Connect with us

Haberler

Afganistan’da Barış Görüşmeleri ve Savaş Paralel Olarak İlerliyor

Yayınlanma:

-

Son birkaç yıldır Afganistan’ın ulusal ve uluslararası düzeyde en önemli gündem maddesi “barış” olmaya devam ediyor. Medyada her gün konuyla ilgili onlarca habere rastlamak mümkün. Şubat 2020’de Taliban ile ABD arasında imzalanan anlaşma, Doha’da Taliban ve Afganistan hükümeti ve diğer siyasi gruplar arasında yaklaşık 15 aydır devam eden müzakereler, taraflar arasında Rusya’da yapılan görüşmeler, gündeme gelen ve iki defa ertelenen İstanbul toplantısı, ABD ve NATO’nun Afganistan’da çekilme süreci ve her geçen gün şiddetini arttıran savaş…

20 yıldır devam eden ABD/NATO işgali ve Afgan gruplar arasındaki iç savaşın ulusal, bölgesel ve uluslararası birçok boyutunun olması, barış görüşmelerini tabii olarak zorlaştırmaktadır. Bu nedenle Afganistan barış sürecine dair birçok muhtemel sonuçtan söz edilebilir. Birinci ihtimal ABD ve NATO güçlerinin Afganistan’ı bütünüyle terk etmesinden sonra Taliban ile Afganistan hükümeti ve diğer siyasi gruplar arasında kalıcı ve uzun vadeli bir anlaşma sağlanması ve ortak bir yönetimin kurulması. İkinci ihtimal Taliban ile Afganistan hükümeti arasında kısa süreli bir barış sürecinin ardından tekrar iç savaş ve çatışma sürecine dönülmesi. Üçüncü ihtimal ise Taliban ile Afganistan hükümeti ve siyasi grupları arasında uzlaşmaya varılamaması ve savaşın şiddetini daha da arttırması… Afganistan barış sürecinin bu üç durumdan biriyle sonuçlanması ihtimal dâhilindedir. Hatta ikinci veya üçüncü ihtimal ne yazık ki daha mümkün görünmektedir.

Afganistan barış görüşmelerinin nasıl bir noktaya evrileceğini daha sağlıklı bir biçimde öngörebilmek için tarafların temel taleplerine, hassasiyetlerine ve siyasi hesaplarına bakmakta yarar vardır. Afganistan sorunun ve barış sürecinin yerel ayağının bir tarafında Taliban, diğer ayağında mevcut hükümet ve barış heyetini oluşturan diğer siyasi gruplar yer almaktadır. Bölge ayağında başta Pakistan olmak üzere bölge ülkeleri ve komşular; küresel ayağında ise uluslararası güçler bulunmaktadır. Afganistan işgaline, Afganistan iç savaşına ve Afganistan barış sürecine bu tarafların gözüyle bakıldığında bazı ortak noktaların yanında çok farklı sonuçları da öngörmek mümkündür. Şöyle ki;

Afganistan meselesinde komşu ve bölge ülkeleriyle uluslararası güçler bir kenara bırakılırsa; meselenin ulusal ayağının bir tarafında Taliban, diğer tarafında ise mevcut hükümet ve diğer siyasi/kavmi/dini gruplar bulunuyor. Buradan da anlaşılacağı üzere Taliban’ın karşısında yer alan taraf(lar) yekvücut değil aslında. Zira bu tarafta Cumhurbaşkanı Gani’nin başında olduğu hükümet ayrı baş çekiyor, Abdullah Abdullah’ın başında olduğu barış heyeti ayrı baş çekiyor, Hizb-i İslami, Cemiyet-i İslami gibi dini/siyasi yapılar da ayrı baş çekiyor. Hatta Afganistan’da düzenlenen son seçimin ardından yaklaşık bir sene önce kurulan hükümet ve barış heyetinin faaliyetlerine, açıklamalarına ve uluslararası görüşmelerine bakıldığında, özellikle barış süreci bağlamında fiili olarak iki hükümetin varlığından bile söz edilebilir. Cumhurbaşkanı Eşref Gani ve hükümet kanadı, ABD’nin de istediği ve önerdiği ortak veya geçici hükümet modelini -şimdilik- kabul etmezken, erken seçimi teklif etmektedir. Oysa Afganistan kamuoyunu yakından takip eden herkesin bildiği üzere Gani’nin temel amacı ne pahasına olursa olsun hükümetin başında kalmaya devam etmektir. Ya mevcut görev süresi bitene kadar ya da yeni kurulacak olan hükümetin başında olmak. Bununla birlikte Afganistan hükümet(ler)inin ABD ve NATO’ya rağmen siyasi ve ekonomik açıdan ayakta kalmasının mümkün olmadığı bilinmektedir. Bu nedenle Gani’nin amacı, mevcut konumunu ve çıkarlarını korumak için pazarlık payını arttırmaktan başka bir şey değildir. Buna karşın Afganistan devletinin resmi bir organı olan, Abdullah Abdullah’ın başında olduğu ve hemen hemen Taliban karşıtı bütün siyasi, dini ve milli şahsiyet, grup ve partilerin içinde bulunduğu Milli Şura Heyeti ise, hükümetin aksine ortak veya geçici hükümet önerisine sıcak bakmakta ve bunda ısrar etmektedir. Kısacası Taliban karşıtı cephede birliğin söz konusu olmadığı, taraflar arasında ciddi ihtilaf konularının ve farklı hesaplarının olduğu söylenebilir. Gerçi bu cephenin bayramdan sonra yapılması planlanan İstanbul toplantısı için ortak bir yol haritası ve metin üzerinde anlaşmak için çeşitli girişimleri var ancak şu ana kadar bir sonuca ulaşılmış değil. Ancak bölük pörçük olsa da Taliban karşıtı cephenin şu ortak vurgularından söz edilebilir. Son 20 yılda elde edilen kazanımlardan ödün vermemek. Bu kazanımların başında da demokrasi, insan hakları, kadın hakları, kadınların eğitimi ve medya özgürlüğü gelmektedir.

