Connect with us

Yazılar

Örste Tavlanan Öyküler – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Haberiniz oldu mu bilmiyorum, Ahmet Örs, Kasım 2020’de 4 (yazıyla dört) öykü kitabı birden yayınladı. 2004-2016 arası yazılmış 70 öykü, 414 sayfada toplanmış. Tasfiye Kitaplığının 2, 3, 4 ve 5. ürünleri olarak karşımıza çıkan kitapların isimleri, numara ve -hâliyle- öykülerin yazım yılı sırasına göre; Yüzümüzü Ağartan, Kar Kesilen, Kiralık Meydan ve Ferhat’ın Şemsiyeleri. Kendine ait olması mümkün değilmiş gibi kiralık meydanlarda ağarmış yüzüyle şemsiye satan Ferhat’ın üstüne yağarken kesilen kar altında bizi de üşüten öyküler bunlar.

Basit, soğuk birer gazete haberiyle geçiştirilmesine müsaade etmediği güncel şahitlikleri, kalıcı gündemler hâline getirecek şekilde mânâsını korumak adına çok da estetize etmeden, samimi, hemdert öykülerle tahkiye etmiş. Kapakta öykü yazıyor, ama iç başlıklarda hikâye tercih edilmiş. Küçük konuşma kayıtları da olabilecek bu öyküler, yerinden bildiren, durum tespiti yapan, hap gibi teşhislerden oluşuyor.

Birbirini tamamlayan cüzler hâlinde okunabilir, hepsi aynı yeri yumrukluyor çünkü. Ahmet Örs için tür de, yazı da, sanat da bir araçtan ibaret, hayatta yaptıklarını destekler mahiyette bir yardımcı. Esas olan derdini aktarabilmek için kullandığı sanatın da hakkını veriyor tabii. Harfleri silahlandırıp telaşlı bir şekilde şehrin bir ucundan koşup gelen adam olarak, mide kaldırması gereken kanlı görüntülerden sonra spor haberlerine dalan insanları uyarıyor. Elinde balyozu, ayağında demir ökçesiyle örste döve döve tava getirmeye çalışıyor.

Bir davanın, haklı bir ideolojinin savunusu, çağrısı için havaya kalkmış yumruğu inmeyen, yükselen bir öfke, edebiyat parçalamadan edebiyat dersleri de veriyor satır aralarında. Renkleri kaybolmuş, gri, puslu, dumanlı, soğuk bir havanın hâkim olduğu öykülerin hepsinde olmasa da kar, tipi geçen öyküler sebebiyle, yaşananların buz gibi gerçekliği kitap boyunca ürpertili bir üşümeyle esir alıyor insanı. En kapalı, muğlâk, kendini ele vermeyen öyküde bile kar, kasvet, muhasara, intihar, jurnal var, hissediliyor. Mutlu son yok denecek kadar az, isimsiz kahramanlar, genelde, bari sonrakilerin rahatı için canlarını, sağlıklarını terk edip cılız da olsa umut ışığını yakıyorlar. Umut hep var, ama genelde uzakta. Babalar da hep uzaklarda ve ağır işlerde, başlarına hep çok kötü şeyler gelen babalar. Evlerine ancak bir misafir gibi uğrayabilen, çocuklarının büyüdüğünü göremeyen, çocuklarının da onları unuttuğu, hep bir yabancı babalar.

Bardağın dolu tarafına bakmamızı söyleyen yüzlercesinin yanında, esasen boş tarafa bakıp çareler üretmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Şapşal şapşal sırıtanların oluşturduğu boşluğu, çukuru telafi edebilmek için kızgın, kararlı, vakarlı ve umutlu bir şekilde asıyor suratını, haklı olarak.

Diyalogların neredeyse hiç olmadığı, hep yazarın konuştuğu, birçoğu beş sayfayı geçmeyen, yazılma yılları geçtikçe uzayan öykülerin birkaçı dışında isim de yok hiç, herkesi kapsayan genel anlatımlarla konuşmuş da konuşmuş yazar. Bunun yanında karakterler akılda kalıcı; çünkü hayatımızda onlar, ya biziz ya bir yakınımız ya da şahit olduğumuz uzak birisi.

