Connect with us

Köşe Yazıları

Vicdani Ret Hakkında Konuşmalıyız

Yayınlanma:

-

Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)

Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.

Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.

Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.

Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.

Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.

“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?

O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.

Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.

Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.

Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:

İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.

İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.

Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.

Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?

Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?

Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.  

Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…

Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!

Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.

Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.

Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa, olsun, amin diyelim.

Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?

Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve

Yayınlanma:

-

“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.

İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.

Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.

İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.

Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.

İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.

Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!

Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.

İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.

Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.

İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.

Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.

Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.

Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.

İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.

Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Filistin’e Edebiyatla Bakmak

Yayınlanma:

-

Nedir ruhu renklerinden mahrum bırakan?
İsabet eden o şey neydi bedene,
işgalcinin kurşunları dışında?
(Mourid Barghouti)

 

1.

Filistin Edebiyatı üzerine kısa bir konuşma yapmam söz konusu olduğunda Peren Birsaygılı Mut’un “Zeytin Ağaçlarının Arasında” adlı kitabı masamın üzerinden bana bakıyordu.

Kitap, “Filistin Direniş Edebiyatından Portreler” alt başlığını taşıyor ve Gassan Kanafani, Mahmud Derviş, Semih el-Kasım, Naci el-Ali ve Fedva Tukan’ı hayatı ve eserleriyle okura tanıtıyor.

Titiz bir araştırma, dahası tutkulu bir çalışmanın ürünü olan kitap, yazar ve mimar Cihan Aktaş ile Akka/Filistin doğumlu edebiyat eleştirmeni Antuan Şalhat’dan birer değerlendirmeyle açılıyor.

 

2.

Konuşmam için bu yazıya da konuveren başlığı seçtim. Direniş kelimesini Filistin’e veya Filistin’e dair herhangi bir şeye eklemeye gerek görmedim zira bu kelime görebildiğim kadarıyla zaten Filistinli olan her şeye sinmiş; ona rengini, ruhunu vermiş. Cümle âlem son bir yılda Gazze’ye bakıp hayretler içinde buna, hiç değilse bir kez olsun şahitlik etmiştir.

Filistin’e haberlerle, işgal ve terör görüntüleriyle, siyasi gelişmelerle, uzaktan, hızlıca, şöyle bir bakmayı değil; edebiyatla, yavaşlayarak, odaklanarak, yakından, derinlemesine, seyreyleyerek bakmayı ve bakakalmayı teklif ediyorum.

 

3.

Filistin Edebiyatını, Filistin’in kaderinden ve kederinden, tarihinden ve talihinden ayrı düşünmek mümkün olmaz.

Filistin Edebiyatını inceleyenler, bu edebiyatın tarihi gelişmeler ışığında belirdiğini ve belli evrelerden geçerek günümüze değin üretkenlik içinde geldiğini belirtiyorlar.

Filistin halen Osmanlı Devleti’nin idaresi altındayken, İngiltere 1917 yılında Balfour Deklarasyonu olarak bilinen resmi bir belge yayımladı. Bu belge ile İngilizler, Filistin’de “Yahudiler için ulusal bir yurt” vaadinde bulundular.

Birinci Dünya Savaşı sonrası, Ortadoğu’nun bölüşüldüğü bir anlaşma ile 1920 yılında Filistin’de İngiliz mandası fiilen kuruldu.

Filistinlilerin 1936-1939 yılları arasında İngiliz sömürgeci rejimine karşı ‘Büyük Ayaklanma’sı ağır biçimde bastırıldı. Filistinliler, Nekbe (Nakba) diye tabir edilen ‘Büyük Felaket’ten sonra en ağır kayıpları bu dönemde yaşadılar.

1948 yılının Nisan ayında Siyonist terör çeteleri Kudüs yakınlarındaki Deyr Yassin köyünde yüzden fazla Filistinliyi katletti. Filistinlilerin mülteci konumuna düşürülmesinin başlangıcı bu hadisedir.

1948 yılı Mayıs ayında ‘Büyük Felaket’ (Nekbe) gerçekleşti ve Filistin’de resmen bir İsrail devleti kuruldu. Filistinlerin yüzde 80’inin yerlerinden edildiği süreç başladı.

1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu.

1967 yılı Haziran ayında Altı Gün Savaşı gerçekleşti. İsrail, altı gün içinde Ürdün, Mısır ve Suriye ordularını yenerek Gazze, Batı Şeria, Doğu Kudüs, Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’ni işgal etti. 19 yıl sonra felaket nüksettiği için 67 Haziran’ı “Nekse” olarak da adlandırılır.

1987 yılı Aralık ayında Birinci İntifada başladı. İşgal altında yaşayan Filistin halkının zulme karşı taş ve sopalarla topyekûn ayaklanması olarak bilinen süreç 1993 yılına kadar devam etti.

1993 yılı Eylül ayında FKÖ lideri Arafat ile İsrail başbakanı Izak Rabin arasında Oslo Barış Anlaşması imzalandı. Siyonist rejim, karakteri gereği, her zamanki gibi anlaşmaya uymadı.

Eylül 2000’de İkinci İntifada patlak verdi.

Nihayet 7 Ekim 2023 tarihinde Filistin direnişi, esareti kırmak, ablukayı yarmak için Aksa Tufanı operasyonunu başlattı. Peşi sıra İsrail’in Gazze’de başladığı soykırım tüm dünyanın gözü önünde halen devam ediyor ne yazık ki.

