Söyleşiler

Yusuf Şanlı: Doğa, insana nereden geldiğini, nereye gideceğini öğretiyor

Yayınlanma:

-

Şanlı ailesi, bir müddettir tabiata dönüş pratiğini tecrübe ediyor. Büyükşehirden kırsala hicretin imkânları ve süreç hakkında Yusuf Şanlı ile konuştuk. Yusuf Şanlı, aslen Adanalı ama doğma büyüme Ankaralı… Kendini bildi bileli serbest ticaretle uğraşıyor. Son 14 yıldır da Ankara’ya yolu düşenlerin bileceği Mekân Kıraatevi adında bir kültür-kafeyle meşgul olup esnaflık yapıyor. Üç kız babası, kendi ifadesiyle “İslam üzere yetiştirip cenneti kapma” peşinde. Süregiden bir sorumluluk olarak da yine kendi ifadesiyle “İslami câmianın içinde inkılâbî bir dönüşüm arayışı için çırpınıyor.”

– Ankara’dan kuzeye, tabiatın bağrına, küçük bir ilçeye yakın bir bağa göçün sebepleri neydi? Niçin böyle bir seçim yaptınız? Daha önce bir köy, bir çiftçilik geçmişiniz var mıydı?  

Birçok sebebi var tabi, en mühimi çocuklarımı şehirde büyütmeyeceğim diye ahdetmiştim. Şehir insanî bir yaşam alanı değil, özellikle çocukların fıtratına aykırı bir yaşam zeminidir, tek kelimeyle kendi rızamızla çocuklarımıza zulmediyoruz. Hâricen, hem çocuklarımız hem kendimiz için özgür ve güven içinde sağlıklı bir hayat sürmeyi amaçlıyoruz; ek olarak kısmen de olsa despotik devlet baskısını hissetmediğimiz huzurlu bir yaşam. Ekmek, su, barınma gibi maddi zaruri haklardan ziyade özgürlük, güven ve huzur ortamı her bir insanın en doğal hakkıdır ve bu maddi-manevi şartlar kişinin insan gibi yaşaması için elzemdir.

Dünya nüfusunun birçoğu gibi ben de şehirde büyüdüm maalesef ama en azından çocukluğum bahçeli bir format olan gecekondu semtinde geçti. Bir köy veya çiftlik tecrübem olmadı diyebiliriz, yalnız ailecek adaptasyonumuz korktuğum kadar zor değildi.

Şehir hayatı içinde köle gibi debelendiğimiz kapital çark dâhilinde değil durup soluklanıp insanlık için, İslami mücadele için artı bir değer oluşturmak, nefes alıp düşünmeye dahi zamanımız yetmiyor! Zaman çok hızlı akıyor, yetişilmiyor ama kırsalda zaman yavaş akıyor ve hırslı bir hayat yok. Sakin, gözü tok, azla yetinmeyi bilen, tüketim çılgınlığından etkilenmeyen, israfın minimum düzeyde olduğu, bereketli bir hayatınız oluyor. Daha ne olsun…

– Bu süreçte ailenizin tavrı ne oldu? Özellikle çocuklar neler hissetiler? Tepkileri nasıl oldu?

Bu geçişin en mühim noktası hanımlar, onların iradesi ve rızası olmadığı takdirde hayal bile etmeyin. Eşim benimle aynı kafadan olduğu için pek sorun yaşamadık. Bu zemin fıtratlarına uygun olduğundan çocukların adaptasyonu öngörülenden çok daha hızlı olmakta. İlk sene Ankara’ya dönüp çevremizde muhabbet ederken hiç unutmadığım bir diyalog olmuştu, büyük kızım Eslem’e “Niye Tosya’yı seviyorsun?” diye sorulduğunda “Annemden izin almadan dışarıya çıkabiliyorum!” diyordu hep. Ayrıca eşyaların bahçede bırakılması, kapının kitli durmaması, sürekli baskılanıp “Dur çıkma, uzaklaşma!” uyarılarını almamak çocukta gözle görülür gelişmeler uyandırdı, güven ortamını hissediyor ve kendine has özgürlük alanları var çokça. Çocuk gelişimi için bunlar olmazsa olmaz kaidelerdir zannımca. Bu geçiş sürecinde okulsuzluk önemli rahatlık sağlıyor, bize her gün tatil olduğundan pek sorun yaşamadık ama çocukların okul dönemleri kişinin elini kolunu bağlıyor kısmen. Mevzu uzun ve derin, söylenecek çok şey var ama buranın sınırlarına sığmaz sanırım.

– Uyum sürecinden bahsedebilir misiniz? Ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Komşuların ilgisi nasıldı? 