İçinde bir zulüm veya ihanet olmayan bir öykü okuduğumuzda, o günlerde Ahmet Örs’ü nispeten rahatlatacak bir olay yaşanmıştır kesin, diye düşündüm. Ya birinin elinden tutmuştur, ya birine deva olmuştur. Bunun yanında sade, tertemiz akarken her an bir yerden bir haksızlık, zulüm haberi, vurgusu, anımsatması gelecek diye bekliyor okuyucu. Bir kısmı hariç hepsinde geliyor zaten. Gelmediğinde, son kelimeyi de okuyup bu sefer başka bir düşünceye dalıyor insan. Ben mi kaçırdım acaba, alt metinde illâki vardır, diyor. Dönüp bir daha okuyor, bulamayınca şüphe artıyor, şahsen sormak için işaretleniyor öykü. Kahramanların mutlu olmak için harcamaları gereken o insanüstü emek geliyor aklınıza, bu var en azından diyorsunuz Bütün bu yaşanan tatsızlıklar, Ahmet Örs’e neşeli öyküler yazdırmaz. Öte yandan bunlar olmasaydı, zaten kalemi eline almazdı. Her şey yolunda giderken ne gerek olurdu öyküye, yazmaya.

Bu kadar sayfa metin olur da zayıf taraflar olmaz mı? Var elbette. Kötüler hep kötü, iyiler tam iyi olarak resmedilmiş. Kötülere pişmanlık duyacak bir fırsat tanınmadığı gibi, iyiler de onları düzeltme, affetme yoluna gitmiyor genelde, sınırlar keskin. Bilemiyorum, belki de mümkün değildir başka türlüsü. Zalimin güçlü, mazlumun zayıf, zulmün aralıksız olduğunu göz önüne almamız lâzım. Bunun yanında başarılı bir şekilde fikir ve duygu bazında aktardıklarının görmezden gelmemizi sağlayacağı bazı tekrarlar, tashihler de mevcut. Daha iyi bir editörlükle gözü tırmalayan bu küçük kusurlar, çapaklar da giderilebilirdi.

İlk üç kitapta Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Irak, Filistin cepheleri derken dördüncü kitapla birlikte bunlara Suriye de ekleniyor artık. Üçüncünün sonlarına dördüncünün başlarına denk gelen 2010-2012 öyküleri nispeten “normal” insan öyküleriyken, ondan sonra bu yeni coğrafya ve olayların silsilesi olarak eklenmemesi mümkün değildi tabii.

Her türlü mekânı öykülere fon yapabilen yazar detaylarıyla köyü de bilir şehri de. Tabiatın geri dönülmez tahribatı, şehirleşmenin getirdiği yabancılaşma, sebebi ne olursa olsun toprağından koparılan tedirgin insanların ilk elde hayattan düşmeleri ve toparlanamamalarıyla ilgilenir. İmar usûlsüzlükleri, hayvancılığın ve tarımın bitirilmesi, çiftçinin ümüğüne çökülmesi, meraların ranta açılması, nesillerdir hayvan otardıkları otlakların, çift suladıkları derelerin kapalı kapılar ardına peşkeş çekilmesi sadece köyü değil, hemen birkaç sene sonrasıyla şehri de pek yakından ilgilendirir. Nüfusu azalan ve yaşlanan köyler, şehirleri obez yapar. Bir şekilde şehrin çeperlerine yığılan insanlar, sanki keyiften gelmişler gibi, bu sefer de zaten savaş sahnesini andıran gecekondu tepelerinde kentsel dönüşüm terörüne maruz kalırlar. Köy boşaltmaları deyince hep Doğu’daki köyler, yaylalar falan gelir akla. Oysa bütün Türkiye’de köyler boşaltılmıştır. Bir yanda silahlı çatışmalar, öte yanda, diğerinin ehemmiyetini azaltmamakla beraber akılda tutmamız gereken finansal, popüler kültür terörü, hayvancılığı ve tarımı öldüren politika terörü. Bir dolu çaresizlikten eli kolu bağlı köylünün bir yandan terörle, bir yandan kontrgerillayla, kan davalarıyla, rantiyeyle uğraşması; bu çoklu zulme şahit olan nesillerin hayatlarının alacağı şekil, ailesiyle, ülkesiyle çatışan bir kıvama gelir. Geçim derdiyle savrulan hayatlara insanların yanında tabiat da yardım etmez artık.

