Yazılar

Deprem, Dayanışma, Eleştiri – Tuğba Ekinci

Yayınlanma:

-

 

                                       Gülemiyorsun ya, gülmek

                                                               Bir halk gülüyorsa gülmektir. 

                                                                                   (Edip Cansever)

Çoğu düşünce, pek çok duygu kâğıda dökülebilir; bu anlamda sözün iyileştirici etkisinden de söz edebiliriz. Ancak felaketin büyüklüğü, felaketten söz edebilme hakkını elimizden alır bazen.

Depremin ilk haftasında afeti romantize etmeye koşan yazarları hatırlayalım mesela. Deprem bölgesinden gelen fotoğraflar, görüntüler kendisini sunma konusunda yeterince güçlüyken deprem fotoğraflarının altına çabucak hikâyeler yazıldı. Başkalarının acıları hakkında sözcükler sarf etmenin, yasın sessizliğini bozmanın bu gibi riskleri var. İhmaller ve günahların yeniden düşünülmesi için bir taziye, bir yas suskunluğu ihtiyacı, söz enflasyonundan kurtulmamızın gerekçesi olabilir. Söze dökme yoluyla iyileşme, doğrudan yas sahipleri açısından daha meşru görünüyor. Bu açıdan dinlemek de dayanışmanın bir yolu.

1755’te Lizbon deprem felaketi üzerine şiir yazan[1] Voltaire’e nazire yaparak, 20. yy.’da tanık olduğu felaket için “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır.” diyen Alman Yahudisi bir düşünürü, Adorno’yu hatırlatmak da yerinde olacak. Peki, bu gibi şok durumları daimi bir suskunluk halini mi zorunlu kılar? Ellerimizle yapabileceklerimize ek olarak, dilimizle söylemenin, kalbimizle doğru yerde durmanın yollarını bulamaz mıyız? Doğru/iyi/güzel olanı hem söze hem de fiile taşımanın yeni biçimlerine ihtiyacımız var. İyi ve adaletli bir ses bulmak da suskun kalmakla çığırtkanlık arası bir yerde mümkün.

Yeni yollar ararken, insanın tekil ve çoğul var oluşuna birlikte yer verebilmek önemli. İnsan olmak hem başkalarından ayrışık, kendine has olmak demektir ki bu, özgürlükle karşılanabilir. Öte yandan başkaları daima benzerimizdir; eşitlik ve hakkaniyetin gerekçesi de burada. Yani birlik olmak zaten farklılıkların birlikteliğidir. İnsan toplulukları atomlaşmış bireyler olmanın ötesinde dayanışarak tek beden haline gelebilir. Benlik narsisimle değil, başkalarıyla dayanışarak güçlenir çünkü.

Dayanışmanın ön koşulu bir kopuş, bir farklılık, bir kırılma o hâlde. Dayanışmanın anlamı da kırılgan yerlerimizden birleşebilmek… Yakın zamanda fay hatlarıyla başlayıp insanların imar ettiklerine dokunan sarsıntı deneyimi; bu krizden bir eleştiri çıkarmaya vesile olmazsa yalnızca ölüleri değil, bize çok şey öğretebilecek deneyimi de tarihe ve toprağın altına gömmüş olacağız. Hatırlamak iki türlü: bir yönüyle ölülerle ve yıkılan şehirlerle vedalaşırken geriye kalanlarla dayanışmak, birbiri için var olmayı öğrenmek. Öteki yüzü “Neyi, nasıl düzeltebiliriz?”le ilgili. Dayanışma sevgi ve ilgi ile; yeni kriterler bulmak hukuk ve adalete ilişkin. Peki bu kriz, bizi hangi yeni kriterlere taşıyacak? Herhalde bu soru geleceğe dönük en önemli sorulardan.

Çoğunluğu tanımadığımız insanların çektiği acılara sebep olan bu felaket, başkalarının acılarını duymayı, insan olmanın farklı derecelerini hatırlattı bize. Birkaç milletten müteşekkil bir coğrafyanın mecazi sınırlarını yeniden düşünmeyi de sağlayabilir böylece. Aristoteles, her şeyin bir işi ve işlevi olduğundan söz ettiği bir yerde “Peki, insanın doğası gereği bir işlevi yok mudur?” diye sorar. Bu iş ve işlev, mesleki işlevden farklı. İnsan, doğası gereği işsiz değildir ve akla dayalı, mutluluğa ve iyi yaşama bağlanan bir erdem yaşamı insanın esas işidir. Her bir organın ayrı bir işlevi olması gibi, insanın özsel ve bütünsel işlevi de ancak akla göre eyleyen bir iyi yaşamla imkân kazanır.