Taliban tarafında ise durumlar daha farklı seyretmekte. Taliban, barış sürecinin ABD ile imzaladıkları anlaşma çerçevesinde ilerlemesi gerektiğini sık sık vurgulamakta ve bunda da ısrar etmektedir. Taliban’ın bu anlaşmaya dayanarak barış müzakerelerinde öne sürdüğü taleplerin başında şu konular gelmektedir. ABD ve NATO güçlerinin 1 Mayıs’ta ülkeyi tamamen terk etmesi gerektiği (ki, bu tam anlamıyla gerçekleşmedi ancak çekilme süreci başladı), geçen sene serbest bırakılan 5 bin Taliban mensubuna ilaveten kalan 7 bin mensubunun da serbest bırakılması. BM’nin kara listesinde yer alan Taliban yöneticilerinin kara listeden silinmesi ve Afganistan’da İslam’a dayalı bir yönetimin kurulması. (Her ne kadar Afganistan devletinin mevut resmi adı “Afganistan İslam Cumhuriyeti” olsa da Taliban, mevcut sistemin İslami olduğunu kabul etmiyor.)

Barış görüşmelerine ve sürecine Taliban’ın penceresinden bakıldığında şu muhtemel sonuçlara varmak mümkün görünmektedir: Taliban’ın, ABD ile yaptığı anlaşmadan ve son dönem açıklamalarından bir tür uluslararası meşruiyet hedeflediği anlaşılmaktadır. Yani Taliban Afganistan’da kendi inanç ve ilkeleri doğrultusunda bir sistem kurulmasını amaçlamaktadır ama bunun yanında bu sistemin dünya kamuoyu ve uluslararası güçler tarafından tanınmasını da istemekte ve amaçlamaktadır. Buradan bakınca Taliban’ın 20 yıl önceki yönetim tecrübesinden nispeten farklı düşünmeye bağladığı düşünülebilir. Diğer taraftan Taliban’ın dinî ve siyasal düşüncesine bakıldığında; ortak hükümet, cumhuriyet, seçim ve demokrasi ile bir uzlaşma zemininde buluşması imkânsız veya çok zor görünmektedir. Zira Taliban, bu sistem ve yöntemlerin hiçbirisinin İslami olmadığına inanmaktadır. Bir yönetim sistemi olarak emirlik ve/veya hilafeti, yönetim aracı olarak da seçimi değil, atama ve azil yöntemini kabul etmektedir. Dolayısıyla Taliban’ın, dini ve siyasi olarak kendisinden farklı düşünen kesimlerle ortak bir sistem ve yönetim etrafından buluşması pek mümkün görünmemektedir. Üstelik bu kesimler kendileriyle 20 yıldır savaştığı, kendilerini işbirlikçi olarak gördüğü ve bir kesiminin seküler ve demokratik siyasal düşünceye sahip olduğu kimseler olunca, durum daha da çetrefilli bir hal almaktadır.

Bunun dışında Taliban, 20 yıldır mevcut hükümeti ve yönetimi resmi olarak tanımıyor. Bu nedenle ABD ve NATO’nun ülkeyi terk etmesinden sonra Taliban’ın mevcut yönetimi devirmek ve ülkenin tamamına hâkim olmak için savaşın şiddetini arttırabileceği düşünülüyor. Ne yazık ki bu ihtimal, mevcut seçenekler arasında en öne çıkan seçenek gibi görünüyor. Bu noktada Taliban’ı savaşın şiddetini artırmak ve askeri yolla ülke yönetimini tek başına ele geçirmekten men edebilecek en caydırıcı etken, “uluslararası meşruiyet ve tanınma” faktörü gibi duruyor. Ayrıca hükümete mensup askeri güçler dışında, bütün siyasi grupların, her bölgenin ve kavmin en kötü şartlara göre hazırlandığı ve silahlandığı göz önünde bulundurulduğunda muhtemel bir iç savaşın mutlak galibinin olmayacağı açıktır. Böyle bir durumda sadece savaş şiddetlenir, çatışmalar ülkenin her yerine yayılır, ülke bir on veya yirmi yıl daha iç savaşın pençesinde kıvranır durur ve olan ne yazık ki sadece halka olur.

