İnsanın bir yere ait hissetmesi için kaç nesil geçmesi gerekiyor? Sürekli ayağını bastığı toprakta başka yerlere özlemle ne kadar yaşanabilir? Kabul edelim ki bu sürdürülebilir bir durum değildir. İnsanın üzerinde yaşadığı toprağa ait hissetmesi için geçmesi gereken uzun bir zamanın yanında bir dolu saik vardır. Bunlardan biri, toprak altında yatan akrabalardır. Bir muhitte bir ailenin mezar sayısı ne kadar çoksa, o kadar kabul görür insanlar arasında.
Milletlerde de böyle değil midir? Büyük savaşlar, işgaller hep birer mezar olarak düşünülebilir. Çanakkale’yi en yakın örnek olarak anabiliriz. Sebebi ne olursa olsun Sarıkamış da bunlardan biridir, en yakan örneklerdendir. Sadece vatan saydığın yerleri korumak değil, işgal amaçlı gittiğin yerleri bile, oralarda ölülerimiz var diye daha çok sahiplenir milletler. Tâ Avustralya’dan her sene gelenleri buraya çeken nedir? Terk etmek zorunda kaldığın yerlerdeki mezarlar uluslar arası anlaşmalarla korunur, hep bir geri dönüş ümidi olarak bakılır. İnsanın illaki kutsal sayılan bir olayda ölmesi değil, sadece ölmesi bile gelecek nesillerin aidiyetini artırır. Ölen kişi sevilmeyen işler yapmış olsa bile, bu böyledir.
Madencilerin bir sözü vardır: “Alınyazımızı toprağın üstü değil, altı tayin eder.” Bu mezarlar için de söylenebilir, tarih için de. Ama bir farkla: Toprağın altındaki madenleri değiştiremeyiz de ölülerin kıymetini veya tarihin akışını kendimize göre yeniden yorumlayabiliriz.
***
Bir muhite taşınan ilk nesil toprak altına girmeye başladığında sonraki nesiller daha çok oralı olurlar. (Artık “Sen de hiç oralı değilsin ha!” denmez onlara.) Aile mezarlıklarının özene bezene yapılmasının ve cenazelerin memlekete götürülmemesinin bir sebebi de budur. Bu, hem ölenlerin zaten burada doğmalarından hem de çocukların ölülerini yanı başlarında istemelerinden kaynaklanıyor. Öte yandan memlekete gömmek istemek de anlaşılabilirdir, ölü de olsa kendilerini temsil eden birinin oralarda da bulunması, bu yolla küçük de olsa bir söz hakkı ve sahiplenme duygusu temini elde etmek istemeleridir. Ülkemizde köyden şehre göç eden hiç kimse ayağını kesmez eski toprağından. Yurt dışından gönderilen cenazeler için devletlerin bütçe ayırdığını duymuştum, onların gözünden bakınca gayet mantıklı. Çünkü yabancıların mezarlıkları ne kadar kalabalıklaşırsa kalıcılıkları ve söz hakları da o kadar artacaktır.
Gölcük’ün Ulaşlı köyü şimdi sahildedir. 1956’daki heyelandan sonra sahile indirilen köylü senelerce ölülerini yukarı köye taşımış. Çünkü zaten neredeyse her gün dağ bayır demeden oralara çıkıyor, bağ bahçe işliyor, ormandan odun getiriyorlardı. Devlet aşağısını zorunlu kılsa da insanların irtibatı hiç kopmadı yukarıyla. Sahilde ilki 1958’de açılan mezarlar da yabancılara aittir. 1 Mart 1958’de Körfezde fırtınaya yakalanıp batan hayli hüzünlü olaylar barındıran Üsküdar Vapurundan getirilen cenazeler, artık yeni mezarlığın açılmasını gerekli kılmış. Sonraki süreçte de yukarı köye cenaze taşımalar devam etmekle birlikte çoğunlukla aşağı defnedilmiştir insanlar. Çünkü yukarı köyde doğmayan, artık orada yaşamayacak olan nesiller yakınlarının sessiz de olsa yanlarında yatmalarını ister.
