Bir Giriş Denemesi
Bundan önceki bir yazımızda, Selçuklu ve özellikle de Osmanlı döneminde, Türk halkı üzerinden yürüyerek bir bütün olarak Anadolu’da, işin içerisine Kürtleri de dahil ederek, tasavvuf özelinde tarikat yapılanması açısından var olan iki sultanlığın (maddi ve manevi) birbirlerini tanıma, çatışma ve yan yana durma eylemi üzerinden bir değerlendirmede bulunmuştuk.
Bu yazımızda da manevi dinamiklerin, iddia edildiği üzere ne kadar manevilik içerdiğini, içerebildiğini ve bunun da var olan hakikatten hareketle yaşanılan dünyada insanların/Müslümanların derdine ne ölçüde derman olduğunun, olabileceğinin sorusunu sormaya çalışıyoruz.
Kısacası maksat, var olan bu dinamiklere elden geldiğince bir göz atmak!
İnsanoğlu tarih boyunca, yaşadığı hayatı anlamlandırmak için kendine yönelik “iç ve dış durumlar” üzerinden bir mânâ âleminin varlığına ve o varlık ile kendisini de görüp gözeten; yerine göre ödül ve ceza vere(bile)cek bir gücün varlığını, büyük oranda eğildiği fıtratına müracaat yolu ve hisleriyle kabul etmiş olarak değerlendirilir. Bu durum, ilk insan topluluklarından günümüze kadar bir seyir çizgisi takip edilerek sürüp gelmiştir.
Ya tamamen fıtrata, elim akla onlarla birlikte vahiy ile görevli olarak gelen elçilerin sundukları mesaja uygun olarak “madde ve mana” bütünlüğünde hakikate ulaşmış ya da bunlara birçok yanlışlıklar katarak bu işi yanlış bir din anlayışı mucibince bir şekilde sürdüregelmiştir.
Kısacası, her hâlükârda insan, inanma ihtiyacını bir şekilde yerine getirmeye çalışmıştır.
Bu şekilde muharref olanından “ed-Din” vasfını sürdürmüş bulunan aziz İslam’a kadar insanlar, kendi dinamikleri içerisinde bunlara büyük anlatılar gözü ile bakmıştır. Gerçi İslam’ı büyük bir anlatı olarak değil de vahye dayalı bir inanç sistemi olarak değerlendirmek gerekir.
İslam’ın salt bir anlatı olmayıp küllî bir inanç sistemine sahip bulunduğunu ve ona yönelik yorumların haddi aşmamak şartıyla bir yere not edilecek bir din olduğunu belirtmiş olalım.
Görebildiğimiz kadarıyla temelinin vahye dayandığını düşündüğümüz ama dünde ve günümüzde de “tevhid dışı” bir kulvarda bulunan inanç sistemlerinin mahiyetine bakıldığında ve onun adına yapılan ama onun aslını içermeyen birçok anlatının marifetiyle oluşan yorumlara göz atıldığında, manevi dinamiklerin dünyevî dinamiklere dönüşmemiş olsa da, büyük oranda hakikati yansıtmadığını söyleyebiliriz.
Bu tür yorumlara en bariz örnek tasavvuf olgusu üzerinden epeyce bir oranda verilebilir.
Tabii ki tasavvuftan kastımız onu mahkûm etmek değil. Sadece bu form üzerinden dinin aslına yönelik yapılagelen yorumlara, onun üzerinden oluşan yapılaşmaya ve o yapılaşma üzerinden dünyevî alanda saltanat kurmaya ve bu saltanatın devamı içinde, maddi iktidar ile (devlet) hareket etmeye ve bu yolla dine yönelik zararlara değinmektir.
Yukarıda insanın tarih boyunca yaşadığı hayatı anlamlandırma çabalarına vurgu yapmıştık. Bu anlamlandırma ameliyesi farklı toplumlarda, farklı formlarda ve çeşitli tezahürlerle gerçekleşmiştir.
Felsefeyi de bu minvalde değerlendirdiğimizde bu formun antik Yunan’da neşvünema bulması da, insanın hayatı anlama, anlamlandırma ve algılamasına yönelik insanî bir çaba olarak karşımız çıkar.
