Ortadoğu’daki yeni rejimler için “Türk modeli”ne dönüşmesine vesile oldu. “Yeni Ortadoğu”da,  İslam ile laik liberal demokrasi arasında bir sentez oluşturmuş bir ülke olarak Türkiye’nin bir model olup olamayacağı Batı’da siyasi ve akademik çevrelerde ve medyada tartışılmaya başlandı.

“Arap Baharı” demokratik kurallara göre siyasi iktidar için rekabet etmeye istekli İslamcı oluşumları ön plana çıkardı. İslamcı oluşumların, kökleri İslamcı harekete dayanan ve laik Batı merkezli Türkiye’yi yöneten siyasi bir parti olan AK Parti’ye yakınlıkları, AK Parti’nin Batı’da yeniden ilgi odağı haline gelmesini beraberinde getirdi.

“Arap Baharı”nın ilk iki yılında, Batı’da AK Parti’nin rolü, konumu ve yeni gelişmelere yönelik politikası genellikle olumlu karşılandı. Lâkin “Arap Baharı”nın üçüncü yılında AK Parti’nin bölgesel ve genel dış politikası yeniden eleştiri odağı oldu. 2011’de bölgenin yükselen yıldızı, 2013’ün yalnız kurdu olarak görülmeye başlandı. Batı’da AK Parti yönetimine yönelik iyimserlikten sert kritik tavra doğru bu gidişatta başlıca üç faktör rol oynadı: Suriye çıkmazı, Mısır’daki Cumhurbaşkanı Mursi hükümetini deviren askeri darbe ve Haziran 2013’te İran Cumhurbaşkanı seçilen Hasan Ruhani’nin Batı’ya açılımı.

Gülencilerin Arap Baharı sürecinde AK Parti’nin dış politikasına bakışı, Batı’nın Erdoğan hükümetine yönelik tutumları doğrultusunda gelişti. 2011 ve 2012’de, bu kritik yıllarda hükümetin bölgesel politikası hakkında koşullu bir iyimserlik sürdürdüler. Bazı konjonktürlerde hükümetin attığı bazı adımları sert şekilde eleştirdiler.

Libya ayaklanması başladığında, hükümetin Kaddafi’ye karşı müdahale kampına katılma konusundaki isteksizliği nedeniyle Gülenciler hükümeti eleştirenlere katıldı. Suriye ayaklanmasının ilk aylarındaysa krizi bölgesel düzeyde mezhepçi bir perspektiften sunmaya çalıştılar. Hükümeti sadece Esad rejimiyle ilişkileri derhal kesmeye zorlamaya çalışmakla kalmadılar, aynı zamanda Suriye’nin bölgedeki en önemli müttefiki olan İran’a karşı çatışmacı bir politikayı da kışkırttılar.

Gülenciler, hükümetin Arap Baharı ülkelerindeki yeni siyasi aktörlerle geliştirmekte olduğu bağlarla da ilgilendiler. Hükümetin İslamcı siyasi partilerle güçlü ilişkiler kurma politikasını sakıncalı buldular. Bu arada İsrail ile siyasi ilişkilerin geliştirilmesinin gerekliliği konusunu sürekli gündeme getirdiler. Cumhurbaşkanı Mursi, Temmuz 2013’te Mısır’da bir darbeyle devrildikten sonra, Gülenciler, Arap Baharı sırasında sözde pan-İslamist dış politikası nedeniyle Erdoğan’ı eleştirme eğilimindeydiler.

Gülenistlerin Fidan’a İtirazı İç Sorun Mu?

Genelde medyada ve analistler arasında, o dönemde Türk istihbarat şefi Hakan Fidan’ın Gülenciler tarafından hedef alınmasını Gülenciler ile Erdoğan hükümeti arasındaki bir iç mesele olarak görme eğilimi baskın oldu. Yorumcular olayı genellikle Kürt sorununun nasıl çözüleceği konusunda Gülenciler ile hükümet arasındaki görüş ayrılığı olarak sundular. Oysa Gülencileri en çok rahatsız eden şey, ABD’nin, Türkiye’nin Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (KBY) ile iyileştirilmiş ilişkileri de dahil olmak üzere, Türkiye’nin Kürt sorununa genel yaklaşımını eleştirmesi oldu.