Sermayeyle de arası hoş değildir yazarın. Zenginin mide geğirtisinin bastırdığı fakirin karın gurultusunu duyurmak ister. Fakirlik, ceberutluktan hemen sonra gelir. Soğuk evlerde boş mideler, dibine kadar battıkları işsizlikten kurtulmak için en tehlikeli işlerde hayatlarını hiçe sayarak yevmiyelerini çıkarmak zorunda kalanlar, saadet getirmeyen paranın ucundan da olsa tutmaya çalışırlar. Annesinin yanında işe gitmek zorunda kalan sabiler, zorba patron, işsiz gençler; servetin kesinlikle helâl, normal olmadığını, mutlaka altında bir zulüm olduğunu, hiç değilse dağıtmadığı için mesul duruma düşüleceğini vurgular, iyice anlamamız için. Yoksul ailenin sesinin duyulması için içlerinden birinin feci bir şekilde can vermesi, adeta kendini feda etmesi gerekir illaki. İnsan cesetleri üzerinde yükselen hangi imparatorluk iyidir ki? Ucuz işgücü, vasıfsızlaştırılan, sürüleştirilen, rekorların rakamların kotaların ezdiği emekçilerden, sistemin öldüresiye ezdiği insanlardan; başkaldıran, isyan eden, protesto grev yürüyüş yapan bilinçli fertlere dönüşmelerini izleriz öyküleri sırasıyla okuduğumuzda. İsyan, evet, isyan seslerini duyarız ilerledikçe. Ezilenler, mağdurlar, madunlar; kapitalistlere, beleşçilere, komisyonculara karşı sürekli korudukları teyakkuzu hep beslerler. Ama bankaların etrafımızı sarması, dahası içimize girmesi, bir türlü karşılığı alınamayan emeği iyice değersizleştirir. Yerin yedi kat altındaki madenciler de, -10. bodrum katındaki AVM çalışanları da zemini kabartacak derin nefesler biriktirirler ciğerlerinde. Batan komşuları için ellerinden bir şey gelmeyen, kendileri de zaten zar zor geçinen küçük esnaf; kapitalizmin, “Bize bulaşmazsan kapımızda, gölgemizde sürünerek yaşayabilirsin.” ihsanıyla bir umuda kapılan yoksullarla aynı kaderi paylaşır. Vahşi kapitalizmin büyük uşakları eliyle küçük esnafı öldürmesine, esnaf arasında hatırı gözetilen, ürpertici bir saygınlıkla sözü sayılan ulu çınarlar da engel olamaz. Kendi ülkesinde turistlerce ezilen insanlar, türlü dalavereler sebebiyle parası bizimkinden on kat değerli olduğundan aramızda burnu havalarda gezip bizim yerimize de memleketin imkânlarından kâm almasına kahırlanır yabancıların. Zengin ve fakir arasındaki asla kapanmayan uçurum ve bunun dibinde “yaşıyorum” zannedenler, vahşi kapitalist düzenin ezdiği, titrettiği gencecik cılız bedenler ümitlerini ya kaybediyor, ya da uzak nesillere erteliyor.

Kitapların baskı tarihi itibariyle bitmesine yaklaşık 977 sene kalan 28 Şubat zulümleri, başörtüsü mücadeleleri, “irticaî” faaliyet kovalamacaları, alfabe ve takvim değişimi; yüz yıl önceki zulmü anlatacak bir insan kalmasa da dallarında nice cana kıyılan çınarın anlattığı olanlar ve fakat bitmeyenler. Eşya taşıma süsü verilen kamyon kasalarında dolapların içinde ders yapan ve fakat kimsenin anlatmadığı kurs çocukları ve hocaları, tahammülsüz otoritenin bütün imkânlarıyla sıkıştırdığı gayretkeşler.

Hayatta kalabilmek için ölümüne çabalar insancıklar. Tamirci çırağı ve tartıcı çocuk hep üşür, korumasız ve hamisizdirler. Kusulan ölüm, önünü görmeye engel ıslak buğulu gözler, çatallaşan ses, düğümlenen boğaz satırlardan sadırlara geçmek için vize beklemeden davranır hamlelerle. Korku, ümit, isyan hep bir aradadır. Ölümün sırasını şaşırmasının sıradanlaşmasına şaşırmamaya başlarız artık, soğuk bir yüzle aralarda dolaşmasına çabucak alışırız.

Nedendir bilinmez, otoriteye iktidara saygılı ve ürkektir anneler. Muhbir vatandaş, kötü komşu, elektrik ihbarnamesi, ceberut yöneticiler, ezilen halk; tevekkül, teslimiyet elbisesine büründürür onları. Camsız panelvanlarla işe götürülüp getirilen tekstil işçisi cılız genç kızlarını beklerler cam kenarlarında. Ailesini korumak için badirelere sabrederler güçsüz imkânlarıyla. Kendi yedikleri darbeler sebebiyle, çocuklarına sakınımlı davranan, bunu bir türlü anlamayan itirazcı çocukların korkaklıkla suçladığı anneler. Merhametli anneler, kavruk tenli ırgatlar, savaşın ve öldürücü pençesiyle yoksulluğun, talihsizliğin, bahtsızlığın dağıttığı aileler; zor da olsa harekete geçenler sayesinde biraz nefeslenebilirler, fazla değil.

Yatılı okulda bir kısırdöngüyle devam eden somurtuş, mutsuzluk, küfür ve umutsuzluk, zorbalık, göz yumma, suskunluk, yalnızlık… Haksızlıklar karşısında bir çıkış yolu olarak hayallere sığınan körpe öğrenciler.

