Connect with us

Köşe Yazıları

İsrail’le Normalleşmenin Anatomisi

Yayınlanma:

-

31 Mayıs 2010 tarihinde, Gazze ablukasına dünyanın dikkatini çekmek ve Gazze’ye insani yardım ulaştırmak amacıyla onlarca farklı ülkeden gönüllülerin katılımıyla yol çıkan Özgürlük Filosu içinde yer alan Mavi Marmara gemisine İsrail deniz komandoları tarafından uluslararası sularda baskın düzenlenmesi ve dokuz (ağır yaralandıktan dört yıl sonra hayatını kaybeden Uğur Süleyman Söylemez’le birlikte on) Türkiye vatandaşının öldürülmesiyle siyasi ve diplomatik alanlarda kısmen zayıflayan Türkiye-İsrail ilişkileri, bir süredir onarılıyor. 2014 yılından beri çeşitli dönemlerde gündeme getirilen “normalleşme” hususu, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un 9-10 Mart tarihlerinde Türkiye’ye yapması planlanan ziyaretle yeni bir safhaya girecek gibi görünüyor.

Gerçekte, bu gelişmede fazla şaşırtıcı olan bir durum yok. Önceki yıllarda Mavi Marmara davasının düşürülmesi de dahil olmak üzere bu yönde pek çok adım zaten atılmıştı ve şimdi Herzog’un gelişiyle birlikte yalnızca yeni bir merhaleye girilecek gibi görünüyor. Kuşkusuz Ankara ve Tel Aviv’deki karar alıcıların bu yönelime girmesinin uzak ve yakın, doğrudan ve dolaylı bir dizi sebebi bulunuyor. Bu yazıda, süregiden normalleşme sürecinin arka planını farklı boyutlarıyla irdelemeye çalışacağız. Daha sonra ise bu sürecin getirebileceği muhtemel sonuçları değerlendireceğiz.

Krizin sürdürülemezliğinin tarihsel sebepleri

Filistin’i çeyrek asır boyunca tahakküm altında tutan Britanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki zorunlu dekolonizasyon sürecinin parçası olarak ve de aynı zamanda Filistin’deki durumun kendisi yönünden tümüyle kontrol edilemez hale gelmesinin sonucunda bir çıkış yolu aramış ve meseleyi yeni kurulan Birleşmiş Milletler’e götürmüştü. Birleşmiş Milletler ise İsrail’in kuruluşuna temel oluşturacak şekilde Filistin’in bir “Arap devleti” ve bir “Yahudi devleti” olmak üzere ikiye bölünmesi projesini 29 Kasım 1947 tarihinde Genel Kurul’a sunmuş ve taksim kararı çoğunluk oyuyla kabul edilmişti. O tarihteki oylamada taksime karşı çıkan 13 ülkeden biri Türkiye’ydi. Karar sonrasında yine Birleşmiş Milletler çatısı altında bir “Filistin Uzlaştırma Komisyonu” kurulduğunda ise üç farklı pozisyonu savunan üç ülke komisyon üyesi olarak belirlenmişti. Burada ABD Yahudi/İsrail tezinin destekçisi, Fransa orta yolcu, Türkiye ise Arap tezinin destekçisi olarak tanımlanmıştı.

Ne var ki Türkiye, bir buçuk yıldan az bir süre içinde neredeyse yüz seksen derecelik bir dönüş gerçekleştirdi ve bunun iki sebebi vardı. Birincisi, 1950-1960 yılları arasındaki Demokrat Parti döneminde kemale erecek olan Batı’yla tam entegrasyon süreci 1946-1950 yılları arasındaki son CHP hükümeti zamanında halihazırda başlamıştı. Özellikle 1947 tarihli Truman Doktrini ve 1948 tarihli Marshall Planı’nın etkisiyle, Türkiye’nin ABD’nin pozisyonuyla çelişecek bir tutum alması beklenemezdi. İkinci olarak, 14 Mayıs 1948 tarihinde ilan edilen İsrail devletinin Sovyetler Birliği’ndeki kolhozlardan esin alan kibbutz’lar temelinde kurulması ve ilk başbakan David ben Gurion ve ekibinin “İşçi Siyonizmi” çizgisini temsil ediyor olması sebebiyle, başlangıçta İsrail’in komünist bir ülke olacağı endişeleri vardı. Dönemin Dışişleri temsilcilerinin Uzlaştırma Komisyonu faaliyetleri kapsamında Tel Aviv’e yaptığı ziyaretler sonucunda ise yeni devletin komünizmle herhangi bir alakasının olmadığı görüldü. Tüm bunların sonucunda Türkiye, 28 Mart 1949 tarihinde İsrail’i resmen tanıdı ve bunu yapan Müslüman nüfus çoğunluklu ilk devlet oldu.