İsrail Devleti, Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’nda soykırım suçu işlediği için sanık sandalyesine oturtulmuş durumda. Mahkeme’nin yargılaması devam etmekle birlikte dünyanın dört bir yanında halklar soykırımın sona ermesi için ayağa kalktı. Milyonlarca insan aylarca sokaklarda, üniversitelerde protesto gösterileriyle hükümetlerini, soykırımı durdurmak için İsrail’le işbirliklerini sonlandırmaya davet etti, etmeye devam ediyor.

 

4.

İngiliz ve siyonist manda yönetimlerinden önce modern anlamda bir Filistinli kimliğinden, dolayısıyla bir Filistin Edebiyatından bahsetmek pek mümkün değil. Arap kimliğinden ve Arap edebiyatı içinde bir edebiyattan bahsedebiliriz.

Filistin’in İngilizlerin eline geçmesi (1920) ila İsrail’in oldubittiye getirilerek kurulması (1948) arasını, “Nekbe Öncesi Dönem” olarak değerlendirebiliriz.

“Nekbe Sonrası Dönem’i ise Oslo (1993) Öncesi ve Sonrası olarak ikiye ayırmak mümkün.

Nekbe öncesi Filistin Edebiyatı yalnızca Filistin’de ve Arapça üretilirken, sonrasında, diasporada, başta Lübnan (Beyrut), Mısır (Kahire), Suriye (Şam) ve Kuveyt olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde, başka dillerde de üretilmeye başlandı.

Yenilgiler, kayıplar, travmalar, hayal kırıklıkları, sürgünler, kurtuluş örgütleri, farklı veçheleriyle direnişler, umutlar, bekleyiş ve beklentiler Filistinlileri türlü ruh hallerine bürümüş, Filistin Edebiyatını da bu minval üzere büyütmüştür.

Nekbe sonrasında dünyaya açılan, başka coğrafya ve kültürlerle iletişime geçen Filistinliler, karşılaşmaların açtığı kapılardan geçerek Filistin Edebiyatını daha yüksek bir niteliğe ve giderek dünya edebiyat sahnesine taşıdılar.

 

5.

Filistin Edebiyatından dilimize en çok eseri kazandırmış isim olan Mehmet Hakkı Suçin, Arapça dışındaki dillerde üretilen Filistin Edebiyatının izini sürmüş ve İbranice, İngilizce, İspanyolca, Danca ve İtalyanca eserler üretmiş yazar ve şairlere ulaşmıştır. Arap dünyasında dahi tanınmayan isimlere, eserlere biz Türkçe okurların ilgisizliği ne yazık ki şaşırtıcı da yeni de değil! Buz dağının görünen kısmının ancak küçük bir kısmı henüz Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

Bazı kitaplarınsa baskıları bulunmuyor. Kitaplar ilgi görmediği içindir ki yayıncılar yeni baskılar için adım atmıyorlar.

“Gazze Cevap Yazıyor / Gazzeli Genç Yazarlardan Kısa Hikâyeler” adlı kitap bunlardan biri. Bu nitelikli derleme Rifat el-Arîr tarafından hazırlanmış. Ne acı ki pek çoğumuz bu Filistinli aktivist, şair, yazar ve akademisyeni 7 Aralık 2023 tarihinde İsrail tarafından katledildiğinde tanıdık. Ondan, ölümünden kısa bir süre önce X hesabında paylaştığı son şiiriyle haberdar olduk.

Gazze İslam Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyat profesörü olarak çalışan 44 yaşındaki şair, İsrail’in Gazze’ye kara harekâtından birkaç gün sonra “Gazze’den ayrılmayı reddettiğini” açıklamıştı. “If I Must Die” adlı son şiirini Ömer Madra “Ölmeliysem, Bir Mesel Olsun bu Ölüm” adıyla Türkçe’ye çevirdi:


“Eğer ölmeliysem ben
Sen yaşamalısın benim hikâyemi anlatmak için
Eşyamı satıp savıp
Bir parça kumaş satın almak için
Biraz da ip
(beyaz olsun, uzun da bir kuyruğu)
Ki Gazze’de bir yerlerde bir çocuk
Cennetin gözünün içine dalıp gitmiş,
Babasını beklerken –
Hani kimseye, kendi tenine ve bedenine bile
Elveda bile demeden gitmiş babasını beklerken –
Uçurtmayı görüversin birden o çocuk
Yukarılarda bir yerde
Benim uçurtmamı, hani o senin yaptığın
İşte onu
Ve bir an için sansın ki bir melek var orda
Sevgiyi yeryüzüne geri getiren
Eğer ölmeliysem ben
Bırak umut getirsin bu ölüm
Bırak bir mesel olsun”

Ölümünün ardından geride kalan bir yılda yazdığı, derlediği hikayeleri Türkçe’de “anlatacak” yayıncının çıkmadığına şaşmamalı.

Vasiyetler konusunda sınıfta kaldığımız bilinen bir gerçek. Tekerlekli sandalyesiyle camiden çıkarken İsrail’in hava saldırısı sonucu 2004 yılında Gazze’de şehit edilen Şeyh Ahmed Yasin’in, ümmetin halklarına ve liderlerine seslenişi halen hafızalarda: “Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! Allah aşkına, bari aleyhimize olmayın!”

 

6.