Şimdilik Afganistan barış müzakereleri, Nisan ayında iki defa ertelenen, Ramazan Bayramından sonra yapılması plânlanan ve tarafların birinci derece liderlerinin katılacağı İstanbul toplantısına odaklanmış durumda. Doha’da yürütülen görüşmelere ek olarak BM’nin himayesinde, Türkiye ve Katar’ın da iş birliğiyle ilki 16, ikincisi 24 Nisan’da yapılması plânlanan İstanbul Toplantısı, Taliban’ın toplantıya katılmaması nedeniyle iki defa ertelendi. Taliban, İstanbul toplantısına katılmama gerekçesi olarak önce konuyu istişare etmekte oldukları, sonra ilk toplantıya yetişemeyecekleri, en son da ülkedeki bütün yabancı güçler ülkeyi tamamen terk etmedikçe Afganistan ile ilgili hiçbir toplantıya katılmayacakları yönünde açıklama yaptı. Bu nedenle toplantı bayramdan sonra belirsiz bir tarihe ertelendi. Taliban’ın düzenlenecek olan İstanbul toplantısına katılıp katılmayacağı henüz netlik kazanmamasına rağmen başta ABD temsilcisi Halilzad ve Pakistanlı yetkililer olmak üzere Taliban’ı ikna çabaları sürmektedir. Büyük ihtimalle Taliban, bu toplantıya katılacaktır ancak bundan önce pazarlık gücünü arttırmak ve bazı kazanımlar elde etmek istiyor gibi görünüyor: Kalan 7 bin mensubunun serbest bırakılması ve BM’nin kara listesinden çıkarılması gibi…

Hükümet kanadı ve diğer siyasi gruplardan oluşan Afganistan Milli Barış Heyeti ise, İstanbul toplantısına ortak talep ve şartlarla gitmek için ortak bir belge üzerinde anlaşmaya çalışıyor. ABD temsilcisi Halilzad’ın bu cepheye sürekli yaptığı tavsiye ve uyarıların da bu yönde olduğu söylenebilir: Kendi aralarında ittifakı sağlayarak müşterek talepler üzerinde anlaşmak ve ortak bir duruş sergilemek…

Bütün bu gelişmeler göz önüne alındığında İstanbul toplantısının beklendiği şekliyle gerçekleşmesi durumunda Doha’daki müzakerelere büyük katkı sunacağı, Afganistan Barış Görüşmelerinde bir dönüm noktası olabileceği ve nihai kararların alınabileceği öngörülebilir. Ancak yukarıda kısmen değinilen Taliban ve diğer Afgan taraflar arasındaki siyasal uzlaşma zemininde buluşmaya dair zorluklar, özelde İstanbul toplantısı, genelde barış görüşmeleri önünde en büyük engel olarak görünmektedir. Buna, bölge ülkeleri ve uluslararası güçlerin çıkarları ve siyasi hesapları da katıldığında barış görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanması veya uzun vadeli bir barışın gerçekleşmemesi ne yazık ki muhtemeldir.

YeniPencere, özel     

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

Erol Eğrek Cinayeti Üsküdar’da Protesto Edildi

Yayınlanma:

-

Eğitim İlke-Sen, Sağlık İlke-Sen, TOKAD ve ÖYB, Üsküdar’da bir eylem tertip ederek tazminat hakkını talep eden Erol Eğrek’in Çalık Holding güvenliği tarafından katledilmesini protesto etti.

Eylem boyunca “Hak Hürriyet Adalet Direnişle Gelecek, Katil Sermaye Hesap Verecek, Sermayenin Değil Rabbimizin Kuluyuz, İşçiler Ölüyor Sermaye Büyüyor, Katil Çalık Hesap Verecek, Koruma Kollama Katilleri Yargıla, Emekçiler Köle Olmayacak, Yaşarken Kölelik Ölürken Cinayet, Yaşasın Emeğin  Dayanışması, Sermayeyi Değil Yaşamı Savun, Sermayeyi Değil Emeği Savun, Sömürücü AKP Hesap Verecek, Emeğe Uzanan Eller Kırılsın” sloganları atıldı, tekbir getirildi.

Topluluk adına Sacide Uras’ın okuduğu açıklamanın tam metni şu şekilde:

Erol Eğrek Cinayeti, Gözü Dönmüş Sermaye Düzeninin Emek ve İşçi Düşmanı Yüzünü Bir Kez Daha Göstermiştir!

Erol Eğrek, tazminat hakkını istediği için EMEK VE İŞÇİ DÜŞMANI GÖZÜ DÖNMÜŞ SERMAYE DÜZENİNİN Çalık Holding güvenliği tarafından dövülerek katledildi! Bu cinayetin hesabını sormak için alanlardayız!

Evet, emek düşmanı Çalık Holding’ten tazminatını isteyen bir işçi hunharca katledildi!

Holdingin, Türkmenistan’da bulunan fabrikasında çalışan 49 yaşındaki Erol Eğrek, 10 yıldır tazminat mücadelesi veriyordu. Çalık Holding’den 7 milyon lira tazminat alacağı bulunan Eğrek, defalarca sesini duyurmaya çalıştı. Eğrek, bu süreçte açtığı tüm tazminat davalarını da kazandı ancak hakkı olan tazminatı ödenmedi.

Böylece egemenlerin hukukunun ezilen sınıflar için ne manaya geldiği bir kez daha görülmüş oldu.

Cuma günü İstanbul Şişli’de bulunan Çalık Holding binasına tazminatı için görüşmeye giden Erol Eğrek, binaya alınmadı. Eğrek ile bina güvenliği ve korumalar arasında gerginlik çıktı, Eğrek’in binaya girişi engellendi.

Binaya girmeden önce bir videoyla son kez sesini duyurmak isteyen Eğrek, “10 yıldır tazminatımı alamıyorum. Haklarım için uğraşıyorum. Tazminat haklarımı versinler, başka bir isteğim yok!” dedi.

Bina önünde kafasına ateşli silah dayayan Eğrek, tam 10 kişi tarafından darp edildi. 10 kişi, hakkını arayan Eğrek’in etrafını sararak onu öldüresiye dövdü. Aile, Eğrek’in ölümünün hastanede değil, holding binasında olduğunu savunuyor.