Yunan’da felsefe, Doğu’da mistik anlayış ve arayışlar, İslam dünyasının önemli bir bölümünde de temeli büyük oranda mistisizme dayanan tasavvuf düşüncesinin Müslümanlaşması şeklinde kendini belirgin kılar.
Öncelikle şunu belirtelim: Arap olmayan Müslüman toplumlarda var olan tasavvuf anlayışının, genel anlamda Arap toplumunda pek yer edinmeyişinin önemli bir sebebi o toplumlarda Selefiliğin önemli bir yer edinmesi ile bağlantılı olabilir. Gerçi, imam İbn Teymiyye, onun talebesi İbn Kayyım El-Cevziyye dahil birçok eski dönem Hanbeli/Selefilerin de az oranda da olsa tasavvuf düşüncesine bir eğilimin olduğunu söylemek gerekir.
Aralarında basit bir benzeştirme yapmadan, olaya maksat açısından baktığımızda, hayatı anlama ve anlamlandırma sadedinde nasıl ki felsefede birçok teoriden söz ediliyor ise, tasavvuf bünyesinde de aynı maksada binaen birçok teori, söylem söz konusudur.
Felsefede; örneğin Aristo’dan kinaye ilk İslam (Arap) filozofu El-Kindi’nin kurucularından olan Meşşaîlik ekolü.
Tasavvufta; örneğin Muhiddin İbnü’l-Arabî’nin kurucusu olduğu Vahdet-i Vücud, İmam-ı Rabbanî’ye atfedilen Vahdet-i Şuhud, Nur-u Muhammediye teorileri akla gelir.
Felsefenin kaynağı Batı, yani antik Yunan; tasavvufun kaynağı, çıkış yeri ise Hint alt kıtası…
Bu ikisinin de hayatı anlama ve anlamlandırma çabası içerisinde olduğunun bilindiği, birçok yanlış yönlerine rağmen ola ki hikmetten de az bir şeylere sahip olmalarına rağmen Müslümanların kahir ekseriyeti felsefeyi sapkınlık olarak değerlendirdikleri halde iş tasavvufa gelince akan suların durduğuna şahit oluruz.
Bizce, bu manzaraya bakıldığında, birinde (tasavvuf) her ne kadar iç arınma söz konusu ise de bu yolda en başta aklı kullanma düşüncesi olmadığı, meyyitin (ölü kişi) gassala kayıtsz ve şartsız, hiçbir şey demeden, itiraz etmeksizin şeyhe bağlılığın aksine felsefe ne olursa olsun düşünmeyi ve dolayısıyla düşünceyi önceler, bağımsız düşünmeyi önerir.
Bir de felsefe bir oluşun ve eylemin ne maksat için yapılacağına dair bir temel vazifesi görür. Zaten ona bu bariz özelliğinden dolayı “kurucu” bir gözle bakılır. Ama bırakın tarikatı, şunu, bunu; bir yol ve yöntem olan tasavvuf için bu hiç söz konusu değildir.
Yine ayrıca belirtmek gerekirse, felsefe insanı düşünceye, düşünmeye sevk ettiğinden dolayı insanların büyük bölümü tarafından pek makul, daha doğrusu kullanışlı bulunmaz. Ama tasavvuf söz konusu olacaksa, hem manevi kazanç peşinde olunacak ve hem de şeyhe tam bir teslimiyet (körü körüne biat) ile birçok “maddi ve manevi” sorumluluktan yırtılacak ve kurtulunduğu var sayılacaktır.
Bu tür kalıcı sebeplerden dolayı tarih boyunda tasavvuf içerisinde birçok yol ve tarikat kurulmuş olduğu halde hemen hemen hiçbir kimsenin aklına bir felsefe tarikatı kurmak gelmemiştir. Bu da olsa olsa birisinin salt düşünceye -onların kahir ekseriyeti spekülasyon da olsa- diğerinin ise salt teslimiyet temeline dayanması, işin rengini göstermektedir.
İnsanların büyük bölümü maneviyat dendiğinde ne diyeceklerini, nasıl davranacaklarını şaşırıp dururlar.
İlla da “maneviyat” deyip dururlar ama bu maneviyat denen şeyin nasıl bir şey olduğu konusunda elle tutulur, akla uygun bir şeyler söyleyemezler.