Sonradan zalime dönüşebilir diye yardım edilmeyen mazlumlar, ezilmeleri adaleti sağlamayan madunlar, masumlar… Ayaklanmaları kötülüğü sadece bir süreliğine inkıtaa uğratır, sesini çıkaranlar bertaraf edildikten sonra her şey kaldığı yerden sıkı tedbirlerle devam eder.

Öyküler hiçbir kesimi ayırt etmeden haklarını haykırıyor. Marşta, nutukta, hamasetle, dayakla kendini hizaya sokmaya çalışan her şeye başkaldırıyor. “İtaat et, rahat et.” diyenlere inat, rahatı bozulması pahasına isyan bayrağını alıyor eline.

Hayatının önemli bir kısmını kaplayan sendikal mücadele de gerek müstakil gerekse içlerine yedirilmiş olarak öykülerde yer buluyor. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen ırgatlardan haklarını arayan sendikacılara; neredeyse takasla hayatlarını idame ettiren köylülerden bankayla münasebeti olan esnafa eviriliyor öyküler, bir umut gibi.

Yoksulluktan, inançları veya kimlikleri yüzünden şehrin, yöneticilerin ezdiği, boğmak için abandığı insanlar. Anne karnında başlıyor, ihtiyarlığa kadar, şehrin göbeğinden en ücra köşesine, en okumuşundan en cahiline, en erkeğinden en kadınına herkes nasibini alıyor zulümlerden. Her zaman olan oluyor, kalan kalıyor. İlerleme var, evet, ama hep garibanın aleyhine. Geri gitmekte o kadar ileri gidiliyor ki, eksi yönde büyüyoruz mucizevî bir şekilde. Sonunda çaresizlerin ağzından her zaman dökülen bir feryada dönüşüyor çekilenler: Hiç mi iyi insan yok bu dünyada? Esasen herkes köle, kendini en üstte sanan da kendine köle.

Son söz: Kitap boyunca şu nidayı duyarız hep: Fekku raqabe (kölelere özgürlük). Sanayi sitesinden, madenden, tarladan, atölyeden, dükkândan, okuldan, daireden, fabrikadan, şoför mahallinden, kaldırımdan, bürodan, tezgâhlardan, evlerden, dağdan bayırdan, makamlardan, kamplardan, kışladan, tel örgülerden herkesin isyanı, özgürlük talebi buluşur sayfalarda. Öykülerin hepsinde “Direne direne kazanacağız.” nidası makes bulur. Dikkatinizi çekerim iki kere direniş bir kere kazanış var, yani hayli zorlu bir iştir kotarılmaya çalışılan ve çoğu zaman üçüncü kelime ilk ikisinden çok uzaklarda olabiliyor.

Son söz-2: Kitapları okuyup yazıya çalıştığım günlerde bilgisayarın başından kalkıp uykunun ağır basmasıyla kapanan gözlerime söz geçiremediğim bir zaman Ahmet Örs’ün öykücülüğüyle ilgili harika bir detay geldi aklıma. Şu an bile hatırlayamasam bile o anki hazzını hissediyorum. İyi bir buluş diye kendimle de övündüm arada.  Fakat üşendiğimden kalkıp not almadım bir kâğıda veya telefona. Buluşun sevinciyle uykunun tatlı kollarına teslim ettim kendimi. Bu tür durumlarda hafıza tekniklerinden birini kullanırdım, ama ona da müracaat etmedim. Öyle ya, bu kadar güzel bir fikri unutabilecek kadar ihanet içinde bir beynim yoktu benim. Kalktığımda aklımda konuyla alâkalı hiçbir şey yoktu. Zaten öyle bir konu olduğu da kalktıktan saatler sonra gelebilmişti zihnime. Cümlelere bile dökmüştüm hâlbuki uyumadan önce. Ne yapsam ne etsem gelmedi inatçı. Ama olsun, bak kurtulamadı elimden. Kendisini yazamasam da öyküsünü yazıyorum ben de. Sen kalk, bilinçaltımdan oya oya yukarılara çık, beni heveslendir, sonra ortadan kaybol. Öyle yağma yok, kendin yoksan bile dedikodunu yaparım ben de.