Aileye göre olay yerindeki polis ekipleri de sağlık görevlilerine Eğrek’in darp sırasında fenalaştığını söylüyor. Uğradığı darptan sonra Eğrek, Okmeydanı Cemil Taşçıoğlu Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı, daha sonra cansız bedeni Adli Tıp Kurumu’na gönderildi.

Senelerce ÇALIK Bünyesinde Çalıştı

Eğrek, 1997’de ÇALIK bünyesinde GAP Güneydoğu Tekstil’de çalışmaya başladı. Fabrikanın ring iplik bölümünde 5 yıl boyunca elektrik-elektronik bakım sorumlusu olarak çalıştı. 2003’te Türkmenistan’a giden Eğrek, Aşkabat ve Kıpçak kentlerinde holdinge bağlı Balkan Dokuma Fabrikası ve Serdar İplik’te elektro-mekanik alanında çalışmaya başladı. Eğrek, daha sonra Türkmenistan’da Belda İnşaat’a bağlı Türkmenbaşı şantiyelerinde de elektrik şefi olarak çalıştı.

Eğrek, ÇALIK ile yakın ilişkileri olduğu bilinen COTAM’da da çalıştı. Türkiye’ye dönerek çalışmaya devam eden Erol Eğrek, CV’sine “ISO denetimleri, zayıf akım sistemleri, otomasyon çözümleri ve hakediş hazırlama konularında uzmanlaştığını” yazdı.

Eğrek, 10 yıllık çalışmasının karşılığında alacaklarını talep etti, tazminat alacakları için farklı tarihlerde birden fazla kez yasal yollara başvurdu. Eğrek’in öldürülmeden önce paylaştığı belgelere göre holding, kendilerinin alacaklardan doğrudan sorumlu tutulamayacağını savundu. Eğrek, daha önce yöneticilerden bazılarının ‘Gülen Cemaati mensubu’ olduğunu, kendisine baskı ve mobbing uyguladıklarını iddia etmiş, bu iddialarına yönelik açılan iftira davasını da kazanmıştı.

“Babamın Hayatını, Bizim Hayallerimizi Çaldılar”

Erol Eğrek’in 4 çocuğundan biri olan Yasin Eğrek, babasının mücadelesini tek başına verdiğini söyledi ve “Babamın 13 yıldır alacağı var. Bu zamandır uğraşıyor, hiçbir zaman sesini duyuramadı kimseye. Defalarca bize ‘Kimse sesimi duymuyor!’ diyordu. Oraya kötü niyeti olmadan gitti. Elindeki silahla kendisine de sıkmazdı. Babam çok zeki, çok iyi kalpli bir insandı. Çok merhametliydi!” diye konuştu.

Yasin Eğrek, ÇALIK Holding’ten haklarını isteme sürecini şöyle özetledi:

“10 yılı aşmıştır, uğraşıyoruz. Davayı kazandık, vermediler. Arkalarında devlet mi var? Kim var? Davayı kazanmamıza rağmen tazminatını vermediler. Maddi olarak sıkıntılı bir durumdaydı. Ölmeseydi babam, düğünümüz olacaktı. Yaza abimin düğününü yapacaktık. Bizim hayallerimizi bizden çaldılar.”

“Hastanede Öldüğü Doğru Değil”

Babasının ölüm belgesini imzalayan Yasin Eğrek, “Babam darp edilerek öldürüldü. Haberlerde yazdığı gibi hastanede öldüğü doğru değil. Onu binanın önünde dövüp sonra içeri aldılar, içeriden görüntü yok. Biz gördük. Yüzü, boynu, omzu… Her yeri yara bere doluydu. Bir sürü yara vardı; morluklar, darp izi vardı” diye konuştu.

“İşten Çıkartılma Sebebi Uğradığı Baskılardı”

Babasına açılan iftira davasını da anlatan Eğrek, “Babamın işten çıkartılma sebebi uğradığı baskılardı. Müdürlerin FETÖ’cü olduğunu söylediği için işten atıldı. Ama kendisine mobbing yapan bu müdürlere iftira etti diye dava açıldı. Babam bu davayı da kazandı. Bugüne kadar açtığı ya da kendisine açılan tüm davaları kazandı babam. Kazanmasına rağmen tazminatını alamadı. Avukatların, ödeme yapıldığı savunması da gerçek değil. Bize hiçbir şekilde ödeme ulaşmadı. Arkalarındaki güce güveniyorlar. Biz hâkimlere, savcılara derdimizi anlatamıyoruz. Kazandığımız davayı bile bize vermediler” dedi.

Son olarak Yasin Eğrek, ablası, abisi ve ikiz kardeşi için şu çağrıda bulundu: “Bunu okuyan, gören herkes babam için gücü yettiği her yerde sesimizi duyursunlar. Bizim sesimizi kısamayacaklar. O bizim için sesini yükseltti, bizim için kendisini feda etti. Böyle olsun kimse istemezdi.”

Evet, katledilen Erol Eğrek’in oğlu böyle anlatıyor babasının dövülerek öldürüldüğü olayı ve bütün bir süreci.

Aslında bütün bu anlatılanlar emeğe, emekçiye, yoksul işçi sınıfına bu ülkede patronların, devletin, hukukun, mahkemelerin nasıl muamele ettiğinin açık kanıtı olarak okunmalıdır. Emekçilerin alın teri göstere göstere çalınmakta, üstüne bir de darp edilmekte, bununla da yetinmeyip güpegündüz öldürülmektedir!