Biz kendimizi zihnen bu minvalde kodladığımız için pek zorlanmadık geçiş evresinde, tabi ki biraz afallıyorsunuz. Alışkanlıklarınız, zamanı kullanım tablonuz değişiyor. Misal, hava karardı mı dışardaki işlerin biter, ailenle insan gibi görüşme imkânın oluyor, çocuklarınla zaman geçiriyorsun. Komşular, Anadolu insanının özelliklerinde genellikle, arada şark kurnazlığına yatıyorlar, küçük hesaplar yaptıklarından bazı sorunlar yaşayabiliyorsunuz tabi, hele bir de dargınlık girdi mi araya bir ömür sürüyor. O kadar küçük ve anlamsız nedenleri oluyor ki çoğu zaman hatırlayamıyorlar dahi! Genel olarak onların da ihtiyaç hissettiği farklı ilişki ağlarına girmek onları da memnun ediyor, müspet ilerliyor süreç.

Fiziken yorucu, şehirde konformist yetişiyoruz, oranın en ağır işi buranın normal işlerine denk gibi ama zihni sekinetle birlikte bu fiziki yorgunluklar çok yıpratmıyor, güzel yorgunluklar yani. Demişlerdi ama tecrübe edince tam anladım, iş bitmiyor! Yıl içerinde aynı işler olsa da her gün farklı işler çıkıyor. Orayı topla, burayı topla; hayvanların uğraşı ayrı… Bostan zamanı hazırlık ekip ot yolma, hasat, her haftanın her ayın işi belli ve bitmiyor.

– Anladığımız kadarıyla yeni hayatınıza biraz alışmış görünüyorsunuz. Ankara’yla ilişkiniz nasıl? Geleceğe ilişkin tutumunuz ne olacak acaba?

Ankara’da doğdum büyüdüm. Tabi ki ailem, çevrem, sosyal siyasal ilişkilerim sürekli çağırıyor beni, buranın tadını aldıktan sonra geri dönüşüm zor olur ama bağımız hep olacaktır. İki yıldır yedi-sekiz ay Tosya’da kalıp kışın geri dönüyorum zaten, önümüzdeki dönemlerde yaz kış buraya tamamen göçmeyi planlıyoruz, kontrollü bir geçiş evresindeyim. Tam olarak kalmadığımdan bazı teknik şeyler noksan kalıyor, hâricen özellikle çocukların kafası karışıyor bu gel-gitlerde ama idare ediyoruz. Çocuklar da, biz de Ankara’yı da sevdiğimizden ve dolu dolu geçtiğinden pek sorun olmuyor.

 – Hayvan bakımını, bahçe bitkileri yetiştirmeyi öğrendiğinizi söyleyebilir misiniz? Şehir yaşamından sonra bu uğraşların sizdeki karşılığı nasıl oldu? Neler hissettiniz?

Hala öğrenmiş sayılmam, sağ olsunlar komşuların tavsiye ve eğitimleri ışığında yapıyoruz tarımı da, bostanı da, hayvan bakımlarını da… Şunu söylemeliyim ki en mühendislik uğraştan bile daha ince işler: Başta canlı bir olgu var karşınızda, hele bitkiler ayrı bir âlem! En zoru ineğin altını kürümek, kentteki birçok kişi bu işi yapmaz sanırım.

Dediğim gibi fıtratımıza uygun bir yaşam alanında negatif bir şey hissetmeniz zaten çok zor. Her aşamasında ayrı bir haz var. Emek, tevekkül, teslimiyet, şükür, sabır nedir burada öğrendim. Misal, icar usûlü bir tarla kiraladık. (Aspir ektim.)  Tarlayı hazır hale getirip ekme evresi tam bir emek, sonrasında sabırla altı ay bekliyorsunuz.  (Şehir hayatı bir fiiliyata karşın altı gün beklememeye endeksli!) İlk başta uzun geldi ama sabredip filizini, gelişimini gözlemledikçe hem seviniyor, hem şükrediyorsunuz. Sonra Rabbim ne kadar verirse! Buradaki ahalide gözlemledim, inanılmaz bir tevekkül var. Meyve ağaçlarında, tarımda, hayvan üremelerinde ahali “Ben işimi yaptım!” diyerek sonrasında tamamen Rabbine sığınmış durumda. Geçen sene alt komşumun danası oldu ama üç gün sonra öldü maalesef. (Burada bir dana, şehirdeki bir kişinin misal, arabası değerindedir.) Onu büyütüp, sezonda satıp bir sonraki senenin birçok giderini temin etmekte… Ertesi gün yanına gidip (Aklımca teselli ve teskin edeceğim işte!) “Geçmiş olsun!” falan diye girdim lafa, o sadece kendinden emin ve sağlam bir şekilde “O verdi, O aldı, seneye hayırlısıyla…” dedi ve bunu derkenki yüz ifadesinden iliklerine kadar gözlemleyebilirdiniz samimiyeti!