Türkiye ile KBY arasındaki artan karşılıklı bağımlılık, AK Parti’nin onlarca yıldır devam eden ihtilafa çözüm arayışından bağımsız değil. Öte yandan ABD, Türkiye ile KBY arasında artan ekonomik karşılıklı bağımlılığın, özerk bölge ile Irak’taki merkezi hükümet arasındaki bağları zayıflatmasından endişe ediyordu. Irak’taki merkezi hükümetten tamamen hayal kırıklığına uğrayan KBY’nin Türkiye ile geliştirdiği karşılıklı bağımsızlık ilişkisi özerk bölgenin Bağdat’la olan hukuki bağı için bir tehdit olarak değerlendirildi.

Sonuç

AK Parti ile Gülen Hareketi arasındaki çatışmayı sadece iktidarı oluşturan büyük koalisyondaki bir çatlağın yansıması olarak okumak yanıltıcı olacaktır. Gülen Hareketi sadece Türkiye kökenli bir oluşum değildir. İhtiyaçlarını ve çıkarlarını küresel ölçekte tanımlayan küresel bir harekettir. Onu popüler bir takipçi kitlesine sahip bir diğer yerli grupla kıyaslamak yanıltıcı olur. Gülen, Türkiye’de yerel aktör olarak hareket etmiş gibi görünmekle birlikte küresel ölçekte yapılan hesaplara göre adım atmıştır.  Global olarak hesaplarını yaptıktan sonra Türkiye’de lokal olarak hareket eder.

Gülen Hareketi’ni herhangi bir sivil toplum yapılanması gibi karar alma sürecini etkilemeye çalışan bir çıkar veye baskı grubu olarak ele almak da yetersiz kalır. Hareket aslında iktidar üzerinde büyük bir etkiye sahipti ve birçok hükümet kadrosunu takipçileriyle doldurmuştu. İki müttefik arasındaki çatışma, otoriter bir hükümetin, siyasi sistemin demokratikleşmesini isteyen bir sivil toplum oluşumunun önerilerini reddetmesinden kaynaklanmadı. Gülen Hareketi’nin yapmaya çalıştığı şey, politikalar için girdi sağlama mücadelesinin çok ötesine gitmiştir. Aksine gerçekte, küresel çıkarları doğrultusunda belirlediği kendi politikalarını hükümete dayatmaya çalışmıştır.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı

Yayınlanma:

-

Az ama özenli ve düzenli haber ve analizleri ile beş yıldır yayın hayatında olan ve kendine özgün bir yer edinen sitemiz YeniPencere’nin yazarlarından Murat Kurtuldu ile Aksa Tufanı sürecine dair söyleştik. 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana olanca ehemmiyet ve aciliyeti içinde gündemimizin birinci maddesi Gazze; açık ara Gazze! Çünkü Gazze’de dehşet verici bir dram yaşanıyor. Murat Kurtuldu ile Filistin Davasının bugünü ve içinde neş’et eden Direniş Çadırı’nı konuştuk. Bu yakıcı gündem içinde komple bir Filistin Dostu ile tanışacaksınız. Hem teorinin içinde “okumalar” yapan, hem sokaklarda eylem üreten, konuşan- eden bir isim kendisi. Muhabbete buyurun!

7 Ekim 2023’te Filistin’in Gazze şehrinde başlayan Aksa Tufanı sonrasında dünya İsrail’in soykırımına şahitlik ediyor 19 aydır. Bu süreçte dünyanın dört bir yanında halklar, Filistin’in özgürlüğü için ayağa kalkmışken Türkiye’de birkaç yeni oluşum sokakları hareketlendirdi. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’ndan bahsederek başlayalım istiyorum. 10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilde yürüyüş ve eylemlerle, sabır ve istikrarla kamuoyu oluşturmaya çalışıyor Direniş Çadırı. Adı nerden geliyor, nasıl bir oluşum bu, ne amaçlıyor?