Gözü dönmüş azgın sermaye düzeninin bu Firavunvârî tavrına yabancı değiliz! Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi ülkemizde de bu pervasız, arsız düzen için alın terinin, emeğin hiçbir kıymet-i harbiyesi kıymeti yoktur.

Erol Eğrek’i vahşice katleden düzenin hep birlikte röntgenini çekelim:

Milyonlarca emekçiye, açlık sınırında yaşamlar dayatan şeytânî sermaye düzeni halkımızı amansız bir cendereye almıştır. Kölelik, rıza gösterilmesi istenen bir statü olarak kabul ettirilmek istenmektedir. Sermayesever AKP düzeni, sömürücü politikalarıyla hâneleri yangın yerine çevirmiştir.

Alın teri yağmalanmış, emek değersizleştirilmiştir.

Çalık Holding’in vergi karnesine bakalım arkadaşlar. İşçisini gün ortasında katleden ve AKP’li yıllarda korunup kollanarak azmanlaşan bu holding, 2019’dan bugüne pek çok benzeri gibi hiç kurumlar vergisi ödememiştir.

Faturası yoksullara kesilen sözüm ona “krizler”, kapitalistler için daha büyük ve yeni fırsatlar yaratmakta; işçilerden, emekçilerden çalınanlarla harâmîler, servetlerine servet katmaktadır!

 

 

Şunu peşinen söylemeliyiz ki, kölelik düzeninin en açık, en net göstergesi asgarî ücrettir. Asgarî ücret hâl-i hazırda 22 bin 104 lira 67 kuruş olarak uygulanırken açlık sınırı 25 bin liraya ulaşmıştır! Şair Turgut Uyar’ın mısralarına yansıdığı üzere “Açlık Çoğunluktadır!”

Bu hakikat, Türkiye’deki mevcut durumun en net fotoğraflarından biridir.

Hakça Üretim ve Bölüşüm, Âdil Paylaşım” ilkesini reddeden bu sömürü düzeninde, emekçilere ancak kölelik rolü biçilmiştir!

Türkiye, emekçiler için bir cehennem konumundadır. Artık dünyanın en prestijli iktisat dergilerinde sömürü oranı en yüksek ülkeler arasında gösteriliyoruz.

Köleci kapitalist düzen işçileri kesintisiz bir katliâma tâbi tutmaktadır. Erol Eğrek kardeşimizi güpegündüz katleden bu azgın düzen bakın bir yılda, bir ayda, bir günde kaç işçi kardeşimizi katlediyor:

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin verilerine göre 2024 yılında her gün en az 5 işçi olmak üzere 2 bine yakın emekçi kardeşimiz, iş cinayetlerinde katledilmiştir.

MESEM öğrencisinden mevsimlik tarım işçisine, gencinden yaşlısına, mültecisinden yerlisine, kadınından erkeğine kadar onca işçi kardeşimiz yollarda, makine başlarında, inşaatların tepelerinde, siyanür havuzlarında katledilmiş; sermayedarlarların daha çok kazanma hırsları için yaşamlarından kopartılmıştır.

Her ay 200’e yakın emekçi, yoksul halkımızın evlatları bu cinayet düzeninde katledilmek üzere sırasını beklemektedir.

Bu süregiden katliam düzenini egemenler sorun etmeyip halkımızın gündeminden kaçırmakta, bununla da yetinmeyip mahkeme kararlarına rağmen alacaklarını ödemedikleri yoksul emekçileri egemen düzenin hukukuna güvenerek uluorta katletmektedirler.

“Kader” söylemiyle Allah’ın dinine iftira atarak işçiye “Yaşarken kölelik, ölürken cinayet” dayatılmaktaydı şimdi o söyleme de gerek kalmadan doğrudan cinayet tercih edilmeye başlandı.

Dikkat edelim arkadaşlar: Bu tablo, korkunç bir tablodur!

Elbette Allah kimseye zulmetmez fakat egemen azınlıklardır ezilenlere, mazlum ve mustazaflara zulmeden!

Şundan eminiz ki Âlemlerin Rabbi Allah, bu katliamcı fâillerin hesabını ahirette mutlaka görecektir; biz de bu hesabı bu dünyada sormak için elimizden geleni yapacağız!

Sokak ortasında kadınları öldürenler, işçileri türlü yollarla katledenler bu cesareti nereden alıyorlar? Bu sorunun cevabını elbette hepimiz biliyoruz! Cezasızlık, hukuksuzluk bütün bu döngünün ana sebeplerindendir.

2023 yılında canlı canlı yakılarak öldürülen Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani’nin katillerine daha dün ödül gibi cezalar verilmedi mi?

Mahkeme kararlarıyla haklı olduğu kesin olan Erol Eğrek, gasp edilen hakkını almak için, çocuklarına yuva kurmak için uğraşırken gündüz vakti ÇALIK güvenliği tarafından katledilmiştir. Bu cinayet, iş kazası diye geçiştirilen ve ayda 200 civarındaki işçi kardeşimizin hayatına kasteden düzenin gerçek yüzünü ortaya koymuş; yoksul emekçi sınıfların düzen tarafından nasıl göründüğünü açık etmiştir.

Erol Eğrek cinayetinin ve katledilen bütün emekçi kardeşlerimizin hesabını soracağız! Bıçak kemiğe dayanmıştır. Herkes bilsin ve duysun ki Allah’ın izniyle emekçiler köle olmayacak, köleci düzen yıkılacak!