Doğa, insana nereden geldiğini, nereye gideceğini, ne yapıp ne yapmaması gerektiğini öğretiyor ve öyle kurguluyor hayatını ama şehirde hepimizin iliklerine kadar işlemiş materyalizm, modernizm, kapitalizm! Bizim camianın en baba adamında bile yukarıdaki kişinin tevekkülü yoktur! Hepimiz materyalizmin, modernizmin çocuklarıyız, yıllardır savaştığımız kapital kodlarla çalışıyor zihnimiz!.

– Son dönemde tabiata, kırsala dönüş yönünde yükselen bir trend var. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu, bilinçli bir tercihten mi kaynaklanıyor yoksa geçici bir heves midir? Sizin insanlara çağrınız, öneriniz nedir?

Çok daha fazla olacak, son üç ayki bu virüs tecrübesi insanlara belletti ki, artık şehirde yaşama imkânı kalmamıştır. Hâricen, o çok güvendikleri, rab olarak addettikleri devlet babaları çaresiz ve yetersiz kalmıştır karınlarını doyurmakta. Bu tam gerçekleşmemiş olsa da böyle olduğu ve olacağı gözlemlendi ve hissedildi. Nüfusun %80’i daha vahim bir tabloda, zaruri yaşam olasılıklarına ulaşamayacak. Aksine doğa insanı aç bırakmaz, konformist bir hayat vadetmez ama yaşamsal ihtiyaçlarını karşılıksız, bereketli, lütfedip minnet altında bırakmadan, baskılamadan, ezmeden bonkör bir şekilde dağıtır. Ama birçok kişi yine şehirdeki kapitalist çarkın ve devlet mekanizması içindeki yerinde sabit kalacak gözükmekte, aslında birçok insan bu şehir hapishanesinden kurtulmak istiyor ama bunun için de kısmen ekonomik imkânı yok, Rabbim herkesi kurtarsın bu mahpusluktan. Yalnız ekonomik imkândan önce her ne olursa olsun alışkanlıklarımızı yıkacak bir zihnî kıvama gelmemiz gerekiyor, vazgeçemediğimiz bu şehir hayatı tamamen alışkanlıklar, sosyal statülerimizi kaybetme korkusu, sahte ve boş sosyal imkânlar, konforlarımız, vb…

Son dönemden azade, sadece ülkemizde değil dünya çapında kentlerden kırsala göç dalgası başladı. Artık kentlerde insan gibi yaşam şartları kalmadı. Bu başlıkların altını sayfalarca doldurabiliriz ama kısaca güven ortamı yok, sağlık sorunları had safhada! Âfâki olarak değerlendirirsek iç-dış savaş/kitle imha saldırıları, doğal afetler, asayiş, kişinin evine ekmek götürme olasılığının azalması… Halklar devletlerin baskısını her zerresine kadar hissetmekte ve boğulmuş durumda. Tabi “Köyde veya küçük bir ilçe kıyısında bunlar yok mu? Oralar T.C. dâhilinde değil mi?” diyebilirsiniz, kentlerden ziyade buralarda yukarıdakilerin etki oranı %80 daha az durumda diyebiliriz.

Bu yeni dönemde kontrollü olarak alternatif yaşam alanları oluşturmalı herkes kendisi ve ailesi için, bu artık keyfi bir ihtiyaç değil ontolojik bir vaka durumundadır. Üç-beş yıla kadar maddi olarak çok daha zor olacak ve belki de zamanınız kalmamış olacak, tabi bir nebze imkânı olanlar buna fırsat bulmakta ama kolektif bir çalışmayla şartlar oluşturulabilir. Benim için yeni bir süreç değildi bu, beş yıl öncesinde başlayarak hayata geçirmeye çalıştığım 35-40 hanelik bir köy projemiz vardı, girişim ve görüşmelerim sonuç vermeyince, planı olarak 8-10 hanelik bir topluluk kurma yoluna geçtik ama o da olmayınca tek tabanca kaçtım.

Yarınlarımız için hep birlikte özgür, güvenli, huzurlu bir yaşam kurmalıyız. Bu arada ilk kurulum ve aylık/yıllık giderleriniz, şehirdekinin aksine çok daha aza mâl olmaktadır, hele bunu bir de başkalarıyla ortaklaştırırsanız çok daha az olacaktır. Ferdî hareket edenler bir araya gelse ne tür güzelliklere gebe, tahayyül dahî edemezsiniz. Ki, şunu da belirtmem gerek, orta ve uzun vadede tek başına/tek hane imkânsız gibi çünkü hem sosyal, hem kültürel, hem ekonomik, hem eğitimsel, hem iş gücü açısından, hem İslami olarak topluluk şart. Nihayetinde toplu halde yaşayan varlıklarız ve şehirdeki ilişki tarzından birden kopmak da sorun olabilir ama bir topluluk içinde büyük ölçüde yalnızlaşmış olunmaz. Bu husus da uzun, vesselam…

Söyleşi: Ahmet Örs

Tıklayın, yorumlayın

GÜNDEM

Exit mobile version