Yan yana duran insanlardan bir birlik, topluluktan bir dayanışan toplum çıkması gibi acaba bundan sonra şehirlerin de incelik ve ölçü ile inşa edilmesi mümkün değil midir? Bunca ölümden ve yıkımdan bir diriliş ve uyanış çıkabilir mi? Enformasyon kirliliği, ekran ve tuşların aracılığı insanların sahici duygularının yeterince işlemesine engel oluşturabiliyor. Sözün araçsallığı, yargı dağıtmanın ve dayanışmaya dönüşmeyen bir öfke ile avunmanın kolaylığı yerine, duygulanımları dayanışma ve eyleme dönüştürmeye de ihtiyacımız var. Üstelik sistemsel dersler çıkarmanın yollarını aramak gerek. Kaybolan bağlarla birlikte şehirlerin de gerektiği gibi inşa edilmesinin yolunu… Bu yolu bulmak, deprem suçlarını unutan ve unutturan bir “birlik olacağız” edebiyatıyla çözülmeyecek elbette. Yasımızı yaşarken bu yası nereye yerleştirdiğimiz, eleştiri ve yeni yol arayışlarını bütünsel düşünmekle ilgili. Örneğin deprem ve zamlar, deprem ve yoksulluk… Felâket sonrası insanların durumunda bunları ayrı kompartımanlarda düşünmek mümkün mü bugün? Gerçek bir eleştiri görünüşlerin ötesinde ilk bakışta görünmeyen bağlantıları da işitmek/görmekle ilgili.

Felâket zamanlarında, bazen dayanışma adı altında görünürlük kazanma yarışları, sermayenin günah çıkarması durumları da baş gösterebiliyor ne yazık ki! Bu tip yardımseverliğin öteki ucunda yer alan felâket mağdurlarına da artık tek bir sıfat kalmıştır: Depremzedelik. Yani felâketin öznesi olmanın yakıcı yanlarından biri de sayısız kayıp şekli dışında -insanlar şehirler anılar vs.- kişilerin zengin ve çoğul niteliklerinin depremzede gibi tek yönlü bir sıfatın gölgesinde kaybolması…

Ece Ayhan bir şiirinde demişti: “Hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. Ama insanoğluna gelince üstelik yerde, neler olduğunu biliyorsun.” İnsanın neliği, kendini bilmesi buyruğuyla bitişik kadim soru(n)lardan. Peki, insan kelimesinin içi sözgelimi Kabil’de mi karşılık bulacak, Habil’de mi? Burada insanın iyilik ve kötülükle sembolik tasviri, depremi getiren aklın ve olgunun kötücül baskınına karşın dayanışmanın olanağına; korku ve ümit, iyimserlik ve kötümserliğin geriliminden imkânlar yaratmaya alan açıyor. Örneğin Kur’an da insanı, cahillik ve yaratıcının temsilcisi olmak arasında bir tereddüdün ortasına yerleştiriyor.

Neyse ki, yalnızca birbirine çarpan değil, göz yaşartacak kadar dayanışan, başkalarına dayanak olabilen sürprizli bir var oluşu var insanın yeryüzünde.

 

[1] Yukarıda değindiğimiz isimlerden Voltaire’in Lizbon depreminden ötürü Tanrı’ya serzenişleri, depreme dair kötülük problemini de değerlendiren şiiri; deprem gibi durumları Tanrısal bir ceza, bir tür hınç olarak değerlendiren geleneğin yanlışından kaynaklanıyor. Ethica eserinde Spinoza da, deprem gibi felaketlerin dinli-dinsiz ayrımı yapmadan herkesin başına gelen ortaklığına ve bu tecrübenin sayısız kez deneyimlenmesine rağmen insanların bu saplantısal ön yargıdan kurtulamadıklarına dikkat çeker. İnsanların kusurlarından kaynaklanan felaketlerdeki insani pay ve hatırlatıcı etki bir yana, zorluğa maruz kalan kişi ya da topluluğun felaketi hak ettiğini, depremi günahların getirdiğini düşünmek, deprem gibi yeryüzü olaylarında sorumluların payını da örter.

 

Tıklayın, yorumlayın

GÜNDEM

Exit mobile version