Devamını Okuyun

Haberler

Üsküdar’da Gazze Nöbetleri Devam Ediyor

Yayınlanma:

-

Eğitim İlke-Sen, Sağlık İlke-Sen, Özgür Yazarlar Birliği ve TOKAD tarafından tertip edilen Gazze Nöbetleri devam ediyor. 07 Mayıs 2025 çarşamba günü Üsküdar Mimar Sinan Meydanında yapılan nöbet eylemi “Gazze, Yemen ve Mersin Direnişimize Bin Selam!” temasıyla yapıldı.

Eylem boyunca “Gazze’de Çocuklar Açlıktan Ölüyor, Katil İsrail Filistin’den Defol, Yaşasın Yemen Direnişimiz, Katil ABD Ortadoğu’dan Defol, İstanbul’dan Yemen’e Direnişe Bin Selam, Emperyalizm Yenilecek Direnen Halklar Kazanacak, Vicdan Gemisi Onurumuzdur, Gemiler Gazze’ye Hayfa’ya Değil, Gemi’ye Vicdana Direnişe Sahip Çık, Zulme Karşı Omuz Omuza, Yaşasın Mersin Direnişimiz, Bakü Ceyhan Hattından Akan Petrol Değil Kan, NATO’dan Çıkılsın Üsler Sökülsün, Kürecik Radarı İsrail’in Kalkanı, Erdoğan BOTAŞ’ın Vanasını Kapat, İşbirlikçi AKP Hesap Verecek, Trump’ın Değil Mazlumların Dostuyuz, Rümeysa Öztürk Onurumuzdur” sloganları atıldı, tekbir getirildi.

Topluluk adına Şilan Deniz’in okuduğu açıklamanın tam metni şu şekilde: 

Gazze, Yemen ve Mersin Direnişimize Bin Selam!

Gazze’de insanî durumun vahameti giderek artıyor. İnsani yardım koridoru hâlâ kapalı ve beslenme yetersizliğine bağlı nedenlerle 60’a yakın çocuk yaşamını yitirdi.

BM kurumları yardım girişi için sürekli acil çağrı yapıyor. İşgal devleti ise yardım girişlerini tamamen kendisinin kontrolünde olmasını istiyor.

Diğer yandan Siyonist şebeke, işgali tüm Gazze’ye yaymak üzere askeri operasyonu genişletme kararı açıklandı.

Ateşkes sürecindeki esir takasında özgürleşen Batı Şeria’daki kimi Filistinliler yeniden tutuklandı.

İşgal devleti, ABD ve İngiltere, Yemen’in havaalanları, limanları ve altyapı tesislerine ağır saldırılar düzenliyor.

KAHRAMAN YEMEN’İN YANINDAYIZ!

Aksa Tûfanı’nın başından bu yana Gazzeli kardeşlerini yalnız bırakmayan, iman ve hikmet yurdu Yemenli kardeşlerimiz; Ben Gurion Havalimanı’nı 4 Mayıs 2025 tarihinde yeni bir hipersonik füzeyle vurdu.

Buna karşılık Yemen de Ben Gurion havaalanına balistik füzelerle saldırdı. Birçok uçuş iptal edildi, kimi şirketler uzun bir süre için uçuşlarını askıya aldı.

Bu hamlenin ardından deliye dönen siyonist rejim ve onun suç ortağı Amerika, savaş uçaklarıyla Yemen’in başta limanlar olmak üzere Sana Uluslararası Havalimanı dahil birçok noktasını vahşice bombaladı.

Kendisine yönelen bu saldırganlığa rağmen Yemen’in gösterdiği cesaret; siyonistlere karşı açıkça tutum almak yerine türlü mazeretlere sığınan Türkiye ve diğer bölge iktidarlarının iki yüzlü tutumlarını bir kez daha gözler önüne serdi.

Gazzeli kardeşleri için büyük bedeller ödeyen ve hâlâ ödemeye devam eden Yemenli mücahitlerin yanında olduğumuzu bir kez daha ilan ediyoruz. “Bedenlerimiz Filistin uğruna parçalansın ama kalplerimiz parçalanmasın” diyen mücahitlere, İstanbul’dan selam gönderiyoruz.

Diğer yandan İran’a dönük tehditler artmaktadır. ABD-İran arasındaki nükleer silah müzakereleri ertelendi. Haftaya Umman’da yeni bir tur yapılması bekleniyor.

Suriye’deki farklı gruplar arasındaki çatışmaları bahane eden işgal devleti, Suriye’nin pek çok noktasına -başkanlık sarayı çevresi dahil- saldırdı.

Bir başka çok önemli gelişme olarak Uluslararası Özgürlük Koalisyonunun bir parçası olan ve yolcuları arasında Mavi Marmara Derneği Başkanı Beheşti İsmail Songür’ün de bulunduğu Vicdan Gemisi, Malta açıklarında İsrail tarafından düzenlenen bir drone saldırısıyla vuruldu.

Malta makamları gemiden yapılan acil yardım çağrısını yanıtsız bırakmış, gemide çıkan yangın mürettebat tarafından güçlükle söndürülmüştür.

Saldırının ardından, gemidekilerin dünyayla iletişimini kesmek için geminin internet ve uydu sistemlerine karartma uygulanmaktadır.

Filistin topraklarında yıllardır işlediği suçların ve yaptığı katliamların cezasını 2010 Mavi Marmara örneğinde olduğu gibi çekmeyen, uluslararası sularda düzenlediği saldırılardan dolayı hesap vermeyen İsrail, her katliamla birlikte daha da cüret kazanmakta, dünyanın sessizliğinden güç alarak yeni yeni suçlar işlemeye devam etmektedir.