Direniş Çadırı bir bakıma bıkkınlığın hikâyesi. Aksa Tufanı’ndan sonra Gazze’nin haklı mücadelesi için burada, bu topraklarda doğru soruları sormaktan imtina eden kötürümleşmiş sivil toplumun etkisizliğine tepkinin yalnızca bir örneği. 7 Ekim’den sonra az çok hareketlenen sokaklarda “Kahrolsun!” sloganlarının hamaseti dışında hiçbir önerisi olmayanlar bu tepkiyi doğurdu. Soykırıma karşı bir şey yapıyormuş gibi görünen bu çevrelerin niyetleri hakkında asıl şüpheye düşmemize neden olansa kendi “akredite” söylemleri dışında hiçbir slogana, öneriye, tepkiye, öfkeye izin vermemeleriydi. Bu tavır, pek çok insanda aidiyet duygusunun kırılmasına yol açtı.

Bence bu durum, kişisel olarak bir bıkkınlık duygusuna da yol açıyor. Günün sonunda kendinizi ifade edemiyorsanız, geriye iki seçenek kalıyor: Ya sessizleşeceksiniz ya da sesinizi yükseltebileceğiniz özgür bir alan inşa edeceksiniz.

Şunu da kabul edelim: Bu topraklarda, özellikle İslamcılığın sokak tecrübesi ve eylemlerle kendini ifade etme pratiği, yirmi küsur yıldır kurumsal-profesyonel STK’ların insafına bırakılmıştı. Kendiliğinden sokakta biriken, sırf hakikatin şahitliği için -üstelik hiç de konforlu olmayacak- eylemsellikleri galiba en son 2000’lerde, başörtüsü yasaklarına karşı deneyimlemiştik.

Gazze’deki yıkım ve soykırımın sıcaklığı her yana yayıldığında ise, yine gözümüzü bu kurumsal yapılara diktik. Sokakta ve toplumda tabanı olduğunu düşündüğümüz örgütlerin güçlü bir mevzi oluşturacaklarına inandık.

Bu noktada şunun altını çizmek gerekiyor: Gazze için sokağa çıkanlar her konuda uzlaşan, aynı hafızaya ve ideallere sahip değiller. Ancak onları sokağa çıkaran Gazze’deki soykırıma karşı harekete geçme, direnişin yanında siyonist ve emperyalist kuşatmanın karşısında olma duygusuydu. Bu motivasyon doğal olarak şunu bekledi: Gazze’deki katliamın birincil derecedeki faillerine sesimizi yükselttiğimiz kadar onların yerli işbirlikçilerine de itiraz gelişmeliydi. Çünkü katliamı mümkün kılan bir ölçüde devam eden ticaret, petrol sevkiyatı ve işgalcilerle her türlü işbirliğiydi. Ancak Filistin davasını hamasetle sahiplenen ve sokağı o güne dek “örgütleyen”ler, sıra işbirlikleri ifşa etmeye -bir bakıma ittifaklar kurduğu, ortaklaştığı ya da dayanıştığı mahalleyi eleştirmeye- gelince susmayı tercih ettiler. Vicdanlı birkaç gazetecinin ve aktivistin ortaya çıkardığı kanlı ortaklıklara karşı bu kurumsallıkların hiçbir etki yaratamayacağını kısa zamanda anladık. Belki de Filistin için yapılan gösterilerde “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganının atılmasına bile “tahammül edilememesi” kırılmayı yarattı.

Direniş Çadırı’nı da doğuran bu vasat, artık inisiyatif almayı vicdani ve ertelenemez bir sorumluluk olarak gören her yöreden insanın adım atmasıyla gelişti. Açıkçası Direniş çadırının ne ismi ne de organize olma biçiminde bir “hesap” ve “strateji” yok. Adı da zaten bu doğallıkta ortaya çıktı. İlk birkaç çağrıda 35 noktaya kadar çıkan eylemler bir plânlamayla gelişmedi. Zaten rahatsız ancak vicdanen sessiz kalamayacak insanların eylemleri bir araya gelmiş oldu.