Ulaşlı’nın yerlilerinden olup olmadığınızın bir göstergesi de yukarı köyde mezarınızın olup olmadığıydı. Bizim sülalenin yukarıda hiç mezarı yoktur mesela, arazimizin de olmamasının yanında. Olsaydı oralara başka türlü bakar, samimiyetle sahiplenirdik. Bizimkiler başka bir köyden (Akpınar) inip yerleşmişler aşağı Ulaşlı’ya. Beş erkek kardeş olan dedemlerin en büyük çocuklarından biri olan babam 3-4 yaşlarındayken gelmişler sahile. Daha önce de gidip gelirlermiş elbette. Başka akrabalarımız yerleşmiş bizimkilerden önce. Ama bizim kesin inmemiz 60’lı yılların başıdır. Büyük dede zaten onlar çocukken öldüğünden dağ köyüne defnedilmiş. Ama annelerini de oraya götürmüşler, 1986’da ölmesine ve Akpınar 25 km. uzakta olmasına rağmen. Şimdi bizim neslin gidip bulamayacağı, uzak bir yer olarak orada yatıyorlar. Acaba aşağıya gömülseydi ninemiz, Ulaşlı’ya bakışımız nasıl olurdu? Nineyle aynı yıl ölen torunlardan, babamın amcaoğlu Ulaşlı’da metfun mesela. Nine gibi onu da çıkarmamışlar Akpınar’a. Çünkü ninenin kocası oradaydı ve Abdullah amcanınsa anne babası buradaydı.
Çocukken Ulaşlı mezarlığına her gittiğimde sülalemizden de ölüler arardım. Birkaç taneden başka bulamayınca üzülürdüm. Uzak akraba mezarlarını gezerdik bir teselli olarak. Bunu yapmamızın altındaki sebep, bu yazının temeline yerleştirmeye çalıştığım hissiyattı. Abdullah amcanın cami lojmanı inşaatında çalışırken ölmesi bize safça, çocukça bir gurur verirdi. Çanakkale’de ölen dedesinden bahsetmesi gibi birinin, biz de dillendirmesek bile içten içe hissederdik bunu. Sonra sonra mezarlıkta çoğalan nüfusumuz ve adresler aidiyetimizi artırdı. Ben kendimi bilmeye başladığımda bir elin parmaklarını geçmeyen akraba mezarlarımız, 2010’lu yıllarda doğan çocuklarımız için uzun süre mezarlıkta kalmayı gerektiren bir yekûna ulaşmıştı. Bu bekleyiş insanda değişik bir güven hissi uyandırır. Yahya Kemâl’in nüfusu iki katı söylemesi üzerine şaşıran muhatabına verdiği “Çünkü ölülerimizle yaşıyoruz.” cevabını hatırlayın.
1999’dan itibaren mezarlıkta bu sefer ayrıcalık sağlayan bir bölüm de “deprem şehitleri” kısmıydı. Bizim hiç akrabamız yoktu depremde ölen. 2200 nüfuslu köyde 72 kişi ölmüş olmasına rağmen aralarında bizim en yakınımız dayımın baldızı, eşi ve çocuklarıydı. Komşularımız da vardı tabii, her gün oyun oynadığımız arkadaşlarımız vardı ama birinci dereceden akrabalarınız gibi değildi bu his.
Ölüm birçok şeyi kökünden hâlleder, dertleri ıstırapları bitirir. Kesin konuşur, tereddüde mahal bırakmaz. Bir görevi daha vardır ölümün, sadece öleni değil geride kalanları da toprağa bağlar. Birisine nereli olduğunu sorduğumuzda aslında “ölülerinin nerede gömülü olduğu”nu da sormuş oluruz. İnsanların yakınlarının mezarını bilmeleri yerleşik olmayla ilgilidir, göçerler bundan mahrumdur ve bu yüzden hem hiçbir yerli ve hem her yerlidirler. Başka göçlerde rastlarlarsa ziyaret ederler, o kadar.
Son söz: Bana bütün bunları yazdıran, 19 mevsim boyunca görev yaptığım Hakkâri’nin Taşbaşı köyünde mezarlığın olmamasını bugünlerde yeniden düşünmemdi. Onlar da eski köylerine götürüyor cenazelerini. Eski köyleri, Kelétan; malum köy boşaltmaları sırasında terk etmek zorunda kaldıkları yaylaları… Ben doğduğumda artık yukarı Ulaşlı’ya cenaze taşınmıyordu, ama Taşbaşı daha o dönemleri geçememiş, zor da olsa, keçi yollarındaki tehlikeyi göze alarak hâlâ eski köye taşıyorlar. Tamam, köyde zaten adım atacak yer yok. Yaşayanların bile sıkış tıkış yaşadığı bir yerde bir de ölüler için arazi tahsis etmek ne kadar mantıklıdır? Ama bundan daha önemli bir detay var aslında. Cenazelerin yukarı köye götürülmesi, aşağıya tam yerleşilemediğini gösteriyor. Yirmi yıldır yaşadıkları köyde canlıların selameti için toprağa saplanan on binlerce kazmadan biri de tek bir mezar için vurulduğunda aidiyet daha hızlı gelişecek.