Filistinli edebiyatçı, sanatçı denildiğinde Türkiye’de akla ancak bir iki isim geleceği yönünde bir genelleme yapmak bugün için yanlış olmaz sanırım. Ve 7 Ekim 2023 tarihli Aksa Tufanı’nı küresel ve kültürel bir intifada için milat kabul edersek şayet, bizi vasatın epey altına düşüren böylesi bir genelleme de tez zamanda yanlışlanacaktır umarım.

 

7.

İlkin, dünyaca ünlü Filistinli şair Mahmud Derviş’in (1941-2008) adını telaffuz ederiz. Şu meşhur “kimlik kartı” şiirinin şairi. Arapçadan ve Filistin’den dünyaya armağan şair. Tozuyla toprağıyla, sürgünüyle filiziyle, yaşamıyla ölümüyle, tümüyle Filistin dolan, Filistin kokan, Filistin tarihinin her köşesinde misafir ve ev sahibi olan bir isim Mahmud Derviş.

Bana Filistin’in resmini yapabilir misin Abidin, diye sorsak, cevap belli, yapılmışı var.

“Gözleriyle Filistin,

Kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,

Adıyla sanıyla Filistin.

Düşlerin Filistin’i ve acıların,

Ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,

Sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i

Ve çığlıkların.”

“Filistinli Sevgili” şiirinden jilet gibi bir parçayı biliriz:

“Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var…” deriz.

Okuduklarıyla, dokuduklarıyla bir deryadır Mahmud Derviş.

Son dönemde “Mural” (Kırmızı Yayınları, 2015), “Bu Şiirin Bitmesini İstemiyorum” (YKY, 2016), “Atı Neden Yalnız Bıraktın” (Ayrıntı Yayınları, 2017) ve “Badem Çiçeği Gibi Yahut Daha Ötesi” (Everest Yayınları, 2020) adlı kitapları Arapçadan tercüme edilmiştir.

Hazır, şiir kitaplarından bahis açmışken bir antolojiyi de anmadan geçmeyeyim.

Baskısı bulunmadığı için ikinci elden, kargo fiyatının yarısına satın aldığım “Filistin Şiiri” adlı kitabın ilk baskısı Türkiye için erken sayılacak bir dönemde, 1974 yılında yapıldı.

Filistin direniş şiirlerinden bir seçki niteliği taşıyan kitapta 14 şaire yer verilmiş. Çeviriler A. Kadir – Afşar Timuçin ikilisine ait. Öncü bir çaba olarak takdiri hak ettiğini düşünüyorum.

Okura Semih el Kasım, Tevfik el Zeyyat, Fedva Tukan, İbrahim Tukan, Salim Jabran, Yabra İbrahim Yabra gibi Filistin direniş ve edebiyatı için önemli isimleri tanıtıyor. Çevirmenler, birer değerlendirme yazısı ile o yıllardaki edebiyat ortamının resmini de çekmişler.

Bugünlerde Gazze’de, görenleri hayretler içinde bırakan muazzam direnişin kökleri, şiirin tesirinde ve Filistin şiirinde bulunuyor.

Direniş edebiyatının öncü isimlerinden sayılan Tevfik el Zeyyat’ın “Gitmeyeceğiz Buradan” adlı şiiri şöyle başlıyor:

“Bin kez daha kolay, daha olanaklı

geçirmek bir iğne deliğinden

bir kocaman fili,

balık avlamak göklerde,

toprak sürmek denizlerde sabanla, traktörle,

zır zır konuşturmak bir timsahı

bin kez daha kolay, daha olanaklı.

Ama zorbalığınıza, baskılarınıza güvenip

düşünme gücünün ışığını söndürmek

ve kendimize çizmiş olduğumuz yoldan

ayırmak halkımızı bir kıl payı,

işte bu olanaksız.”

 

8.

İkinci olarak, yine dünyaca ünlü Filistinli karikatürist Naci el Ali’nin (1938-1987) adını veririz. Onu “Hanzala”sı ile biliriz.

Hanzala, sırtı izleyiciye dönük yoksul bir çocuktur.

1936’da Filistin’de dünyaya gelen, 1948 yılında İsrail terörü sebebiyle mecburen ülkesini terk eden Naci el Ali, Filistin özgülük mücadelesinin sembolü haline gelen Hanzala karakteri ile dikkatleri üzerine çekmiş, büyük beğeni toplamıştı. Siyonazilerin susturmaya çalıştığı sanatçı, tehditlere rağmen üretmeye devam etmiş, 1987 yılında Londra’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetmişti.

Naci el Ali, bir televizyon programında “çocuğu” Hanzala hakkında konuşurken şu sözleri söylemişti:

“Etrafımdakiler ben Kuveyt’e geldiğimde, bana Kuveyt halkının lüksü seven bir halk olduğunu, benim de zaman içinde bozulacağımı söylediler. Ben şahsi olarak toplumun doğasına karşı kendimi korumaya alırım. Çünkü arabaydı vs. bunlar olunca da büyük meselelerden uzaklaşabilirdim. Dolayısıyla ben de bu Filistinli çocuğu çizip zihnimde kalmasını sağladım. Her gün çizerek onunla iletişimde kaldım.”

Oğlu Halid el Ali, Anadolu Ajansına verdiği bir demeçte babasının sözünü nakletmiştir:

“Babam, Hanzala’nın Filistin’e döndüğü zaman büyüyeceğini söylerdi”

Hanzala hiç büyümedi, hep çocuk kaldı. / Bırakmadılar ki büyüsün!