Ahmet Örs Sözlüğü:

·         Anlamsızlık
·         Batı hayranlığı
·         Boğucu sıcaklar
·         Çaresizlik

·         Çıkarcılık

·         Dayanışma

·         Dert
·         Direniş
·         Egemenler
·         Fakirlik

·         Fedakârlık

·         Gaddarlık
·         Gariplik
·         Gurur
·         Hak gaspları

·         Hırs

·         Hukuk

·         Hüzün
·         Istırap
·         İfsat
·         İftira
·         İntikam
·         İrtica
·         İstikbar
·         İşgal
·         Kahır

·         Kardeşlik

·         Keder
·         Kibir

·         Komşuluk

·         Kuşatma
·         Mahremiyete tecavüz
·         Mazlumlar
·         Merhamet
·         Metanet
·         Mihnet
·         Mücadele
·         Nefret
·         Neşve
·         Öfke
·         Özgürlük
·         Propaganda
·         Puslu hava
·         Sabır
·         Savaş
·         Sebat
·         Sefalet

·         Sendika

·         Sıradan hayatlar
·         Talan
·         Tedirginlik
·         Tepkiler
·         Umursamak

·         Uzun süren ölümler

·         Vahşi kapitalizm ve tutkunları
·         Yabancılaşma
·         Yağma
·         Yakıcı soğuklar
·         Yalnızlık
·         Yasaklar
·         Zalimlere lanet

 

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

Yazılar

Saraçhane Notları – İsa Ensar

Yayınlanma:

-

CHP’nin Saraçhane çağrısının son günü Maçka’daki öğrenci eylemini, sonrasında da Saraçhane’yi gözleme fırsatı buldum. Bazı notlarımı paylaşmak isterim.

– Özellikle öğrenci eylemi çok kalabalıktı. Hemen her üniversiteden yüz bine yakın öğrenciden bahsetmek abartı olmaz. Genç simalara bakılacak olursa bazı liselilerin de eyleme katıldığını söylemek mümkün. Saraçhane de az değildi ama böylesi bir momentum ölçeğinde düşünürsek abartılı da değildi.

– Kitle içinde 16-25 yaş arası gençlik en baskın grup. İdeolojik olarak ise kitlenin en az yarısı Atatürkçü, seküler milliyetçi, ırkçı görünümde. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Apo Piçtir Piç Kalacak ve türevleri en sık duyulan sloganlar ve görseller. Bu sloganlar Faşizme Karşı Omuz Omuza, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz, gibi sloganlara nazaran çok daha hızlı karşılık buluyor. Bozkurt işareti yapan çok kişi vardı. Pek el işareti -yumruk, zafer vb.- yoktu ama en çok yapılanı bozkurt denebilir.

– Eylem liderlikleri daha mutedil gözüküyor ama silik kalıyorlar. Öğrenci eyleminde en öne konulan pankartlar, önde gözlediğim komite -tanıdığım bir kişiyi de gördüm- daha solcu, kapsayıcı bir tondaydı. Saraçhane eyleminde de otobüste, kitleye nazaran daha kapsayıcı bir dil vardı.

– Örgütsüz bir kalabalıktan bahsediyoruz. CHP onları temsil etmeye çalışıyor ama siyasi grup/parti bayrağı çok az. Bunları geçtim; renk belli edecek mesela sosyalist, feminist, lgbtci pankarta rastlamak dahî çok zor! Esprili, küfürlü, belirsiz bir bunalımı dışa vuran ama “görülme” hariç politik talep içermeyen afişler baskındı. “Hak, hukuk, adalet” sloganı, kitle ile okununca bu görülme talebinin bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Ama mesela bunun Kürtleri de kapsayan bir talep olduğunu söylemek güç. Öğrenci eyleminde binlercesi içinde -kitlenin yürüyüşünü baştan sona izledim- belki 10 tane feminist göndermeli pankart dahî yoktu mesela. Sol, eşitlik vurgusu filan zaten hiç yoktu. “Bizde Devrim Ata Sporu” gibi pankartlara bakınca tek tük görülen devrim kelimesinin ise tam olarak neye işaret ettiği belirsiz. Bu güçlü kelime, İnkılâp Tarihi dersinde öğretilen Atatürk devrimlerine mi işaret ediyor? Eğer öyleyse bu devrimler bugün dünyaya nasıl bir yön vermek istiyor? Tüm bunlar fazlasıyla belirsiz. Yoksa bu kelime haklı bir yıkma arzusunun Ata ile beraber meşruiyet kazanarak dile gelmesi mi?

Birkaç çıkarım:

– İç Anadolu’da Afyon, Manisa, Bolu, Kütahya gibi illerden yükselen ve CHP’li belediyelerle görünür olan itirazı anlamak gerekiyor. Tanju Özcan’da nobran, Mansur Yavaş’ta daha şehirli ifadesini buluyor bu itiraz. “Aaa, Çorum’da, Konya’da bile eylem olmuş!” şaşkınlığındaki arka plân bu sanıyorum. Yozlaşmış bir yönetim, ekonomik olarak yukarıda olamamak, dahası yukarı çıkma yollarının da kapalı ya da şansa dayalı olması büyük bir öfke kaynağı. Torpil-yandaşlık-adam kayırmacılık şüphesiz önemli ama yeterli açıklamalar değil bu eşitsizlik zemini için.