“Bunun sebebi nedir?” diye sorulduğunda o insanların yine büyük bir bölümünün Müslüman olduğumuz halde “Kur’an nasıl bir kitaptır” sorusuna yönelik verilmesi gereken cevabı bizzat Kur’an’dan değil de, onunla pek bir ilgisi olmayan tali (ikincil) kaynaklardan, ya da şifahi (sözlü) olarak birisinden, onu da cidden teyit etmeden duymuşlardır.
Kur’an’la ilgili soruya bu yollarla cevaplar verildiği için olsa gerek, aynen bir gömleğin iliğinin sıra atlayarak iliklenmesi hadisesinde vaki olduğu gibi, din ile ilgili sorulara verilen ve haliyle alınan cevaplarda pek bir hakikat içermeyecek ve birçok konu speküle edilip durulacak ve spekülasyon dinin yerini alacak ve hakikat ise ters yüz edilecektir.
Ondan sonra gelsin “Hadis, Kur’an’dan üstün müdür? Hadis, Kur’an ayetlerini nesh eder mi? Kabir azabı var mı?” gibi sorular! Bir yandan da bu soruları haklı çıkarmaya yönelik uygun cevaplar da verilir durur!
Gerçi bu türden sorular, direkt tasavvuf ile ilgili sorular olmayıp “bize özgü” Sünnilik anlayışı içerisinde sorulan sorular ve verilen cevaplar olmakla birlikte, bizim insanımızın din ile tanışma kaynağı genel itibarıyla tasavvuf düşüncesi üzerinden gerçekleştiği için, bu yaklaşımın bizlik bir tarafı var.
Bununla birlikte, tasavvuftaki mürit-şeyh ilişkisinde vaki olduğu üzere düşünmeye değil, sorgusuz sualsiz teslimiyete rağmen felsefede “düşünme eylemi” ön planda olduğu halde, bu inceliğine rağmen onun da bünyesi büyük oranda spekülasyona dayanmakta ve her sonra gelenin teorisi, bir öncekinin -belki de üstadının- teorisine zıt düşmekte, yer yer onu yerle bir etmekte ve yok saymaktadır. Böyle bir yol takip edilirken de, en azından “hikmeti anlama, bilgiye hürmet ve “bir önceki” bilgeye saygı” durumunun devrede olması gerekirken, bu tür bir yolun pek de izlenmediğini söyleyebiliriz.
Ama İslam ilim geleneğinde, bazı yanlışlıklarla birlikte, bu incelikli yolun mümkün mertebe takip edildiğini söyleyebiliriz. Her daim böyle olursa, düşünceyi öncelediği bilinen felsefenin de tasavvuftan kalır bir yanı bulunabilir mi? Tabii ki de hayır!
Burada şuna da değinmekte fayda var: Allah’ın cinlerle birlikte, kendisine ibadet etmesi için yarattığını belirttiği** insanın dünyanın, yani yaşanılan hayatın öznesi olması ve eylemlerinden dolayı da bir imtihana tabi tutulacak oluşu, insanın maddi ve manevi boyutta düşünce üretmesini de öncelerdi.
İşte, insanın kendi “indî” gerçekliğinden hareketle üretegeldiği doğru ve yanlış düşünsel kalıplar, “insanî eylemler” olarak karşımıza çıkar. Ki, bu durum onun kınanmasını da, gönendirilmesini de berberinde getirir. Gönendirmeyi herkes yapabilirdi ama ya kınanma işini kim yapabilir?
İşte soru da, sorun da burada düğümlenmektedir.
Bazılarının iddia edegeldiği üzere “hakikatin kendisinde bulunduğu” bazı özel ve imtiyazlı kişiler(!) değil de, kınanma eylemini gerçekleştirebilecek akli, ilmi ve ahlaki bir altyapıya haiz olan hikmet ehli insanlar yapabilir.
Tabii ki de, bu da gelişi güzel ve harcı âlem bir tarzda olmayıp işi künhüne vakıf olunabildiği oranda yapabilecekler tarafından…
Böylece, manevi değil de maddi kıstasların işin ehlince hikmetle yoğrulması sonucunda, insani eylemler ele alınır ve kendi kıymeti mucibince değer kazanır. Böyle bir kıstasa sahip isek, bizzat dinin kendisi, felsefe ve tasavvuf vb. olgular büyük bir vukufiyet içerisinde ele alınır ve değerlendirilebilir.
* Zariyat Sûresi, 56