Sadece Hanzala mı? Filistin de büyüyemedi, çelimsiz, kara kuru bir çocuk olarak hep garip ve yetim kaldı.

 

9.

Mourid Barghouti (1944-2021) Filistinli bir şair.

1967’deki Arap-İsrail savaşı nedeniyle sürgün edildiği yurduna, yurdunun da sadece Batı Şeria kısmına, ancak 30 yıl sonra dönebildi.

İşgal altında ve sürgünde yaşadıklarını 1997 yılında yayınladığı ve aynı yıl Necip Mahfuz Ödülü’ne layık görülen kitabında anlattı. Edward Said’in önsözüyle yayınlanan ve Arap dünyasında büyük bir coşku ile karşılanan bu usta işi şiirsel hatırat 2004 yılında dilimize Klasik Yayınları tarafından ‘Şairin Filistin’i adıyla kazandırıldı.

Kitabın orijinal dilindeki adı “Ra’aytu Ramallah”. İngilizce’ye “I Saw Ramallah” (‘Ramallah’ı Gördüm’) olarak tercüme edilmiş. Hâl böyleyken neden hedef dil Türkçe iken serbest bir çeviri tercih edilmiş olabilir?

“Böyle çeviri olmaz, yanlıştır!” demek istemiyorum, altta yatan saiki merakla, soruyorum. Muhtemelen daha isabetli bir tercihtir, kitabın dikkat çekip okunmasına da katkı yapmıştır ki Küre Yayınlarında geçen yıl ilk baskısını, bu yıl da ikinci baskısını yapmış! (Kolay okunan, harika bir hatırat için 27 yılda 3 baskı. Filistin Edebiyatı’na olan ilgimize bir örnek sadece.)

Yayıncı, Ramallah’ı başlığa çekersek Türkiye’de ilgi görmez, diye mi düşünmüş?

(Ramallah neresi, ne işimiz olur bizim Ramallah’la!)

Kudüs’ün sadece 10 km uzağında bir şehir Ramallah.

Kaderin cilvesine bakın ki Aksa Tufanı’ndan sonra Mourid Barghouti’nin bir şiiri sosyal medyada şu başlıkla dolaşıma sokuldu ve çokça paylaşıldı, yeniden ve yeniden seslendirildi, kliplendirildi: “Filistinli Bir Şairin Şiiri”

(Önemli olan iyi şiir olması, şairin de Filistinli olması. Şairin adı yok! Kim tanır ki onu! Tanımıyoruz.)

Barghouti, kitabında, yakın arkadaşı Naci el Ali ile bir hatırasını naklediyor.

“Çocukları, otelin yüzme havuzunda oynarken, şöyle demiştim Naci’ye: ‘Şu çocuklar sen onları dünyada yalnız bırakabilecek kadar büyüyünceye kadar bekleseler bari.’”

Küçük kızı, İsrail’in bir saldırısında vurulan karikatürist, fizik tedavi için ailesini alıp şairin yanına, Budapeşte’ye gitmiş.

Havuzun kenarında oturuyorlarken şöyle tasvir etmiş Naci’yi.

“Üzerinde şortu vardı, göğsündeki kemikleri sayabilirdiniz.”

Havuzun sularından hüzün sıçrayabilir kitabın sayfalarına. (Her gün çizerek Hanzala ile ‘iletişim’de kaldığına inanmıştık, kemiklerin şehadetine gerek yoktu ey şair!)

“Biliyor musun Mourid, ben de bunun üzerine düşündüm. Ama sorun değil. Kendime sordum, ne bıraktı babam bana öldüğünde? Hiçbir şey. Yine de hayatta kalmayı becerdim ve kendimi yetiştirdim. Onlar da başlarının çaresine bakacaklardır.” (s. 157)

Yakın arkadaşı Naci el Ali, 49 yaşında sokakta silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Bir diğer yakın arkadaşı Gassan Kanafani 36 yaşında, evinin önünde aracına konulan bombanın patlaması sonucu… Cani İsrail’in, uzun yıllara yayılmış istila ve terörü ve binlerce ölümün arasında sürgüne mahkûm bir şair yazmasın da kim yazsın bu dizeleri:

“Yataklarımızda ölmek de iyidir
temiz bir yastıkta
ve arkadaşlarımızın arasında.
Bir kez olsun
ellerimiz göğsümüze kapanmış,
boş ve solgun,
çiziksiz, zincirsiz, bantsız
ve belgesiz ölmek iyidir.
Temiz bir ölümle ölmek iyidir,
gömleğimizde deliksiz
ve kaburgalarımızda delilsiz.
Yanağımızın altında kaldırım taşı değil, beyaz bir yastıkla,
ellerimiz sevdiklerimizin elleri arasında,
çaresiz doktorlar ve hemşireler etrafımızda,
arkamızda zarif bir vedadan başka hiçbir şey bırakmadan,
tarihe aldırmadan,
dünyayı öylece bırakarak,
bir gün bir başkası onu değiştirir diye umarak
ölmek iyidir.”

(Mourid Barghouti, Midnight and Other Poems – 2009)
(İngilizceden Çev. Zeynep Nur Ayanoğlu – 2021)

 

10.

Şair, otuz yılın ardından Filistin’e döndüğünde “dışarıdan” bir gözle çok sayıda kritik tespitte bulunuyor:

“Nereye gitsem, Filistin dışında basılmış kitapların bulunamamasından, halkın Arap ve dünya kültüründen izole edilişinden, dışarıdaki Arap yazarlarla irtibat kurabilme fırsatlarının yokluğundan dert yandı bana insanlar.”