Direniş Çadırı bir dernek / vakıf -yani bildiğimiz türden- bir stk olmayı düşünmedi. Logosu yok. Basın açıklamalarında kendini kategorik olarak bir markanın altında tanımlamıyor. Hatırlıyorum, Kocaeli’deki ilk eylemimizde polis bizi arayıp “Siz kimsiniz?” diye sorunca verdiğimiz cevaptan afallamıştı. “Vakıf değilsiniz, dernek değilsiniz, inisiyatif değilsiniz, peki kimsiniz?” demişti. Kategorik düşünmeye fazlasıyla alıştık. Bir eylemselliğin derin stratejik öngörülerle, hesaplı-kitaplı ve modern bir yapının gücüyle gelişmesi gerektiğine dair sarsılmaz bir inancımız var. İşte bu noktada Direniş Çadırı tecrübesi kurumsallaşmanın kısa vadeli faydasının dışında bir yozlaşma yarattığını fark ederek kendini konumladı ve markalardan – logolardan uzak durdu. Aslında modern dönemin kurumsallık ruhunu içeren stk’cılığın nasıl uzun vadede hakikatin yanında yer almak yerine ittifaklar, çıkarlar ile hareket edebildiğini ve beka meselesini her şeyin merkezine çok kolay alabildiğini fark ettik sanırım. Elbette sivilliğin bütün örnekleri, bütün “yan yana” gelme çabaları kategorik olarak mahkûm edilemez. Ancak dönüp kendi muhasebemizi yaptığımızda yapılarından, liderlerinden işaret gelmeden hakikatin şahitliğini yapma takatini bile kendinde bulamayan bir toplumsallığı ördük gibi görünüyor.

Artık bunun dışında hem bir bakıma “yataylığıyla” yeni hem de İslam’ın şahsiyeti özne yapan hafıza tazeleyecek örneklere ihtiyaç vardı, Direniş Çadırı işte bu deneyim içinde bir örnek olarak yerini aldı sanırım.

Biraz daha belirgin kılmak için sormak istiyorum: Nasıl bir çerçeve içinde hareket ediyorsunuz? Direniş Çadırı’nın olmazsa olmazları, sınırları neler? 

Bu coğrafyada alışık olmadığımız bir deneyimi ifade ediyor Direniş Çadırı. Çoğu zaman kendiliğinden gelişen, hesapsız ve politik kaygılara gerçekleri kurban etmemeye çalışan bir motivasyonu var. Bu nedenle dikey bir hiyerarşiyi barındırmıyor. Bir yöneticisi, yönetim kurulu, sekreteryası ya da strateji üretip mensuplarına yalnızca uygulama sorumluluğu yükleyen bir bakış açısı yok. Yatay biçimde gelişen dayanışmaya ve kim daha çok üretken olursa o kadar sorumluluk alma esasına dayanıyor.

Yatay ve dikey örgütlenme üzerine daha çok konuşmalıyız belki ama şunun özellikle altını çizmeliyiz: Yatay ilişki biçiminin her bireyi inisiyatif almaya zorlayan bir boyutu var. Eylemlerde bir emir-komuta zinciri inşa etmiyor, en azından. Sorumluluğu paylaştıran; herkesi gücü ve odak alanı açısından harekete geçirmeye motive eden bir sahiplenme duygusu geliştiriyor.

Bir diğer önemli farklılık da burada ortaya çıkıyor bence. Dikey hiyerarşinin boğucu kurumsallığından ve yapıyı hareketin merkezine alan “beka” söyleminden azade oluyoruz böylece. Bu nedenle Direniş Çadırı, başından beri çağrısına kulak veren hiçbir Filistin dostuna logo, isim, marka, kurumsallık dayatmadı. Hatta özellikle bundan kaçındı. Her birey, kendi yapıp ettikleri, inisiyatif alıp öne çıktığı söylemin/eylemin sorumluluğunu yüklenme iradesini gösterdi böylece. Bir ‘marka’nın ya da yapının ardına sığınma, sorumluluğu devretme kolaycılığına izin verilmedi. Bunun da bana kalırsa en büyük artısı mensubiyet duygusunun yapıyla değil, davayla ilişkili olarak gelişmesiydi.

Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde, farklı renklere ve ideolojik mevzilere rağmen soykırıma karşı anti-emperyalist ve anti-Siyonist itirazların kesişim noktasında duran Direniş Çadırı’nın görevi yalnızca “çağrıda” bulunmak oldu. Her bölge, grup ya da kişi bu çağrıya nasıl cevap vereceğini kendisi belirledi. Eylemlerinin uygulama biçimini ve sonuçlarını kendi meşreplerince üstlendi. Kimsenin kimseden doğrudan sorumlu olmadığı bir özgürlük alanını da böylece korumuş olduk. Dikey hiyerarşik yapılarda ortaya çıkan çok boyutlu uzlaşılara ve politik hesaplara da gerek kalmadı.

Direniş Çadırı yataylığına rağmen elbette çağrısına cevap verenlerin kimliklerinden ve bakış açılarından tümüyle bağımsız değil, olamaz da. Bu açıdan Direniş Çadırı’nın söyleminin merkezinde İslami reflekslerin bir “uzlaşma” noktasına dönüştüğünün altını çizmeliyiz. Bu uzlaşı aynı zamanda yalnızca karşıtlık üzerinden uçucu bir kampanya siyaseti üretilmesinin de önüne geçiyor. Anti-emperyalist, anti-Siyonist perspektifin aynı zamanda geniş çerçevede bu uzlaşma noktasına dayanan ideal tanımları, mücadele ekseni ve belirli önerileri var.

Yine belki bu uzlaşının bir diğer boyutu da eylemsellikte tercih ettiğimiz “şiddetsiz” yöntemlerle ilgili olabilir. Soykırımcılara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı gelişen mücadelenin zorlayıcı bir boyut taşıması gerektiğine inanıyoruz. Üstelik bu durum sokakta kimi zaman uzlaşıyı tamamen kapatan direngen bir iradeyi de gerektiriyor. Fakat tüm bu adımları gerçekleştirirken şiddeti araçsallaştırmaktan kaçınıyoruz.

Direniş Çadırı’nın Gazze’deki soykırımın gerekli kıldığı aciliyet içinde Türkiye’yi yöneten iktidara ve topluma çağrısı nedir? 

En başından beri tek bir taleple ilgilendik: Gazze’deki soykırımın faillerini bu topraklardan besleyen tüm siyasi, ekonomik ve sosyolojik ilişkiler kesilmelidir. Ertelenemez bir gündem olan soykırım ile ilgili hamasetin yalnızca vahşeti derinleştirdiğini ve işbirlikçileri görünmez kıldığını ifade ettik. Bu nedenle sokaklarda, liman önlerinde, işbirlikçi sermayenin ve iktidarın kapısında hep somut talepleri yükselttik.

Çünkü şunu iyi biliyoruz: Türkiye’nin İsrail’e uygulayacağı tam boykot sonuç verici olacaktır. Yemen’in örnekliği de bizi bunu gösterdi. Küresel kapitalist sistem ne sandığımız kadar güçlü ne de aşılamaz bir kuşatma var. Bu düzenin en büyük silahı yarattığı “yenilmezlik” yanılsaması. Bir tür öğrenilmiş çaresizlik durumu yaşıyoruz. Ne yazık ki bu çaresizlik duygusu sermayenin de işine geliyor. Küresel ekonomik dengeler söyleminin arkasına sığınarak Gazze’nin katilleriyle iş tutmaya, savaşın o çok kanlı rantını paylaşmaya devam ediyorlar. Siyasi irade de bu çaresizlik duygusundan besleniyor. Kamuoyu önünde kitlelerin öfkesini soğuran en üst perdeden açıklamalara rağmen hiçbir somut adım atmamasını bu gerekçeyle perdeliyor.

İşte Direniş Çadırı ve aynı mevzideki diğer hareketler bu algı manipülasyonunu kırmaya odaklı. Şunu diyoruz: Dünya düzeni kuşatıcı görünümüyle aynı oranda kırılgan. Atılamaz denilen adımlardan herhangi birinin kararlılıkla uygulanması bile siyonist saldırganlığı fiilen durdurabilecek bir süreci başlatabilir. Yöneticiler, iktidar sahipleri bu adımları atmıyorlarsa bilin ki size sunulanın dışında sadece iki gerekçe olabilir: Ya Türkiye emperyalist bloktadır, suç ortağıdır ya da egemenliği sınırlı, belirsiz ve etkisizdir. Her ikisi de bu düzenin meşruiyetini temelden sarsar. Bu nedenle sadece Gazze’nin değil bu düzenin tarafında olan bütün ülkelerin ve halklarının kuşatma altında olduğunu bilin. Kuşatma altında olduğumuzu bilelim.