1949 yılını izleyen dönemlerde ilişkiler zaman zaman istikrarsızlaşmış ve örneğin 1981 yılında İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi sonrasında olduğu gibi diplomatik ilişkilerin seviyesi zaman zaman düşürülmüş olsa da, ana doğrultu olarak Türkiye-İsrail ilişkileri pozitif yönde seyretti. 1990’lı yılların ikinci yarısında ise on iki ayrı işbirliği anlaşmasının imzalanmasıyla ilişkiler tepe noktasına ulaştı. Bu anlaşmalar daha sonraki herhangi bir süreçte feshedilmedi. Öte yandan siyasi ve diplomatik ilişkilerin krizde olduğu düşünülen yakın dönemler de dahil olmak üzere hiçbir dönemde ticari ilişkiler kesilmedi ve hem ithalat hem de ihracat yönünden Türkiye-İsrail ticaret hacmi devamlı olarak büyüdü.

Türkiye’nin dış politika yönelimleri aynı zamanda, 1952 yılından beri üyesi olduğu NATO’nun çizdiği çerçeve ve sınırların içinde kaldı. Bu sebeple Ankara ve Tel Aviv arasında hiçbir zaman antagonistik bir karşıtlık meydana gelmedi; göreceli gerilimlerin olduğu dönemlerde ise, en bilinen örneği Obama’nın “özür” diplomasisi olmak üzere pek çok defa ABD’nin devreye girmesiyle gerilimler yatıştı.

İşte böyle bir tarihsel birikimin olduğu bir denklem içinde, Türkiye ve İsrail arasında ilanihaye sürecek bir kriz zaten beklenemezdi. Soru, normalleşme sürecinin ne zaman başlayacağı ve ne zaman tamamlanacağıydı. Kuşkusuz içinde bulunduğumuz dönemde bu adımların atılmasının özel sebepleri de bulunuyor ve aşağıda bu sebeplerden devam edeceğiz.

Yeni bölgesel denklemler ve İsrail’in beklentileri

Bilindiği gibi 2020 yılının ikinci yarısından itibaren Tel Aviv yönetimi, Birleşik Arap Emirikleri’nden başlayarak Körfez rejimleriyle ve bazı başka Arap devletleriyle normalleşme yoluna girdi. Bu ülkeler gerçekte hiçbir zaman İsrail’le savaşmadığı halde, imzalanan kapsamlı işbirliği anlaşmaları ironik bir şekilde “barış anlaşmaları” olarak lanse edildi. Körfez rejimlerinin liderleri, attıkları adımları meşrulaştırmak için hiçbir gerçekliğe değmediği halde “anlaşma karşılığında Batı Şeria ilhakından İsrail’i vazgeçirdikleri” gibi iddialarda bulundu.

Baş döndürücü bir hızla ilerleyen ve kapsamı genişleyen bu anlaşmalar İsrail için birden fazla işlev görüyor. Öncelikle, yeni ve büyük pazarlar açılıyor. İkinci olarak, “Yahudilerle Arapların amca çocukları olduğuna” gönderme yapan söylemlerle (ki anlaşmalara İbrahim Anlaşmaları adının verilmesi de buradan ileri gelmektedir) İsrail’in bölgedeki diğer halklara dostça yaklaşan ve barış içinde yaşamak isteyen bir devlet olduğu şeklinde sahte bir ideolojik anlatı üretiliyor. Üçüncüsü, “Arap devletlerinin İsrail’le barış yaptığı” bir ortamda Filistin direnişinin hem itibarsızlaştırılması, hem de yalnızlaştırılması hedefleniyor.

