Yaz mevsiminin tam manasıyla çadırını getirip kurduğu şu günlerde hemen her şeyin/herkesin değişim ve rehavete kapıldığı göze çarpıyor. Çalışmak zorunda olanlarınsa bu tür rahatlamalardan bir payesi yok.
Kirazlar, dallarını yavaş yavaş boşaltıyor. Eriklerin toplanmayanları, hoşaflık olmak için bekliyor.
Karasıyla, beyazıyla dutlar patır patır dökülüyor. Ağaçlarının altı dökülen dutların bıraktığı izlerle kaplanıyor. Dalda kalanlar da el birliğiyle silkelenip ağız birliğiyle yeniyor.
Çilekler de çok sürmez, biter. Kalırız pazar malı hormonlu çileklere! Nerede ağızda eriyen bahçe çileği, nerede ağız buruşturan hormonlu sera çileği… Mustafa Kutlu’ nun Huzursuz Bacak kitabındaki Ömer Faruk Ay gibi her şeyi bırakıp başlamalı çilek yetiştirmeye.
Salatalıklar, domatesler, kıvırcıklar, marullar ve Ayşe kadınıyla, çalısıyla fasulyeler boy atmaya başladı. Mahsullerini pek yakında görürüz.
Ormanda o havayı soluyamasak da odaların içini nefis ıhlamur kokusu almasına çok az kaldı.
Armutlar da yavaş yavaş olgunlaşıyor, nar ise yeni yeni çiçek vermeye başladı. Arılar tomurcuklarını yeni patlatan çiçekleri bulup arkadaşlarına haber veriyor, kendilerine özgü “titreşimli iletişim teknikleri”yle.
Meşhurluğunu, trafiğin yoğun olduğu bir geçiş yolu üzerinde bulunmasına borçlu olan İzmit pişmaniyesi gibi; mevsimine göre incir, kiraz, şeftali, erik, fındık, ceviz, kestane ve bilumum meyve-sebzenin ipliğinin pazara döküldüğü tezgâhlar kurulmaya başlandı yol kenarlarına.
Körfezde her zamanki trafik devam ediyor: Sakin, akıcı… Askerî, ticarî, sivil gemiler, vapurlar, deniz otobüsleri, balıkçı tekneleri, sandallar, yelkenliler vs… Körfezin ucu bucağı varsa da, kıyısına gidince ille bir özgürlük çağrışımı yapıyor insanda.
Mesire yerleri piknikçilerden geçilmiyor. Sakin, ailece kafanızı dinleyebileceğiniz bir yer bulmak güç. Zaten stres, depresyon gibi şeyler çıktı çıkalı işten fırsat bulan, nevalesini dürüp soluğu ya böyle mesire yerlerinde ya da deniz kenarlarında alıyor. Dağ başları da hakikî tabiat dostlarını bekliyor.
Okullar bitmeden çocukların altını üstüne getirdikleri kasaba, en azından sabahları sükûnet bulacak. Öğleden sonra başlar bir curcuna. Evden kendini dar atanların en uğrak yeriyse dondurmacılar oluyor. Annelerinin; “al da yeter ki git oyalan biraz” diye verdiği harçlıklarını tereddüt etmeden uzatıyorlar bakkal amcalarına. Bazısı da hazırladığı oltasıyla iskelenin yolunu tutuyor. Harçlığı dar olan kıyıdan sinek oltayla, parası çıkışan sandal kiralayıp çapariyle aldatıyor balıkçıkları. Çoğu da bırakıyor kendini körfezin temiz olmayan, ama serin sularına.
Tüm bunlarla beraber; genişletilen otoyolun daha asfalt atılmamış, tam da koşu pistini andıran toprak kısmında salına salına koşturan rahvan atları görünce, bir masa ve sandalyede kısılı kalmak zoruna gidiyor insanın!
Denizle ormanın güzel bir uyum içinde hayat sürdüğü, güzelliğini -başta Tüpraş olmak üzere- bilumum fabrikaların bile bozamadığı bir kasabada bulunup da gözüne at gözlüğü takıp ders çalışma zorundalığı…
İnşaat ustaları, akşam koydukları malzemenin yerini sabaha unutmazlar, kimse yerini değiştirmediyse şaşırmazlar. Bense o nispette bir şaşırma hâlindeyim bu sıralar. Ya koyduğum yerde bulamıyorum kendimi ya da unutuyorum koyduğum yeri.
Bir bilseniz, benim de hoşuma gitmiyor bütün gün seçenekleri okuyup içlerinden doğru olanı aramak. Dört okuyup bir yazmak varken, dört yanlıştan sıyrılıp bir doğruya ulaşma mecburiyeti, başkalarının çeldiricilerinden kurtulup yine başkalarının doğrularını bulmaya çalışmak. Bir bilseniz, benim de hoşuma gitmiyor ve hatta zoruma gidiyor.
Bilir misiniz, Hasan Hüseyin Korkmazgil; “haziranda ölmek zor” demiş. Orası öyle de, bütün sınavcıların son düzlüğe girdiği bu ayda, hızını kaybetmeden ders çalışmak kolay mı? Çeken bilir.
Son söz: Tepe görünce yorulan insanlar tanıdım. Söz gelimi dünyadaki hiç kimsenin, yaptığı işten memnun olmadığı söyleniyor. Bu serzenişlerimi kendimizi bir köle gibi kaptırdığımız “sistem”e bir sitem, “kaosa mütevazı bir katkı” mahiyetinde kabul ediniz. Önümüze, aştığımızda bize hiçbir şey kazandırmayacak tepelerle setler kuran “sistem”, bizi fazlasıyla ve boş yere yorduğu hâlde; dostun dağına çıkmaktan da erinmeyiz elbet.