Talep ve çağrı ne denli haklı ve gerekli olsa da ne toplumdan ne de iktidardan karşılık buluyor. Beklentinin çok altında kaldığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bunun sebepleri nedir? 

Aslında buna çok katılmıyorum. Genelde şöyle bir önyargıyı taşıyoruz: Büyük tarihsel kırılmalar ciddi ön hazırlıklara, dalga dalga büyüyen tepkilere bağlıdır. Bugünden geriye doğru baktığımızda tarihi yukarıdan izlemenin bir yanılgısı olarak kusursuz bir örüntü, neden-sonuç ilişkilerinin ilmek ilmek ördüğü bir hikâye izliyoruz. Oysa tarih, bir kırılmalar, sıçrayışlar öyküsüdür. Başta Peygamberler bir sıçrayıştır, kırılmalıdır. Büyük çöküşler, büyük dönemeçler yaşayanlar için genellikle aniden denilebilecek kadar kısa sürede olgunlaşır ve şekillenir.

Tarihin “sürpriz faktörü” diyorum ben buna. Ne yazık ki modernite her konuda olduğu gibi tarihi algımızı da yeniden yapılandırdı. Kırılmalara, sıçrayışlara değil çok sıkı neden-sonuç ilişkilerine bakar olduk. Bu da hayli takat düşüren bir anlayış! Ne olursa olsun adil şahitliğini ortaya koymaya niyetli insanı da geriye çekiyor. Oysa Kur’an Bakara Suresinde “azların çoklara” galibiyetini anlatırken, Enfal Suresinde “Onlar plân yaparken Allah da plân yapıyordu” derken her şeyin düşünüldüğü kadar mekanik, kesif ve aşılamaz bir neden-sonuç ilişkisi üzerinden yürümediğini, Allah’ın yardımını hatırlatıyordu.

Ben bundan dolayı eylemlerimizin ne kadar karşılık bulduğu konusundaki göstergelerin yanıltıcı olabileceğini düşünüyorum. Sadece romantik bir hüsn-ü niyet olarak da değil üstelik. Dikkatli bakıldığında bunun emarelerinin göz kırptığını da görüyorum.

Bir örnek vereyim; “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” söylemini ısrarla vurguladığımız ama toplumda karşılık bulmadığını düşündüğümüz günlerde -ambargo kararından önce- Cumhurbaşkanının Kocaeli’ndeki mitingine arkadaşlarımızla katıldık. Amacımız yine bu talebi yükseltmek, bir pankart açmaktı. Miting alanına girişte pankartımız fark edildi ve arkadaşımız gözaltına alındı. Kardeşimizin yanında olmak için karakola gittiğimizde olağandışı bir kalabalık fark ettik. Sonradan öğrendik ki mitinge aynen bizim gibi gelmiş kişiler varmış. Hepsinde aynı slogan. Kimi kâğıda yazmış gelmiş, kimi bir beze yazıp gelmiş. Aralarında tek başına miting alanına gelen orta yaşlarda bir ablamız da vardı, uzak bir ilçeden gelen sakallı, sarıklı kardeşlerimiz de. Hepsinin ortak noktası kimsenin birbirini tanımaması, birbirinden habersiz olunmasıydı!

Biz, “Sesimizi acaba kim duyuyor?” diye hayıflanırken Rabbimiz bizleri buluşturdu, yalnız olmadığımızı, bir tür “dip dalga”nın geldiğini gösterdi. Nitekim iktidar da bunu fark etmiş olmalı ki “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” diyenler sayıca az olmalarına, kitlesel bir eylemsellik ortaya koyacak güçte olmamalarına rağmen kısıtlama ve ambargo kararı alındı. Düzen, anlatısının bir anda yıkılacak büyük bir boşluğa düştüğünü ve bu halüsinatif durumun fark edildiğini gördü çünkü.