Gazze’deki soykırımla mücadele etmeyi, Filistin halkına yardım götürmeyi amaçlayan filoya ve bileşenlerinden Vicdan Gemisi’ne uluslararası sularda yapılan saldırı, İsrail’in kabarık sabıka dosyasına işlenmiş yeni bir suçtur.

Bu saldırıyla işgal devleti, insanlığın tüm ortak değerlerine bir kez daha meydan okumuş, hiçbir hukuk tanımadığını ve hiçbir yaşam hakkına saygı duymadığını bir kez daha göstermiştir.

MERSİN LİMANINDA DİRENİŞ SÜRÜYOR

Mersin Limanı’nda Filistin dostlarına reva görülen muameleyi unutmuyor, halkımıza ve Âlemlerin Rabbine arz ediyoruz! MAERSK’ün ölüm rotasını, ZIM’in Siyonist gemilerini Mersin’e buyur edenlere soruyoruz: Durdurmanız gerekenler direnenler mi, yoksa katillerin ortakları mı?

Kimin yanındasınız?

Hamasete aldanmıyoruz. Ziya Paşanın meşhur beyti, sizin pozisyonunuz açık etmeye yetmektedir:

“Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/

Şahsın görünür rütbe-i akl-ı eserinde”

Bugün Bir Kez Daha Üsküdar’dan, İstanbul’dan Akp İktidarına Sesleniyoruz!

Bakü’den yola çıkıp Tiflis üzerinden Anadolu’ya geçen ve bin kilometrelik bir güzergâh neticesinde Ceyhan’a ulaşan boru hattından Siyonist soykırım makinesine akan petrolü kesmediniz.

Katliam makinesi o petrolle çalışıyor. Bir halk, dünyanın gözü önünde o petrolle katlediliyor! Siz o petrolü kesmedikçe katliamın suç ortağısınız. Bunu herkes gibi siz de biliyorsunuz. Siz bu petrolü kesmedikçe biz meydanlarda bu hakikati haykırmaya devam edeceğiz.

Siyonist gemi ve tırlar Türkiye’de cirit atarken Mersin limanında Siyonizme direnen kardeşlerimize neler yaptığınızı bütün dünya biliyor, görüyor.

Siyonizmi durduracağınız yerde ona direnenleri durduruyorsunuz! Bu utanç size yeter!

Dillendirmekten bıkmadığımız bir hakikat de şudur: NATO ve ABD üsleri, işgal üsleridir. Emperyalizmin ve Siyonizmin hizmetkârlarıdır. İncirlik ve Kürecik üslerini şartsız kapatın!

Bütün atıp tutmalarınıza rağmen Yemen gibi İsrail’e doğrudan müdahaleye yüreğiniz yetmiyorsa boru hattını kesmeyi, üsleri kapatmayı, hileli yollardan süren ticareti durdurmayı da mı becermekten acizsiniz!

Şunu herkes bilsin ki bunları siz yapmazsanız halk olarak biz muhakkak bunu başaracak, işbirlikçilik ve ihanet kıskacındaki Filistin’i ve bütün mazlum ve mustazaf bölge halklarını Allah’ın izniyle kurtaracağız!   

Şunu da belirtmeliyiz ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eli kanlı katil Trump’ı yakın dostu olarak tanıması asla kabul edilemez! Ya emperyalistlerden yana olunur ya da mazlumlardan! Bu şekilde bir politika ile mazlumlar savunulabilir mi, soruyoruz sizlere?

*Eylem ayrıca Facebook üzerinden de izlenebilir:  https://fb.watch/zsGvd4q6rY/

Devamını Okuyun

Haberler

Çiftçi-Sen: “Yeter Artık! Topraklarımız Metalaştırılmasın!”

Yayınlanma:

-

Çiftçiler Sendikası (ÇİFTÇİ-SEN), “17 Nisan Çiftçilerin Uluslararası Mücadele Günü” vesilesiyle bir açıklama yayımladı.

Genel başkan Ali Bülent Erdem ve genel örgütlenme sekreteri Adnan Çobanoğlu imzasıyla yayımlanan açıklamada sermaye ve devletlerin tabiat talanına vurgu yapıldı ve birçok ülkede toprak ve suyun şirketler tarafından gasp edildiği, havanın kirletildiği, buna karşı duran ve topraklarında onurlu bir yaşam sürdürmek, sağlıklı gıda üretmek isteyen köylülerin/çiftçilerin ise şiddete maruz kaldığı dile getirildi.

Açıklamanın tam metni şu şekilde:

17 Nisan Çiftçilerin Uluslararası Mücadele Günü

1996 yılının 17 Nisan’ında Brezilya’da Topraksız Kır İşçileri-MST’li çiftçiler toprağa erişmek için verdikleri meşru mücadele sırasında şirket ve devletin güvenlik güçleri tarafından saldırıya uğramış ve 19 MST üyesi acımasızca katledilmiştir. Çiftçilerin küresel örgütü La Via Campesina (Çiftçi Yolu) 17 Nisanları katledilen çiftçileri anmak ve şirketlerin gıda sistemine karşı mücadelenin yükseldiği bir gün haline getirmek için 17 Nisan’ı “Çiftçi Mücadele Günü” olarak belirlemiştir. O tarihten bu yana her 17 Nisan, “Çiftçilerin Uluslararası Mücadele Günü” olarak ortak gündemli değişik eylem ve etkinliklerle anılmaktadır. Bu yılın gündemi Toprağa Erişim Hakkının dillendirilmesi üzerinedir.