İsrail’in sistematik işgal politikalarının edebiyata yansımaları pek gündeme gelmiyor. Oysa ki İsrail, bir yandan hızlıca “ilerlerken” öte yandan, Filistin’in her anlamda geri kalması için elinden geleni ardına koymuyor.

İsrail, kendi işgal, terör, talan ve yalan düzenini ifşa edecek, geriletecek her sesi, her soluğu kesmek için her yolu deniyor. Gazze’de son bir yıl içinde bilinçli olarak bebekleri, çocukları, kadınları, gazetecileri hedef aldığı gibi yazarları, şairleri, sanatçıları da hedef aldı, katletti.

Bunlar edebiyat dünyasının gündemine gelmedi fakat geçen yıl Ekim ayında Frankfurt Kitap Fuarı’nda ortaya çıkan skandal pek çok kesimden tepki çekti.

Filistinli yazar Adania Shibli’ye (1974), “Küçük Bir Ayrıntı” adlı romanı ile kazandığı ödülü takdim için düzenlenecek tören Frankfurt Kitap Fuarı yönetimince iptal edildi.

Gerekçe mi? Gerek var mı? Hamas bir terör örgütü ve İsrailli sivilleri öldürmüşken bir Filistinliyi, üstelik yazarı, üstelik de bir kadını, dünyanın en büyük kitap fuarında ödüllendirecek değiller.

Ne acı ki Filistin gibi işgal ve abluka altında yaşamayan bizler Arap (veya Fars) dünyasının edebiyat ve sanatına son derece uzak ve yabancıyız. Oysa ki ilim Çin’de de olsa gidip almaktan bahsedenleriz. Komşuluk hukuku bir yana, aynı inanç ve coğrafyanın, ortak değer yargılarının evlatları olarak bizler de dar sınırlara hapsetmişiz kendimizi. Karşılıklı bir hakir görme, kadir kıymet bilmeme hali içinde gözümüzü batıya dikmiş, sabitlemişiz.

 

11.

Otuz yıllık bir sürgünden, deli bir hasretle dönen şairin, kalemini duygularına biraz fazla bandırmasını bekleyebilirsiniz. Öyle olmamış. Şairin Filistini romantik bir kitap değil.

Düşen bir yurdu, kopup da baş üstü düşen tespih taneleri gibi dünyaya saçılmış yurttaşları motive etmeyi amaçlamıyor. Sert gerçekleri özeleştiriyi sakınmadan, hüzünle yoğurup seriyor okurun gözleri önüne:

“Ve şimdi sürgünümden dönüyorum… onların vatanına? Benim vatanıma? Batı Şeria ve Gazze‘ye? İşgal Edilmiş Topraklara? O bölgelere? Yahuda ve Samarya‘ya? Özerk hükümete? İsrail‘e? Filistin‘e? İsimleriyle bu derece akıl karıştıran bir başka memleket biliyor musunuz siz? Geçen sefer her şey netti, ben de nettim. Şimdi muğlâk ve belirsizim. Her şey muğlâk ve belirsiz.

Bu kipalı asker belirsiz değil. En azından silahı çok parıltılı. Silahı benim şahsi tarihimdir. Benim vatanımdan olmamın tarihidir. Silahı bizi şiirin memleketinden kopardı ve ardında bize memleket şiirini bıraktı. Ellerinde dünyayı tutuyor, bizse ellerimizde bir serap tutuyoruz.”

Şiirin memleketi hüzünlü portakallar yurduna dönüştü ve üzerinden bir savaş makinesinden ibaret İsrail’le özdeşleşen araçlar: buldozerler geçti.

 

12.

Gassan Kanafani’nin “Güneşteki Adamlar” romanı ile Adania Shibli’nin “Küçük Bir Ayrıntı” romanını peşi sıra okumak, mukayese etmek bereketli bir eylem olacaktır.

Her iki roman da kısa, derinlikli ve sarsıcı. Kanafani 1963’te, Shibli ise 2017’de yayınlamış eserini. Türkçe’de nitelikli yayıncıların (Metis ve Can) elinden, işinin ehli bir çevirmenin dilinden okura ulaştırılıyorlar.

Klasikler arasında yerini almış her iki kitap da hafızalardan silinmeyecek, üzerinde uzun uzun konuşulacak anlam kapıları açan sonlara sahip.

“Küçük Bir Ayrıntı” yazım tekniği birbirinden epey farklı iki bölümden oluşuyor. İki bölümü birbirine bağlayan olaysa İsrail askerleri için sıradan, küçük bir ayrıntı: 1949 yazında İsrail askerleri Necef Çölü’nde devriye gezerken rastladıkları bir grup bedeviyi develeriyle birlikte oracıkta katlederler. Nasılsa genç bir kadın sağ ele geçirilir. Kadını yanlarına alırlar. Bir süre sonra ona tecavüz eder, nihayet onu katleder ve çöle gömerler.

İkinci bölüm günümüze yakın bir dönemde Ramallah’ta geçer, Şairin Filistini’nde!