Sonuç olarak soykırım karşıtlarının hamasetten uzak söylemlerinin karşılık bulmadığını söylemek çok doğru değil. Bunun aksi göstergeler var. Fakat evet, bu tepki bir türlü kamusallaşamıyor, kitlesel bir boyut kazanamıyor. Nedenlerini konuşmak için Türkiye’de hafızasında “Filistin” olan iki başat mahallenin deneyimlerine bakmak gerekiyor.

İstisnaları olmakla birlikte, Müslümanlar, son 20 yıldır sokakta değillerdi, farklı biçimde kendi eylemselliklerini üretiyorlardı. Müslümanlığın siyasal bilincine sahip küçük öbekler daha dar alanlarda kalmayı tercih ettiler, değişimin sokakla ilişkisini unuttular hatta sokağı küçümsediler. Muhafazakârlık ise bütünüyle iktidarın aparatı haline gelmişti zaten, başkası da beklenemezdi. Tarih boyunca -özellikle Türkiye’nin modern tarihi açısından- mevcut durum muhafazakârlıktan beslendi.

Filistin mücadelesine gönül veren solun ise farklı sorunları vardı. Büyük bir sekterleşme hâli içinde takatsiz kalmıştı. Gazze direnişinin İslami motivasyonlarını bir geri çekilme gerekçesi olarak gördü. Elbette her şeye rağmen Gazze’nin birlikte dövüşen ve toprağa birlikte düşen savaşçıları gibi alandan hiç çekilmeyenler de vardı ama bu, yeterli olamadı.

Yine de umutsuz olmaya gerek yok. “Hayal kırıklığı” atakları geçiriyoruz bazen ama bilelim ki Gazze’nin omuz omuza direnişi dünyanın her yerindeki aktivistleri de birbirine bitiştirdi. Norveç’ten Türkiye’ye Japonya’dan ABD’ye kadar dünyanın her yerinde küresel düzenin kuşatıcılığının farkına varan ve artık bu düzenin gizlenemeyeceğini; özgürlük ve refah söyleminin ardına saklanamayacağını haykırıyorlar. Bu tarihi şahitlik elbette ki benzersiz bir mevzi oluşturdu.

Gerçekçi olmak gerekirse Gazze’nin, daha genelde de Filistin’in geleceği konusunda ne kadar umut var? İsrail işgalinin göstergesi her geçen sene daha da delik deşik hâle gelen Filistin haritasına baktığınızda siz nasıl bir gelecek görüyorsunuz? 

Umut etmek için siyaseti iyi bilenlerin görüşlerine, askeri uzmanların analizlerine ihtiyacımız yok artık. Yemen’in mücadelesi, Gazze’nin direnişi bize gösterdi ki kolayca paramparça olacak bir halüsinatif durumun içindeyiz. Bu belki ilk kez toplumsal tabanda bir karşılık buldu. Düzenin anlatısı parçalandı. Filistin’de o denli çok tohum toprağa ekildi ki artık bu coğrafyanın her yerinde yeni bir örneklik tomurcuklanmaya müsait. Gazze’yi aylardır yedi düvelle birlikte alaşağı etmeye çalışanlar; ekine, nesle, taşa, toprağa bile öfke kusanların bir türlü istedikleri sonucu alamamaları kudretlerinin sınırları hakkında bize çok şey söylüyor.

16. yüzyılda yaşamış Boetie’nin sözünü anımsıyorum: “Pek çok insan, pek çok köy, pek çok şehir, pek çok ülke bazen tek bir tiranın yönetiminden ıstırap çeker; oysa bu tiranın, onların kendisine verdiği güçten başka bir gücü yoktur ve bu tiran, onlar kendisiyle çatışmak yerine katlanmayı tercih ettiği sürece onlara hiçbir zarar vermez.” Küresel tiranlığa karşı tüm halkların katılımına açık ve yalnızca bir “fark ediş”e bakacak bir küresel direniş de gelişiyor. Gazze bunu bize öğretiyor. Gazze önce kuşatmada olduğumuzu bize fark ettirdi ardından bu kuşatmanın “anlatıldığı” kadar aşılamaz olmadığını kanıtladı.

Ümitvâr olmak için tarihin daha uygun bir zamanı pek az bulunur.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x