– Eğitimin sınıf atlama vesilesi olduğu bir vasat ortadan kaybolmuş vaziyette. Bunun yanında finans kapitalizmin emeğe verdiği değer sanayi kapitalizminden çok düşük. Ekonomik başarı bir network kurma, aracı olma, hasbelkader doğru yerde doğru zamanda olma ile daha çok ilintili. Emeğin ön planda olduğu bir zeminden şansın ön plânda olduğu bir zemine geçildi. Ancak bu müteşebbis ruhun kendine kolay fırsat bulduğu bir ekonomik dünyada da gerçekleşmiyor. Girişimcilik alanları da büyük sermaye tarafından ciddi bir kontrole tâbi. Burada da şanslı olmak ve büyükler tarafından dikkat çekmek gerekiyor ki bir sınıf atlama imkânı yakalansın. Serbest piyasanın sunduğu fırsatlar da o kadar geçerli değil artık. Bu durumda da insanların ilgisini sendikalardan çok bahis sitelerinin çekmesi anlaşılır. Piyango toplumunda kazanamayan çoğunluğun öfkesi de büyük.

– AKP iktidarı özenli bir şekilde CHP’nin ve daha önemlisi Atatürkçülüğün meşru bir muhalefet alanı olmasını engellemedi. Bugün bir memurun profil fotoğrafındaki Atatürk fotoğrafı muhalefetini ifade etmesinin meşru bir yolu. Bunun yanında sivil toplum ve alternatif siyaset alanlarının üzerinden silindir gibi geçildi.

– İktidar seküler milliyetçiliği muhatap aldı. Bunu kasıtlı yaptığını zannediyorum ancak öyle olmasa bile muhatabının en zayıf gördüğü yerine vurdu, ses de oradan geldi. Tersten bakarsak, muhatap alınmanın bir yolu da bu dili kuşanmak oldu. Bu bağlamda AKP, seküler milliyetçiliğe karşı muhafazakâr milliyetçiliğin galip geleceğini varsayıyor olmalı. Bu şekilde hem iktidarını sürdürüp hem de muhalefete göre daha kapsayıcı/liberal bir pozisyonda kalacağını öngörüyor. Zira muhafazakâr milliyetçilik, din üzerinden ırkı aşan bir ortak vatandaşlık zemini kurmaya daha müsait. Muhalefeti buraya hapsedebileceğini düşünüyor ama bir yandan da ateşle oynuyor. Türkiye Yüzyılı vizyonunda, İmralı sürecinde, Narin cinayeti olayında CHP medyasının (ve HDP elitlerinin) üstenciliğine karşı Kürdün yanında olan tavırda bunu gösterdi. Ama gerektiğinde de esas saldırıyı daha faşist olanlara değil, barışçıl ve liberal olanlara yöneltiyor: Demirtaş’ın içeride olması, barış süreci yürürken HDK’ya yapılan operasyon, en son ırkçı olmayan ve kitleye yön verebilecek bazı kişilerin eylemlerden uzak tutulacak şekilde tutuklanması…

– Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını da es geçmemek lazım. Seküler milliyetçiliğe alan açıyor ama elbette ondan korkusu da var. Bu hem devletin dizaynı ile ilgili hem de AKP’nin iktidarını sürdürme hevesi ile örtüşen bir endişeye tekabül ediyor. Ama mesela İmamoğlu’nun görece kapsayıcı dilinden rahatsızlar. Ona dair korku, özellikle partide daha yüksek. Toplumsal barışı temsil etme iddiasını kaybetmek istemiyor AKP.

Yine de devlet, kontrol edilmiş muhalefetin seküler milliyetçi kimliği kuşanmasına ikna olmuş durumda hatta Özdağ gibi radikal figürlere değil belki ama mesela Yavaş’a iktidar devri dahî bürokrasinin ve Ankara etrafındaki karar alıcıların önemli bir kısmından onay alabilir. İktidara gelse de sorun üretmeyecek bir muhalefet her güç yapısının isteyeceği bir elemandır. İmamoğlu için aynı onayın verilmesi ise Erdoğan/AKP ve devletin diğer aktörleri arasındaki diyaloga bağlı olabilir.