Şhibli, bizi genç bir kadının yanında bu olayı araştırmaya gönderiyor ve biz okurlar, İsrail’in dehşet verici işgal politikasının haritası içinde kendimizi kaybediyor buluyoruz. Kontrol noktaları, duvarlar, duvarlar, kontrol noktaları…

“Olay yeri ve onu belgeleyen müzeler ile arşivler, ülkenin ordusunun taksimine göre C Bölgesi dışında yer alıyor. Sadece dışında yer almıyor, aynı zamanda çok da uzağında, Mısır sınırına yakın bulunuyor. Oysa A Bölgesi’nden olduğumu gösteren yeşil kartımla gidebileceğim en uzun mesafe, evimden yeni işyerime kadar olan mesafe. Yasal olarak A Bölgesi’nden olan herkes, siyasi ve askeri istisnai koşullar yoksa B Bölgesi’ne gidebilir. Fakat bu istisnai koşullar o kadar çoğaldı ki hepsi kural haline geldi. Artık A Bölgesi’nden olan pek çok kişi B Bölgesi’ne gitmeyi aklına bile getiremiyor.”

 

13.

Filistin Edebiyatının öykü ve kısa roman (novella) türüyle öne çıkmış önemli ismi Gassan Kanafani’nin “Güneşteki Adamlar” kadar çarpıcı bir diğer romanı “Hayfa’ya Dönüş”, Otonom Yayıncılık tarafından Türkçe’ye kazandırılan “Filistin’in Çocukları” adlı kitapta, hikayelerinin sonunda yer bulmuş kendine.

Ali Çakmak, 2020 yılında Zoomkitap’tan yayınlanan özgün eseri “Düşmanlıklar Zamanı”nda bu iki romanı merkeze alarak Kanafani ve Filistin Direniş Edebiyatı başlığını teferruatlıca incelemiş.

Kanafani’nin adı güzel kendi güzel 2. öykü kitabı “Hüzünlü Portakallar Yurdu” beş kitaplık serinin parçası olarak Loras Yayınları tarafından 2020 yılında Türkçe okurun ilgisine sunulmuş.

 

14.

100 yıldır haritadan silinmek istenen bir ülkeyi ve tümüyle görmezden gelinip yok edilmek istenen bir toplumu hakkıyla tanımak ve anlamak istiyorsak onun edebiyatıyla hemhâl olmamız elzemdir.

Edebiyat bir bellek, bir tutanaktır. Egemenler, sakıncalı gördükleri Edebiyat’ı “hakim”lerin kürsüsüne çıkartmasalar da, o bir şekilde “yargılama”ya dahil olur. Yeri gelir “davalı” yeri gelir “davacı” veya “müşteki” olur. Hiç değilse “tanık” sıfatıyla dinlenir. Bu da olmadı; Edebiyat, “mahkeme salonu”na, hatta “adliye”ye dahi alınmadı mı? Gider, adliyenin önünde açıklama yapar!

Gün geldi, hakkında “yakalama kararı” mı çıkartıldı?  O, gizliden gizliye, elden ele, kalpten kalbe dolaşır, zamanla kol kola, geri gelir ve hükmünü verir!

 

15.

Geçenlerde “Beyaz Atlar Zamanı” adlı kitabı Türkçe’ye de tercüme edilmiş Filistinli şair, yazar, ressam İbrahim Nasrallah’la yapılan bir söyleşiyi seyrediyordum. Şu cümleleri dikkatimi çekti, not aldım:

“Yazmak, özgürleştirmektir. Bir yerle alakalı yazdığında o yeri düşmanın elinden koparıyorsun. Bir şehit hakkında yazdığında o şehidi mezarından çıkartıp diriltiyorsun.”

 

16.

Filistinli şair Necvan Derviş ile virgül koyalım:

“Bizi mezarlıkta değil sözcüklerde arasınlar.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Aksâ Tûfânı Dersleri: Özgürleşmeden Özgürleştirmek

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı üzerinden bir yıl geçti.

Muhatapları bakımından karşılıklı bir tûfân bu, kabul etmeli. Muhataplara sadece muharipleri, Siyonistleri, katliama uğrayan Filistin halkını dâhil etmiyorum. Yeryüzünün farklı coğrafyalarında Filistin halkının, Gazze şehrinin acısıyla sokakları, meydanları dolduran vicdan sahibi insanları, soykırımı destekleyenleri de o cepheler içinde anıyorum.

Her tûfânın birtakım sonuçları olur ya da olmaya devam eder. Aksâ Tûfânı, bir asrı aşan bir geçmişin ürünü. Her ne kadar şaşırtıcı bir çıkış, tahmin edilemeyecek bir hamle olsa da derinlere ulaşan kökleriyle güçlü bir ağacı andıran direniş sürecinin bir meyvesinden başka bir şey değildi ve her meyve gibi sürprizlere açık bir lezzeti oldu.

Aylar boyunca pek çok analiz okuyup dinlediğiniz için benzer tartışmaları genişletmek istemem lâkin kayıtlara geçsin diye birkaç hususun altını çizmekte yarar görüyorum. Aksâ Tûfânı sürecine şahitliğimizi doğrudan bir “taraf” olarak ortaya koymaya çalıştık; eylem ve beyanlarımızla hakikatin tecelli etmesi için gayret gösterdik lâkin kabul etmeli ki murâdımızın muhataplarda güçlü tesirler uyandırdığını söylemek oldukça zor.