Bunlara ilave olarak bölgede yeni bir eksenin inşa edilmekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. BAE ve Suudi Arabistan’ın uzun zamandır bölge liderliğine oynadığı bilinmektedir. İsrail bu yükselen eksenin bir parçası haline gelmeye çalışırken, aynı zamanda İran’ı çevreleme politikasında da yeni adımlar atmaktadır.

Tel Aviv yönetiminin Türkiye’yle normalleşmek istemesi de benzer amaçların ürünü gibi durmaktadır. Söylemsel düzeyde Filistin’i desteklemiş ve bazı Filistinli siyasi grupları kısmen himaye etmiş olan Türkiye’nin nötralize edilmesi bu süreçte İsrail’in en büyük kazancı olacaktır. Ayrıca Türkiye’nin de İran karşıtı kampa eklenmesi gündeme gelebilir ve taraflar arasındaki görüşmeler hakkında basına sızanlar, bu hususun gerçekten de gündemde olduğuna işaret etmektedir.

Türk dış politikasında dönüşüm ve doğalgaz meselesi

Türkiye’nin bu yazının konusu olmayan bir dizi sebepten ötürü son yıllarda dış politikada önemli ölçüde yalnızlaştığı herkesin malumudur. Sistemin yapıtaşları ve özellikle ağırlığını giderek hissettiren ekonomik kriz ise bu yalnızlığa son verilmesini siyasi otoritenin önüne bir zorunluluk olarak koymuştur. Birleşik Arap Emirlikleri’nden Ermenistan’a kadar, yakın ve uzak geçmişte ihtilafların yaşandığı çeşitli ülkelerle muhtelif düzeylerde kurulan temas ve işbirlikleri esas olarak bu durumdan kaynaklıdır.

Daha özel olarak, doğalgaz kaynakları ve Akdeniz’de oluşturulan münhasır ekonomik bölgeler meselesi de çeşitli adımların atılmasını beraberinde getirmiştir. Akdeniz’deki kaynakların kullanımı muhtemelen 21. yüzyılın en önemli ekonomik ve jeopolitik meseleleri arasında yer alacaktır ve hatta derinlemesine bir analize girişildiğinde 2011 yılında başlayan Suriye savaşının da bu meseleden bağımsız olmadığı görülebilir.

Devletlere belli sınırlar içinde Akdeniz’de bulunan canlı ve cansız kaynakları serbestçe kullanma imkânı sağlayan münhasır ekonomik bölgeler sorunu uluslararası deniz hukukunda yeterince açık tanımlanmamıştır ve bu bölgelerin paylaşımı esas olarak devletlerin ikili veya çoklu olarak anlaşmasını gerektirmektedir. Türkiye bir dönem Libya’daki Serrac hükümetiyle işbirliği yoluyla kendisine geniş bir alan açmaya çalışmıştır. Ne var ki Serrac hükümetinin zayıflığının ötesinde Doğu Akdeniz’de kıyısı olan neredeyse bütün devlet ve entitelerle şu veya bu düzeyde kriz içinde olunması, Ankara’nın hareket alanını büyük ölçüde kısıtlamıştır. Bu sebeple önce Mısır’la, arkasından da İsrail’le anlaşma gündeme gelmiştir. Gelecekte Yunanistan ve hatta belki de Güney Kıbrıs’la müzakere seçeneği de masaya gelebilir.

İsrail’in ayrıca Akdeniz’den çıkardığı gazı Avrupa pazarlarına satmak istediği bilinmektedir ve Türkiye’nin bu girişime ortak olması muhtemeldir. Bir başka deyişle Türkiye “İsrail gazı”nın hem müşterisi, hem de Avrupa’ya transfer edilmesinin aracısı olabilir. Ne var ki İsrail gazı olarak tanımlanan gaz, hem Lübnanlıların, hem de Filistinlilerin haklarının gasp edilmesiyle meydana getirilmektedir. Lübnan ve İsrail arasında deniz kaynaklarının kullanılması hususunda ciddi ihtilaflar devam ederken, Gazze’de yaşayan Filistinliler dünyayla doğalgaz ticareti yapmak bir yana, 2007 senesinden beri süren İsrail ablukası nedeniyle çoğu zaman balık avlamaya dahi çıkamamaktadır.