– Tabii bu siyasi hamlelerin ötesinde yüz yıllık milliyetçi eğitim sistemini, 15 Temmuz sonrası arttırılan milliyetçiliği -dünkü sık atılan sloganlardan biri: “terörist değiliz öğrenciyiz”- de not etmek gerekiyor. 15 Temmuz sonrası atmosfer yalnızca AKP tabanını değil diğer toplum kesimlerini ve gençliği de şekillendiriyor. Yani bir yandan da cumhuriyetin ve cumhuriyeti milletle buluşturan AKP’nin gençliği ile karşı karşıyayız.

– Saraçhane ve Maçka’nın Gezi’den en çok ayrılan noktası solcu, feminist, lgbtci, antikapitalist müslüman veya herhangi diğer örgütlülüğün yokluğu. Gezi, 90’ların hareketli siyasi yıllarını takip eden liberal bir dönemin ardından gelmişti. Belki âhir ömürlerindeydiler ama çok sayıda kuvvetli örgüt vardı ve kitleye yön verme kapasitesi taşıyordu. Bugün bu eksik. Gezi’de eksik olan da Ankara’da temsil bulmaktı. Saraçhane ise doğrudan Cumhurbaşkanı adayının arkasında hizalanmış vaziyette. Daha “eğitimsiz” ancak merkeze dair arzusu ve aceleciliği daha yüksek bir hareket.

-Öbür yandan CHP’nin Ankara’da temsil etmek için çırpındığı ama kontrol de edemediği bir isyan bu. Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir. Köhnemiş siyasetlerin yok olması pozitif de görülebilir, ortaya çıkan başıboş Türkçü kuvvetten endişe de duyulabilir. Ancak bana siyasi mücadelenin uzun erimli direnişe ve inada dayalı, hayatın içinde örgütlendikçe olağan üstü zamanda değerini daha da büyük bulabileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatıyor bu durum.

-Göstericilerin polisle olan iletişimi oldukça dikkat çekici. Sıklıkla, Polis Sen de İsyan Etsene sloganını duymak mümkün. Polis Simit Sat Onurlu Yaşa’nın yanında polisi kendi polisi gören, “milli” bir isyan! Polisi koruyan insanlar görmek de mümkün alanda. Bu durum ideolojik ezberlere hor görülecek bir tavır gibi gözükebilir. Daha örgütlü ve “siyasi” bir kitle olsaydı belki de bu manzaraların önünü kesecekti. Bu durumda sormak gerekiyor ki bir isyan hareketi kendi kardeşleri olan polise de bir teklif sunmalı değil mi? Kendilerini gördükleri ayrıcalıklı Türk pozisyonla ilgili de okumak mümkün elbette bunu. Tabii, bir isyanı organikleştiren, hayatın ve halkın sahici bir parçası kılan şeylerden biri olmaz mı, polisin isyana el uzatamayacak hâle getirilmesi? Bu da üzerine kafa yorulası önemli bir mevzu olarak duruyor önümüzde.

Devamını Okuyun

Yazılar

Neden? – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonun, diploma sahteciliğinden ve iktidarın yolsuzlukla mücadele hassasiyetinden kaynaklanmadığını fark etmek zor değil. Zira öyle olsa Ak Partili belediyelerle veya bazı bakanlarla ilgili vahim iddialar da soruşturulurdu. Bülent Arınç gibi bir ismin Melih Gökçek’le ilgili, “Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel sattı!” sözleri hiçbir savcıyı harekete geçirmeye yetmedi mesela. Diğer yandan kendi bakanlığına, kendi firmasından dezenfektan aldığını itiraf eden bakan hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı. Bütün bunları bırakalım, bizzat Erdoğan’ın “dolandırıcı” imasında bulunduğu Mehmet Şimşek’i devletin hazinesinin başına oturtması neyle ve nasıl izah edilebilir?

“Operasyon”un İmamoğlu’nun önünü kesmek veya aslında İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığını ileri sürenler var. İkincisini savunan yorumculara göre Erdoğan, nasıl göstermelik bir dava ile tutuklanıp “mağdur” edilerek parlatıldı ve “kahraman” yapıldıysa benzer bir senaryo İmamoğlu için de sahneye konuldu.

İmamoğlu’nun Erdoğan’ın yedeği olarak tutulduğu fikrine katılıyorum. Zira iki isim de küresel müesses nizamla uyumlu siyasetçiler. Bunu kabul etmekle birlikte, küresel müesses nizamın Erdoğan’la çalışmaktan vazgeçtiğinden pek emin değilim ve son operasyonun Ekrem İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığı iddiasına şüpheyle yaklaşıyorum çünkü parti olarak CHP’nin ve İmamoğlu’nun yükselişi, paralel biçimde Ak Parti’nin kan kaybettiği ortada. İmamoğlu ise zaten uzun süredir oldukça popüler bir siyasi figür.

Erdoğan’ın erken seçim için toplumsal araziyi uygun hale getirmek istediği ihtimali daha güçlü görünüyor. Son dönemde muhalif siyasetçiler ve gazetecilere yönelik artan soruşturmalar, gözaltılar, en yakın siyasi rakibi olan CHP’li belediyelerin iyiden iyiye kıskaca alınması, bir parti genel başkanının tutuklanmasına kadar varan işleri izledikçe aklıma bu ihtimal geliyor. CHP’ye kayyım atanması ihtimalinin bile ciddi şekilde gündeme gelmesi bu ihtimali daha da güçlendiriyor. “Atatürk’ün partisini, Atatürk istismarcılarından kurtardık!” diyeceklerdi!

Türkiye’nin en büyük partisinin devlet kontrolüne geçmesi demek bir yerde Azerbaycan tipi bir idare anlayışına geçiş, demektir ki orada da muhalefet partileri var ama iktidarın değişmesi hiç kolay değil. Ülkenin en büyük partisi bile kendini kurtaramazsa diğer partilerin fazla bir hükmü olmayacaktır. Genel Başkanı tutuklu bulunan Zafer Partisi mensuplarının tepkilerini ancak CHP’nin öncülük ettiği son eylemler içinde gösterebildiklerini izliyoruz.

Her seçim öncesi sağcı, milliyetçi-muhafazakâr, dindar oyları arkasında saf tutmaya mecbur edecek, “onlar ve bizler” ayrımını keskinleştirecek bir şeyler mutlaka olur. E-muhtıra olarak tarihe geçen bildiri Ak Parti açısından bunun ilk örneğiydi. Bu muhtıra, askerin siyasete müdahalesinden bıkmış kitlelerde Ak Parti’ye dönük bir sahiplenme duygusu uyandırdı. Cumhuriyet Mitingleri de benzer bir işlev gördü.

Gezi olaylarının da sağcı, dindar kesimlerde Erdoğan’ı desteklemeye dönük bir gereklilik hissi uyandırdığını da hatırlayalım. Ak Parti’nin tek başına iktidar olacak oyu alamadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından bir anda ortalığın karıştığını, 1 Kasım’da seçimlerin tekrar edildiğini hatırlayalım, ki o seçimde Ak Parti yeniden tek başına iktidar olmuştu. Ahmet Davutoğlu partiden ayrıldıktan sonra o dönem meydana gelen olaylarla ilgili çok şeyler bildiğini söyledi ama açıklamadı.

Erdoğan’ın son eylemlerin büyümeyeceğini ve birkaç günü geçmeyeceğini düşünerek yanıldığı doğru değil. Neredeyse 1950’lerin Vatan Cephesi tecrübesine doğru ilerleyen uygulamaların, Muhalefetin CB adayı olması kesinleşmiş bir ismi saf dışı bırakmaya çalışmanın yol açabileceği tepkileri tahmin etmediğini sanmıyorum.

Yargıya güvenin oldukça sarsıldığı bir vasatta muhalefetin böyle bir hücum karşısında evinde oturup mahkeme kararını beklemeyeceği açıktır. Sokak gösterileri devam ederken Şehzadebaşı Camii’ne saldırı haberi geldi ki, doğru olup olmaması bir yana kendileri açısından oldukça ‘işe yarar’ bir haber ve ama yalan ama doğru, bu tip haberleri görmeye devam edeceğiz gibi çünkü bu tarz şeyleri seve seve yapmaya hazır seviyede İslam düşmanı bazı yapıların az da olsa eylemlerin içinde var olduğunu biliyoruz. Olmasa da senarist çok: “Din düşmanı darbeci solcular sokaklarda terör estiriyor! O hâlde biz de elimiz mahkum Erdoğan’a destek verelim!”

Tepkiler yükseliyor. Hükümetin ayağını gazdan çekmek istemediği de ortada. Ben bu yazıyı hazırlarken Mansur Yavaş’a yönelik soruşturma açılmış, Beyoğlu Belediye Başkanı ifadeye çağrılmıştı.

Erdoğan’ın kendine de halka da bölgeye de zarar verecek girişimlerden uzak durmasını dileriz ama pek özeleştiri yapacak gibi görünmüyor.

Denizler durulmaz, dalgalanmadan! Duamız elbette en az hasarla durulması.

Olup bitenin daha derin anlamlarını, küresel müesses nizamın önümüzdeki dönemde kimle devam etmek isteyeceğini gelişmeler ilerledikçe çok daha iyi anlayabileceğiz.

İsmet Özel’in yıllar önce başka bir bağlamda söylediği bir cümleyi hatırladım: “Çünkü sonunda Ankara’yı bombalamak için Erdoğan’dan bir Saddam üretmek gerekiyordu.”

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x