İslami Hareketlerin seyri dolayımında yaptığımız tartışmaları besleyen bir süreçtir Aksâ Tûfânı; bir kere onu vurgulamak, yerini bihakkın tespit etmek gerek. İslami Hareketlerin olumlu-olumsuz bütün tecrübe ve birikimleri toplamında masaya yatırıp tartışmadığımız durumda bu süreçle ilgili değerlendirmeler hamasete ya da yazıklanmalara teslim edilecek, takipçileri için ortaya konulması gereken değeri yitip gidecektir.

Kassam Tugaylarının, Hamas’ın siyasi heyetlerinden bile gizli operasyonu olarak sunulan Aksâ Tûfânı, Filistin direnişinin askerî karakterini pekiştirmiştir. Bu hususun geniş bir anlaşmazlık zemini olarak karşımızda durduğunu elbette kabul ediyorum ancak kapsadığı alanın neredeyse sorgulanamaz genişliğini böylesi kritik bir aşamada bile tartışmak gerektiği kanaatindeyim. Direniş(ler)in tümüyle askeri faaliyet olarak eşitlenmesi, İslami hareketlerin ufkunu kökten etkileyecek bir tablo sunmaktadır. Bu tablonun tesirinde kaçınılmaz olarak kalacak her bir hareket için ıskalanamaz bir değerlendirme perspektifidir bu.

Hizbullah’ın hemen 8 ekimde başka bir muharip muhatap olarak Gazze’ye destek maksadıyla sürece dâhil olması ve başta Nasrullah olmak üzere lider kadrosunun suikastlara maruz kalması; yine Haniye’nin İran’da suikasta maruz kalmasıyla İran’ın sıcak savaş temrinlerine süratli başlangıcı; Yemen, Irak ve Suriye hatlarının inişli çıkışlı savaşkan fotoğraflarının daha da netleşmesi askeri faaliyetin direnişe eşitlenmesi hususiyetini iyice pekiştirdi.

Bu sarmal hakkında konuşmak şarttır. Direnişin çok boyutluluğu, farklı karakteristik veçheleri bağlamında söylenecek çokça sözümüz olmalıdır. Özellikle îmânî bir yükümlülük olan “şûrâ” kavramının gereği gibi anlaşılıp icra aşamasına geçirilememesiyle alâkalı problemler silsilesinin neredeyse tümüyle askerî bir faaliyet olarak tecessüm eden bir direniş algısının oluşmasına; bunun da halkları, toplumları doğrudan etkileyen ve ucu bucağı kestirilemeyen sonuçlar ürettiğine dikkat kesilmeliyiz. Batı Asya’nın/Ortadoğu’nun neredeyse akamete uğramayan güçlü bir döngü olarak şiddetin tutsağı olduğu gerçeğini belirleyebilirsek bunun bütün olası ya da fiili sonuçlarını kestirip gözlemek imkânına da pekâlâ sahip olabiliriz.

Egemen dünya düzeni tarafından Batı Asya’nın yamacına yapıştırılan Siyonist garnizon rejiminin mahiyetini Aksâ Tûfânı sürecinde bir kez daha görüp deneyimledik. Savaşın kaçınılmazlığı, tarihin durdurulamaz aşamalarında kendini gösterebilir ancak müslüman kalabalığın temerküz ettiği Batı Asya mıntıkasında emperyalizme/Siyonizm’e direnişin sadece bir avuç Filistin halkının omuzlarına yüklenmiş oluşu, bölge İslami hareketleri tarafından düşünülmeli ve bu mücadelenin hangi evrelerde askeri ya da “başka biçimler faaliyeti” olarak seyredebileceği şûrâ formunda müzakere edilmelidir. Bu zorunluluk, emperyalist-siyonist köklerin Filistin’i de içine alan Batı Asya mıntıkasının geniş coğrafyasından beslendiği dolayısıyla Filistin halkından önce o geniş coğrafi alanlarda meskûn toplumların bu kökleri Batı Asya’dan söküp atma yükümlülüğü ile de ahlâkî olarak uyum hâlindedir. Bunun siyasal mücadele programını da askeri faaliyetin çok önünde olacağı izahtan vârestedir.

“İslam dünyası” klişesinin bir-iki küçük kıpırdanış dışında hem entelektüel hem siyasal iradesizlik bağlamında bir kez daha parçalandığına tanık olduğumuz bir süreç oldu Aksâ Tûfânı. İşbirlikçilik ve ihanet sarmalının müslüman halkları yuttuğunu, iradelerini rehin aldığını acı bir şekilde bir kez daha gördük. Öfkemizi dindirecek bir ma’kes bulamadık. Siyonist katliam makinesine -başta Türkiye tarafından olmak üzere- gönderilen petrolün bir damlasını kesemedik, ticaretin bir kuruşluk hacmini iptal ettiremedik. Rüştünü ispat edip ümmete yol haritası olamadan Seyyid Kutupların, Ali Şeriatilerin beslemeye çalıştığı damarların salt askeri faaliyetlere evrilen güzergâhları hakkında düşünme çağrısı şu aşamada hiçbir değer görmeyecektir farkındayım lâkin Allah’ın günleri çoktur, aksi taktirde aynı hatalarla kuşaklar boyunca yüzleşmek kolayca yazgımız olabilecektir.