10 Mart’tan sonra ne görebiliriz?

Isaac Herzog’un Türkiye ziyareti, bir anda büyük bir kırılma meydana getirmeyecektir. Normalleşme süreci, belirttiğimiz üzere halihazırda başlamış bir süreç olduğu gibi, Herzog’un gelişinden sonra da tedrici bir şekilde ilerleyecektir. 10 Mart’ın hemen ertesinde özellikle büyükelçilikler konusunda yeni adımların atılması ise kuvvetle muhtemeldir.

Uzun vadede siyasi ve diplomatik ilişkiler onarılırken, ticari ilişkiler daha da gelişecektir. Ayrıca bu normalleşme belli talepler karşılığında devreye sokulacağından, dışarıda İran’a karşı, içeride ise Filistinli gruplara veya Filistin’le dayanışma yanlısı gruplara karşı çeşitli düzeylerde basınç uygulanabilir ve büyük bir ihtimalle uygulanacaktır.

Resmi söylemlerde normalleşme sürecinin “Türkiye’nin Filistin’e verdiği desteği etkilemeyeceği” ifade edilmektedir. Büyük olasılıkla, İsrail’le yakınlaşmayı dengelemek için Türkiye, Gazze ve Batı Şeria’ya daha fazla insani ve ekonomik yardım sağlayacak, hatta belki de inşaat ve altyapı projelerine girişecektir. Ne var ki “İbrahim Anlaşmaları”nda da yer bulan bu “Trump tipi çözüm”, ne işgali ne de onun sahadaki sonuçlarını ortadan kaldıracaktır. Ayrıca Ankara’nın, sözünü geçirebildiği Filistinli siyasi grupları daha uzlaşmacı bir çizgiye sevk etmeye çalışması muhtemeldir.

Herzog’un ziyaretinin yaklaştığı şu günlerde dünya, 1948’den beri süren etnik temizliğin Şeyh Cerrah mahallesindeki mikro tecessümüne tanık olmaya devam ediyor. Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlar İsrail rejiminin apartheid (kurumsallaşmış ırk ayrımcılığı) karakterini detaylı şekilde gözler önüne seriyor. Nakab’daki Bedeviler sürülüyor, Batı Şeria’daki yasadışı İsrail yerleşimleri genişliyor ve Kudüs’ün Arapsızlaştırılması politikası hızlandırılıyor. Bugüne kadar işlediği suçların hiçbiri nedeniyle yaptırıma uğramamış olan İsrail’in eli rahatlıyor ve Filistin direnişi yalnızlaşıyor.

Devletlerin politikaları ve tercihleri ne yönde olursa olsun, adaleti ve evrensel insan haklarını kendine rehber etmiş kişiler, İsrail’e her alanda boykot ve yaptırım uygulanması ve İsrail’in her alanda yalnızlaştırılması çağrılarını yapmayı sürdürecektir.

Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Köşe Yazıları

küçük esnaflara çağrı

Yayınlanma:

-

İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.

İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.

Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.

Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.

Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!

Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.

Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?

İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!

Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.

Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.

Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.

Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.

Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.

Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.

Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.

Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.

Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek.  Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.

7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)

Önümüzde cevap bekleyen sorular var:

Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?

Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?

Tehdit mi rüşvet mi?

Kim bu birileri?

Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?

Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.

Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.

Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.

Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.

Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.

Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.

Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.

Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdani Ret Hakkında Konuşmalıyız

Yayınlanma:

-

Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)

Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.

Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.

Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.

Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.

Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.

“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?

O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.

Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.

Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.

Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:

İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.

İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.

Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.

Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?

Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?

Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.  

Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…

Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!

Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.

Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.

Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa, olsun, amin diyelim.

Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?

Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve

Yayınlanma:

-

“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.

İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.

Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.

İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.

Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.

İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.

Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!

Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.

İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.

Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.

İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.

Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.

Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.

Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.

İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.

Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.

Devamını Okuyun

GÜNDEM