Toprak hakkı, çiftçilerin ve kırsal toplulukların köylü tarımsal ekolojisi yoluyla sağlıklı gıda üretmeye devam edebilmeleri ve toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşama tam katılım sağlayabilmeleri için olmazsa olmazıdır. Ancak bu hak ve mücadele, sermaye devletleri tarafından hâlâ suç sayılmakta, dünyadaki çiftçi/köylü örgütlerinin ortak hazırladıkları BM Genel Kurulunda kabul edilen kısa adı “Köylü Hakları Deklarasyonu”nda geçen haklar sistematik olarak ihlâl edilmektedir.

Gıda her canlı için “olmazsa olmaz” olandır. Sağlıklı gıdaları üretebilmek ancak temiz toprak ve kirletilmemiş su ile mümkündür. Çiftçilerin temiz toprak ve suya erişimi ile doğayla birlikte üretebilmesi tahrip edilmemiş ekolojik yapıları gerekli kılar. Yaşamı canlı kılabilmemiz, kültürlerimizi yaşatabilmemiz ancak böyle mümkün olabilir ve gıda egemenliğinin temelini oluşturur.

Sermaye için ise toprak, su, hava, doğanın her bir parçası kâr aracı, bir meta olarak görülmektedir. Sermaye birikimi için toprak, hava, su ve doğal kaynaklar gasp edilmekte ve hatta ülkelerin işgaline kadar gidilmektedir. Ortadoğu’da yaşananların, Filistin’in İsrail tarafından işgalinin nedeni hep aynıdır. Bu nedenledir ki ülkemizde ve Latin Amerika’dan Afrika ve Asya’ya kadar birçok ülkede toprak ve su, şirketler tarafından gasp ediliyor, hava kirletiliyor; buna karşı duran, topraklarında onurlu bir yaşam sürdürmek ve sağlıklı gıda üretmek isteyen köylüler/çiftçiler ise şiddete maruz kalıyorlar.

Gıdayı, toprağı, suyu, enerjiyi kontrol etmek isteyen şirketler dünyanın her yerinde toprak gaspı yapıyorlar, neoliberal politikaları uygulayan siyasi iktidarlar da onların sunduğu politika ve projeleri uyguluyor. Madencilik faaliyetleri, alışveriş merkezleri, otoyollar, çarpık kentleşme, “yenilenebilir enerji” projeleri altında toprağa, suya, havaya el koyma ve kirletme yatırımları her yıl binlerce hektar tarım arazisini, su kaynaklarını, iklim koşullarını yok ederek kırsal yaşamı etkiliyor. Otlak ve meraların özelleştirilmesinin sonucu bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bağı kopartıldı.

Sermayenin bitmeyen kâr hırsının sonucu olarak yaratılan İklim krizinin olumsuz etkileri bu yıl ülkemizde daha net görüldü. Binlerce hektar arazi don olayının etkisi altında kaldı. Ancak toprağa, suya erişim hakkını savunan köylüler/çiftçiler, ekolojistler dünyanın hiçbir yerinde buna sessiz kalmıyor, ellerinden geldiğince bu tür saldırılara karşı mücadele ediyor ve şiddete maruz kalıyor.

Yeter artık! Topraklarımız metalaştırılmasın!

La Via Campesina ve ÇİFTÇİ- SEN olarak; siyasi iktidarlara toprak gaspına son vererek toprağı köylüler arasında yeniden dağıtacak ve “Gıda Egemenliği”ne odaklanan, halkçı ve kapsamlı bir “Tarım Reformu” çağrısında bulunuyoruz.

Taleplerimiz:

  • Arazi kullanımının sosyal, ekonomik ve çevresel boyutlarını göz önünde bulundurun!
  • Eşitsizliğin, sınır dışı edilmelerin ve mülksüzleştirilmelerin yapısal nedenlerini ele alın!
  • Filistinlilerin ve pek çok başka bölgede yerinden edilmiş toplulukların topraklarını halka geri verin!
  • Köylü ve yerli toplulukların toprakları ve bölgeleri üzerindeki haklarını tanıyın!
  • Özellikle gençler, kadınlar lehine ayrımcılık ve küçük ölçekli gıda üreticileri lehine tarım arazilerinin yeniden dağıtılmasına yönelik kamu politikalarını uygulayın!
  • Toprak ve arazi gaspına son verin! Ekosistemi tahrip eden uygulama ve yatırımlardan vazgeçin!
  • Köylülerin otlak ve meralarını geri verin!

Gıda krizinin sürekli büyüdüğü, yoksulların, emekçilerin gıdaya erişiminin her geçen gün zorlaştığı günümüzde daha adil ve onurlu, halkların kendi kültürlerine uygun, doğayla uyumlu bir gıda sistemi bugün daha fazla ihtiyaçtır ve bunun için kolektif bir çaba gereklidir. Bunun için de kır ve kent arasında dayanışma ve sınıf ittifakları kurmaktan ve güçlendirmekten başka çaremiz yoktur!

Gıda Egemenliği; Hemen, Şimdi!

Köylü Hakları; Hemen, Şimdi!

Toprak, Onur, Yaşam!

Çiftçiler Sendikası (ÇİFTÇİ-SEN)

Ali Bülent ERDEM (Genel Başkan)

Adnan ÇOBANOĞLU (Genel Örgütlenme Sekreteri)

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x