Popülist siyasi liderlere yakışan popülist eylem coşkunluğunun ürettiği ve ulus-devlet tecrübesinin son bir yüz yıldır öğrettiklerinden hiçbir ders alınmadığını gösteren “başkenti Kudüs olan bağımsız Filistin devleti” şeklindeki ucuz çözüm önerisinin coşkulu kabulü hâl-i pür melâlimizin etkili fotoğraflarından olmuştur. Son derece açık ve anlaşılır örnekler toplamı olarak başta İncirlik ve Kürecik olmak üzere çok sayıda ABD-NATO üssü barındıran, maddi manevi kaynaklarıyla tümüyle kapitalizmin/emperyalizmin avuçlarına teslim etmiş Türkiye’deki İslami çevrelerde olduğu gibi İslami hareketlerin kendi mıntıkalarını özgürleştirecek, yaşamın tüm alanlarını kuşatacak toplumsal/siyasal hareketler üret(e)meden, böyle bir zahmete tevessül etmeden füze ve roketlerle remzedilen askeri faaliyetlere özgürlük muştusu olarak bel bağlamaları trajediden öte bir durumu işaret eder.

“Özgürleşmeden özgürleştirmek” iddiası hakkında konuşulmalıdır. Sömürge zincirini tamamlayan bir halka olarak bütünden kopmadan ya da o halkayı koparmadan çizilen o çerçevenin iddiası hangi seviyede değerlendirilmeyi hak edecek, göreceğiz. Şeytanın bütün ordularını hizaya dizip hakikatin, mazlum ve mustazafların üzerine sevk ettiği bir vasatta hakikat cephesinin başta hakikat, sonra da stratejiler hakkında lâyıkıyla fikredip müzakere etmemesi sefaletimizin devamının garantisi olma bahtsızlığını bize tekrar yaşatmaktadır.

“Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinden bu yana anti-kapitalist isyanlar, Arap Baharı gibi süreçler ideolojik çerçevesizlik ve şûrâyı esas alan irili-ufaklı örgütlülüklerden yoksunluk gibi nedenlerle akması gereken havuzlara yönelip tesirli neticeler üretemedi, mevcut düzenleri sarsamadı. Aksâ Tûfânı’nın başından bu yana özellikle Batı’da sokakları dolduran coşkulu protestolar için de bu değerlendirmeler geçerli. İslami hareketlerin Batı Asya ya da başka diğer coğrafyalarda yaşadıkları da bundan bağımsız değil. Dönüp dolaşıp ancak insan hakları söyleminin kıyılarına tutunabilen mücadelelerdeki başarısızlık hissiyatı şiddet ve ona bağlı olarak askeri faaliyet ortaya çıkınca sorgusuz bir yücelticilik eğilimine teveccüh gösterebiliyor.

Direniş/ler/in mahiyeti hakkında yeterli bir fıkhetme ediminden mahrum olduğumuz ortada. Zülkarneyn peygamberin misyonunun mirasçı olmak bu fıkhedişin zaman ve mekâna göre çeşitlenmesi demek. “Özgürleşmeden özgürleştirmek” bahtsızlığından ancak kimlik kirliliğini izhar eden sembol ve söylemlerden azat olmayla başlayıp yüksek bir iman ve ideoloji makamına kanatlanmakla kurtulunabilir.

Yerelden küresel ölçeğe uzanacak ittifak halkaları, şûrâyı ihmal etmeden bir zincire dönüşebilirse Zülkarneyn modeline ulaşılabilir. Şûrâ ihmal edilirse hikmet kaybolur. Hikmetin Batı Asya’da insanların dinî saik ve motivasyonlarla birbirini boğazladığı yakın geçmişte bir kez daha bizi terk ettiğine kânî olduk. Cemel ve Sıffîn mirasçılarının tekraren hikmetle buluşması “şûrâ”yı diriltmekten geçmektedir.

Egemen dünya düzeninin farklı cephelerinin yaşadıkları rekabetin bir gereği olarak direniş hareketleriyle temas kurma niyetleri, mezkûr direniş hareketleri için ölümcül hamleler olabilir. Kat’î sûrette bu tuzaklardan sakınmak icap eder. Filistin’deki direniş örgütlerinin Çin aracılığıyla bir araya gelişleri bu durumun yakın dönemdeki çarpıcı bir örneğidir ve özgürleşme amacındaki mücadeleleri egemen dünya düzeni içindeki rekabetin taraflarından biri yapar ki bu da ancak “özgürleşmeden özgürleştirmek” çelişkisinin yeni, talihsiz bir örneği olur.

Hucurât sûresi 9. ayetin bir gereği olarak problemlerini çözemeyen müslümanların İslam düşmanı organizasyonların arabuluculuğuna onay vermesi; yine bir küresel güce karşı başka küresel güçlerle ittifak kurması reel siyasetin İslami kimlik ve sorumluluğa galebe çaldığının göstergesidir. Bu aşamada teorik ve çarpıcı bir yaşanmışlık olarak kurucu bir siyasi irade olan “hicret”in üreteceği dinamizmin de üzerinde düşünülmekten uzaklaşılmış temel İslami kavramlardan biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.

İradelerini kısmen ya da bütünüyle bir şekilde ulus devletlerin iradelerine teslim etmiş toplumsal hareketlerin ya da direniş örgütlerinin zihinsel/entelektüel bir yenilenmeye ihtiyaç duyduğu açıktır. Yola, şartların zorladığı istikamette devam etmek zorunda değiliz. “Son saat”e değin adalet ve zulmün, tevhid ile şirkin kapışması sürecekse Rabbimizin ısrarla vurguladığı vahyî ilkelere tutunmada sebat etmeliyiz. Aksi taktirde dünyada da ahirette de herhangi bir muzafferiyetten bahsedemeyiz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM