Söyleşiler
Nevzat Güngör: “Yazmasaydım direnemezdim”
Yazar Nevzat Güngör ile hayatı, yazarlık serüveni, eserleri, öykü ve roman türlerine bakışı üzerine konuştuk. Baştan ayağa direniş kesilmiş ve adeta imkansızın içinden çıkagelmiş biri kendisi. İddialı mı oldu? Röportajı okuyanlar karar versinler buna.
Üç öykü kitabının ardından 2014 yılında ilk romanınızı yayınladınız. Özgür Ölüler, Ömer Türkeş’in editörlüğünde Ahmet Büke tarafından yayına hazırlandı ve Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Aradan 11 yıl geçtikten sonra, bu yıl içinde Körünoğlu, Kerbela ve İsimsiz ve Melek adıyla üç roman daha yayınladınız. Hızlı bir yıl ve sıkı romanlar. Kim bu yazar Nevzat Güngör? Kitapların künyesinde verilen bilgilerin ötesinde sizi tanıyabilir miyiz?
Aslında çok zor bir soru sordunuz. Kim olduğuma tam anlamıyla bir cevap verip veremeyeceğim elbette tartışmalı bir konu. Hem ayrıca kim olduğuma dair düşünce ve görüşlerimin, beni iyi tanıyanların düşünce ve görüşleriyle çelişebileceğini de belirteyim.
Kim olduğumu nasıl ifade edebilirim? Bir yazar dersem elbette bu yetersiz kalacak. Otuz yıl cezaevinde kaldıktan sonra tahliye olan eski bir tutsak dediğimde de aynı şey yaşanacak. Kimlik, çoğunlukla kişinin insan boyutunu tümden kapsama noktasında yetersiz kalabilmektedir…
Resmi kayıtların aksine on yedi yaşındayken siyasi nedenlerle tutuklandım. ‘90’ların Türkiye’sinin gençliğime denk gelmesi belki de yaşadığım en büyük talihsizliktir. Devlet Güvenlik Mahkemelerinde sözde bir yargılanmaya bile tabi tutulmadan müebbet hapis cezasına çarptırıldım.
Cezaevi, bir tür yeryüzü cehennemidir aslında. Cezaevine düşmek ise, kör ve de dipsiz diye tanımlanan kuyuya düşmekle birdir. Bu kuyuda otuz yıl yatmak ise imkânsız diye tanımlanabilecek bir şeydir. Nitekim ben de bu kadar zaman boyunca yatacağımı düşünemediğimden ya delireceğim ya da öleceğim diyordum. Bir ömür haksız hukuksuz şekilde nasıl dört duvar arasında geçirebilirdi ki? Buna hangi yürek dayanırdı…
Ama hayat işte…
Delirmemek için kendimi kitaplardan o dünyaya gömdüm. Bu kendi özgür irademle seçmiş olduğum biricik mecburiyet, yani kaderimdi! Beton ve demirden duvarlar arasında tutsakken, cümlelerden o dünyada ise özgürdüm artık. Etrafımda kitaplardan bir duvar örmüş ve duvarın benim bulunduğum tarafında ise bambaşka bir dünya yaratmıştım. Sonra işte ‘Bu ömür neden boşa harcansın’ diye düşünmeye başladım. Boşa harcanan bir ömür, kendi ölümünü anı anına seyretmek demekti. ‘Derdimi paylaşmalıyım’ ve de ‘acaba acımı hafifletebilir miyim’ sorusu hiç susmayan bir yaraya dönüşünce de yazmaya başladım. Bu o kadar da kolay bir şey değildi ama. Türkçe yabancı dildi benim için. Öğretmen dayağıyla öğrenilen, devletin resmi dili. Türkçe bir mektup yazmak bile işkenceydi. Çünkü yazmaya başladığımda, o dile ruhumu ve yüreğimi de katmak zorundaydım. Bu sürece ‘Türkçe ile barışmak’ diyebilirim. ‘Türkçe ile mecburen barışmak.’ Dayak, acı ve resmiyetin aşağılayan yüzüyle öğrenilen bir dilin aşk, sevgi ve umudun diline dönüştürülmesi yani…
Öyle elbette, bir dilde yazacaksanız o dili çok iyi kullanmak zorundaydınız. Hatta daha da ötesi, o dili kanat haline getirerek ruhunuza takmalıydınız. Benim ise buna gerçekten hiç niyetim yoktu. Kürtçe yazmak ise yasaktı. Hem Kürtçe sadece bir konuşma diliydi benim açımdan. Onu yazı dili haline getirmek için dilbilgisinin bütün düğümlerini çözdükten sonra ağzına kadar doldurulmuş kelime hazinesinin gölgesinde kılı kırk yararak kağıdın yüzüne nakşetmem gerekiyordu. Hadi diyelim bunu yaptım, cezaevi idaresinin gerçekleştirdiği aramalarda ‘bilinmeyen bir dilde yazılmış yazılar’ denilerek el konulduğunda, yapacağım tek şey, buruk bir öfkeyle havalandırmada bir sigara yakıp bakışlarımı gökyüzüne dikmek olacaktı.
Yani yürünecek bir tek yol vardı: Türkçe.
O yolu yürümeye başlayarak yazmaya başladım. Edebiyatçı olmak değildi amacım. Kendime yazıyordum. Kendi kendime! Kendime kendimi anlatıyor, kendime kulak verirken de kendi derdime ortak oluyordum. Geçmişimi döküyordum önüme. Görmek için bakıyor, sonra ‘demek bunları yaşamışım ha!’ diye mırıldanıyordum. Sonra bakışlarımı duvarın, tel örgülerin, yani tutsaklığımın ötesine dikerek dışarıyı, yani özgürlüğü görmeye çalışıyordum. Acıyla inleyen bir yürekten doğan o belli belirsiz inlemeyi duymak için ise gözlerimi kalemimin ucuna dikip bekliyordum. Bekliyor ve yazıyordum. Elbette ilk yazdıklarım berbat şeylerdi. Sonradan yazdıklarım da. Ama kimin umurundaydı bu. Yazmış olduğum o öykülerle cezaevinden firar ederek özgürlüğe dokunmuştum her seferinde. Bundan daha değerli ve de güzel bir şey var mıydı acaba?
Sonra…
(Hep bir sonra vardır işte!)
Sonra zindan adlı değirmende öğütülmemeye çalışırken devletle birlikte diğerlerine karşı da ruhumu ve de yüreğimi korumalıydım.
Sait Faik Abasıyanık ‘Yazmasaydım delirirdim’ demiştir. Hassas bir yürek açısından bu, çığlık atmak gibi bir şey olsa gerek. Ben ise o dört duvar arasında ‘Yazmasaydım direnemezdim. Yazmasaydım, ben ben olmazdım’ diyorum.
Evet, yazdım. Kötü şeyler yazdım çoğunlukla. Ama dört duvara, demir parmaklıklara, yani bütün o şeylere inat gülümsemeyi de başarabildim. Kelimelerden kanatlarım vardı artık. Kelimelerden bir kalenin içindeydim. Kelimelerden bir dünyanın özgür yurttaşı. Kendi kalemimle yarattığım insanlarla birlikteydim. Daha da ötesi o kalemle kendimi de yazmakla kalmıyor kendimi de büyütüyordum. Dört duvar arasında kalmak bir tür geçmişsizliğe mahkûm olmak demektir. Düşünün, hayal edin, on yıl, yirmi yıl boyunca bir odada kapalı halde kalıyorsunuz. Bir geçmişiniz olur mu? Zaman, sizin için tekrarların yarattığı bir tür zamansızlık haline dönüşmeyecek midir? İşte ben de kendime yazarak bir geçmiş yaratmaya çalıştım. Neredeyse kalemimle kendimi de kurgulayarak eklemeler ve çıkarmalar yapıyordum. Rüyalarımda bazen yazmış olduğum romanların ya da öykülerin kahramanlarını görürdüm. Uyanıp da havalandırmaya gittiğimde ise, o kahramanlarla volta attım. Yani yazmakla sadece özgürlüğü onlardan çalmadım, şu anki beni de kalemimle ‘yarattım.’
Otuz yılın yarısı tamamen yazmakla geçti diyebilirim. İyi, iyi ki de böyle oldu…
Yayınlanış sırasına bakılacak olursa edebiyata öykü yazarak başladınız. Öykü, romana geçiş için bir köprü vazifesi mi gördü sizin için? Her iki türde eseler vermiş bir yazar olarak bu türleri nasıl görüyorsunuz, kendinizi hangisine daha yakın veya ait hissediyorsunuz?
Yazmaya öyküyle başladım. Bu bir tercih değildi. Neredeyse kendiliğinden olan bir şeydi. Ne öykünün nasıl yazıldığını biliyordum, ne de buna dair bir okuma yapmıştım. Anlatmak ihtiyacı kendini öykü biçiminde dışa vurmuştu. Kaç yıl boyunca da hikâye, yani öykü yazdım. Çoğu elbette kötüydü. Ama işte ‘ustalığa’ ulaşmak için acemiliğin o uzun mu uzun yolunu sabır ve inatla yürümek gerekiyordu. Ki, hala o yolu yürüdüğümü de düşünüyorum…
Romana geçmek öyle bilinçli bir tercih değildi. Ya da bir sabah kalkıp ‘artık roman yazmalıyım’ demedim. Ayrıca öykü, romana geçmek için kullanılan bir köprü de değil. Her ikisi de ayrı birer tür.
Yeni bir öyküye başlamıştım, biraz uzun olacağını tahmin ediyordum. Yapmış olduğum taslakta sonuç bölümü kaç cümleyle özetlenmişti de. Yazmaya başladım başlamasına da, ama bir türlü bitiremedim. Öykü kahramanım kalemime karşı direniyordu. Neredeyse kendi kendinin yazarı konumuna gelmişti. Direndim ama. O da direndi. Müdahale etmem metni sakatlayacak, kendi öykü kahramanımın katili olmama yol açacaktı. Elimde kurgu bir cesetle ne yapabilirdim ki? Direnmekle kalmıyor, yepyeni kelimelerle dünyasını büyüttükçe büyütüyordu da. Onu takip etmekten başka yapacak bir şey var mıydı? Onlarca sayfa yazdığımda ise, elimdeki metnin bir öykü olmadığını, farklı bir şeye dönüştüğünü, o sınır çoktan aşarak romana doğru gittiğini anlayınca da, ‘İşte şimdi bir roman yazmak zorundayım’ diye düşünmüştüm.
Yani biraz ‘kendiliğinden’ olan bir şeydi. Metin, kendisine bir form belirlemiş ve hiçbir tereddütte yer bırakmayacak şekilde tutup önüme de koymuştu. Yine el yordamıyla dayatılmış olanı yapacaktım. Metnin kurgusunu yeniden gözden geçirdikten sonra yazdıklarımı tekrardan okudum ve hayatımın ilk romanını bitirmek için kalemime uzandım….
İlk romanım, elbette kötü bir metindi. Şimdi karşıma çıksa, belki de başımı önüme eğip ona selam vermeden geçip giderim. Ama iyi edebiyat kapsamında nitelikli ürünler vermek için bir sürü kötü şey yazmak gerekiyor. Buna ‘pişmek’ denebilir. ‘Olgunlaşmak’. Yani çocukluğun ve gençliğin yıllarını arkada bırakmak…
Öykü, yüz metre koşusu, roman ise maraton. Öykü yazarının silahında tek kurşun vardır ve ateş ettiğinde okuyucuyu kalbinden vurmak zorundadır. Roman ise, içi her türlü silahlarla dolu cephaneliktir. O çok bilinen örneği de vereyim: Öykü, ringe çıkan boksörün rakibini ilk saniyelerde tek yumruklarla nakavt etmesi ise, roman, onlarca raunt süren bir boks karşılaşmasıdır. Öykü aşk, roman sevgidir…
Öykünün kendine ait zorlukları vardır elbette: Çok az kelime ve boşluklarla okuyucuyu yüreğinden yakalamak mesela… Tek fazla kelime o öykünün kanatlanıp uçmasını engeller. Romanda ise, bazen bir evren yaratmak ve o evreni ‘yeni’ şeylerle doldurmak zorundasınızdır. Yan karakterlerle birlikte onlarca kahramanınız vardır ve her birinin hangi gün ne giymesi gerektiğini bile netleştirmek zorundasınızdır.
İnsan, ‘yaratıcılığın ve ifadenin varlığı’dır. Duygularını, korkularını, sevinçlerini, trajedilerini taşa, sese, renge, beden hareketlerine döken bir varlıktır. Edebiyat, onun dünyayı algılama, yorumlama ve ona kattığı estetik değerdir. İnsan, kurgunun ve metaforun mimarıdır. Gerçeklikle yetinmez, onun üzerine katmanlar inşa etmek ister. Kahramanlar, kötüler, âşıklar, canavarlar yaratır. Kendi iç dünyasını ve toplumsal ilişkilerini bu kurgular üzerinden anlatır ve de anlar. Bu da insanın aslında ‘hikâye anlatan bir ‘hayvan’, yani Homo Narrans olmasıyla ilişkilidir. İnsanı insan yapan şeylerden biri de inşa ettiği bu sembolik dünyadır. Ve bu sembolik dünyanın temel tuğlaları da hikayelerdir. İşte öykü ve romanın buluştuğu nokta tam da budur: Hikayeler… Bu temel üzerine farklı binalar yükselir yani…
Körünoğlu, dolu dizgin akıp giden, okuruna esaslı sorular için derin alanlar bırakan büyük bir roman. Bu kitapla ilgili tek eksik, iyi bir yayınevinin etiketi olabilir. Ayrıca, bu kitabın sinemaya uyarlanmaya çok müsait olduğu izlemi de edindim. Bir yazar olarak sinema ile aranız nasıl? Sinema edebiyat ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?
Körünoğlu romanı, aslında yaşadığımız dünyanın bir eleştirisi. Kapitalist sistemin insani olan her şeyi nasıl yok etmeye çalıştığını anlatma istemidir de. Bunu yaparken de daha çok sorular sordum. Hayatının anlamını kaybeden Ahmet’in fırlatılmış olduğu şizorfenik bir paralel evrende kişisel sorgulamalarını toplumsal sorgulamalara dönüştürmesinin yolculuğudur Körünoğlu. Ayrıca Ulysses’in 21.yüz yılda bir tür yeniden yazımıdır da. James Joyce, Kafka, Jose Saramago gibi yazarlara göz kırparken daha ‘toplumsal’ bir duruş sergilemeye de çalışır…
Tabi benim kalkıp bu roman hakkında bu tür şeyler belirtmemin bir noktadan sonra hiçbir anlamı yok. Belirleyici olan okuyucunun o kitaptan ne ‘anladığı’. Kitabı bitirdiğinde yüreğinde kalan o tat olacaktır.
Aslında sinemayla çok yakından ilgiliyim. Senaryolarım var. Yine epey tiyatro da yazdım. Yani ‘görsel düşünme’ yönümü hep geliştirmeye çalıştım. Körünoğlu’nun sinemasal bir yönü elbette var. Çoğu sahneyi önce görüntülerle canlandırdım, sonrada o görüntüleri elimden geldiğince sade bir şekilde kelimelerle dökmeye çalıştım. Orhan Pamuk, ‘görsel düşünmek’ diye bir kavramdan söz eder. Görsel düşünen yazarlar için romanın merkezi genellikle somut bir manzara, bir şehir silueti, bir oda veya bir nesnedir. Bu merkez, yazarın hikâyesini inşa ettiği görsel bir odak noktasıdır. Sözel/kavramsal yazarlar için diyalog ve fikirler ön plandayken, görsel yazarlar için betimlemeler ve ayrıntılar hikâyenin ta kendisi olmaktadır. Orhan Pamuk için ‘görsel düşünmek’ bir yazma tekniğinden çok daha fazlası, bir var olma ve dünyayı algılama biçimdir. Benim de hareket noktam budur aslında. Ne kadar başarılı olup olmadığım elbette tartışılır bir konu…
Ayrıca Körünoğlu romanında riskli bir işe girişerek okuyucunun kendini kahramanla özdeşleştirmesinin önünü alamaya, onunla empati kurmasını elimden geldiğince engellemeye çalıştım. Dolaysıyla herhangi bir kahramanla özdeşleşme imkânı bulmayan okurun yarattığım o dünyada kalması için de bir şeyler yapmak zorundaydım. Yoksa okuyucu, neden zaman ve emek harcayarak Körünoğlu’nu okusun ki! Tam da bu nedenle işte görsel, yani sinemasal bir dünya yaratarak okuyucunun o dünyada kalması için eline sağlam bir neden vermek istedim.‘Alice Harikalar Diyarında’ masalının bir tür tersine çevirme hali yani.
Başardım mı peki?
Bilmiyorum. Hiç bilmiyorum.
Bir yazar olarak güçlü eserler vermek için ne gibi pratikler içindesiniz? Daha özelde, bir kitaba nasıl başlıyor ve ne şekilde son noktayı koyuyorsunuz? Size ait yazarlık yordamını merak ediyorum.
Güçü eselerler vermenin matematiksel bir izahı yok. Böyle bir formül de. Neredeyse yirmi yıldır hiç durmadan okuyor ve de yazıyorum. Bu aynı zamanda güçlü bir eser vermenin arayışı da. Yazarlık potansiyelim ne kadar? ‘Herkes kendi yüreğinin büyüklüğü kadar sever’ diye bir söz var, bu sözü şöyle de ifade edebiliriz: ‘Herkes yeteneğinin büyüklüğü kadar yazar.’ Bazıları dâhidir, kaleminden sihir damlar, bazıları ise yeteneklidir, bu yeteneklerinin bittiği noktada devreye harcadıkları o imrenilesi emek girer.
Nitekim V. Nabokov, için ‘yazar’, dili bir usta gibi kullanan, kelimelerle resim yapan, metinlerinde karmaşık yapılar, desenler, kelime oyunları ve çok katmanlı anlamlar kuran kişidir. Bir büyücüdür o. Kelimelerden sihir yaparak okuyucuyu bambaşka bir dünyaya fırlatır. O tür yazarlar için önemli olan, hikâyenin kendisinden ziyade, o hikâyenin nasıl anlatıldığıdır. Büyük eserler vermek ise genellikle bu tür yazarlara nasip olmuştur.
Çok okudum. Çok. Hâlâ da okuyorum. Rus klasiklerini neredeyse baştan sonra iki kez okudum. Önce yirmili yaşlardayken sonrada kırklı yaşlarda. Çok da yazdım. Neredeyse yedi yüz tane öykü… Romanlar… Tiyatrolar… Birkaç tane de senaryo… Ama kabul ediyorum, çoğu kötü şeylerdi. Elden ne gelir. Acemiliğin o yolunu yürümek bir mecburiyettir işte…
Bazen tek bir fotoğraf bile bana roman yazdırır. Mesela ‘Özgür Ölüler’ romanını yazmama neden olan şey, iki fotoğraftı. Kerbela anmasında yapılan intihar saldırısında kana bulanmış küçücük bir çocuğun gözlerindeki sessiz çığlığı ölümsüzleştiren ile İran’da idam edilmek üzere olan bir gencin meydanda kendini seyredenler arasında gördüğü tanıdık birine elleri arkasından bağlı olmasına karşın selam vermeye çalışırken gülümsemesini ölümsüzleştiren o fotoğraf… Çokça etkilemiş ve kendime bazı sorular sormuştum. Bu fotoğraflar tohuma dönüşerek yüreğimin toprağına ekilmişlerdi. Akıp giden zaman, hem yağmura dönüşmüştü, hem de rüzgâra. Sonunda o tohumlar başlarını toprağın dışına çıkarmakla kalmamış, büyümeye de başlamışlardı. Yalnızlığımda her fırsat bulduğumda dönüp o tomurcuklanmış tohumlara bakıyordum. Yeşermeye devam eden bu iki fotoğrafa. Yaşamakta olduğum coğrafyayı daha iyi anlamak için teorik kitaplar okumaya başladım sonra. Ardından da ‘artık bunun romanını yazmalıyım’ dediğim noktaya geldim ve kalemi elime aldım.
Daracık bir hücre hayal edin. Beş adımlık bir havalandırma. Yokluk ve yoksunluk mekânı. Zamanımın her anı artık romanı nasıl bir kurguyla yazacağım sorusunu cevaplamakla geçiyordu. Hücrenin duvarını büyük beyaz bir karton yapıştırmıştım. Gece gündüz demeden, hatta uykudan uyanarak notlar alıyordum oraya. Bu süreç, yoğun tecritin uygulandığı F tipi hücresinde kendimi tümden yalnızlığa mahkûm etme süreciydi de. Kuyunun dibinde kendi ellerimle kazdığım başka bir kuyuya kendimi gömme hali yani! Kuyunun içindeki kuyu! Oldukça sancılı bir süreçti elbette. Sonra işte oturup yazmaya başladım kalemimin kanatlanmasını beklerken. Duvarlara, demir parmaklıklara ve diğer şeylere inat. Köle gibi çalışmasına karşın tutsaklığını yıkan bir yazardım artık. Aylar sonra bitirdiğimde kaldırıp dolaba koydum demlenmesi için. Rüyalarıma gidiyordu elbette. Daha da ötesi, o romanla nefes alıyor, o romanla bakıp görüyor ve de o romanla uykuya dalıyordum. Benimkisi roman yazmak değil o romanı satır satır yaşamaktı da Sonra sıra en zor şeye geldi; düzeltmeye. Düşünün, beş yüz kitap sayfasını yedi-sekiz kez baştan sonra okuyup düzeltiyorsunuz. Kelime kelime… Cümle cümle… Defalarca, defalarca… Bıkıyorsunuz artık. Yazmış olduğunuz metinden ölümüne nefret ediyorsunuz. Yayınevine gönderdiğinizde ise, vermiş olduğu onca eziyet ve de çektirmiş olduğu onca cefadan dolayı onu sonsuza dek unutmaya çalışıyorsunuz…
‘Büyük bir roman yazmak’ nerdeyse her yazarın hayali. Bunun altında belki de bir tür ölümsüzlük arayışı vardır. Kendim için söyleyeyim, yazarlık yeteneğimin ne kadar yüksek olduğunu tam olarak bilmiyorum. Belki de büyük bir eser verecek yeteneğe sahip değilimdir. Yeterli cabam da yoktur. Ya da o cabamı oldukça yanlış bir şeklide de kullanıyor olabilirim. Hem ayrıca yaşanan dijital salgının insanları ekranlardan hücrelere hapsetmesi gerçekliği de var. Kitap ölmek üzere. Sadece direnen ruhlar ona sımsıkı tutunmaya çalışıyorlar. Belki de günün birinde dijital salgın onları da ele geçirir. Böylesi bir dünyada büyük bir eser yazmanın bir anlamı olacak mıdır? Okunmadıktan sonra her kitap aynı değil midir?
Benim için mesele şu: anlatmak zorundayım. Söylemek. Bunun dertlerimi azaltmayacağını biliyorum, ama yine de mecburum. Beni duyacak kulaklara ihtiyacım var. Yazdıklarımı görecek gözlere… Belki de mezarlıklara yazıyorumdur, morglara veya hastanelerin yoğun bakım ünitelerine. Duyacak bir kulak, görecek bir göz umuduyla…
2025 yılında 3 kitap yayınladığına göre, okurla buluşmak için hazırda beklemiş olmalılar. Gelecek yıllarda okurlar Nevzat Güngör’den hangi kitapları bekleyebilirler? Hali hazırdaki dosyalar ve yayınevleri hakkında bilgi verir misiniz?
Tutsaklığım boyunca hep okumaya çalıştım. Açlıktan kırılmak üzereymiş ve bu açlığımı da sadece kitaplar giderebilecekmiş gibi… Hep, hep okudum… Sonra tutsaklığımın son on beş yılında gece gündüz demeden yazmaya başladım. Dolaysıyla birçok dosya biriktirdim, ama yayınevleriyle kişisel bir ilişkim yok. O ‘camiadan’ pek kimseyi de tanımıyorum. Dolaysıyla yayınevlerine ait sitelerden yapmış olduğum başvuruların değerlendirmeye tabi tutulup tutulmadığını, dosyalarımın okunup okunmadığını bile bilmiyorum.
Yine de değişik yayınevlerine on tane dosya ile başvurdum.
Bekliyorum.
(Belki de beklemek ömrüme verilebilecek o isimlerden biridir?)
Çok güvendiğim dosayalar var. Mesela; ‘Çölün Gölgesi.’ Yeri gelmişken söyleyeyim, bu dosyayı yaklaşık on iki yıl önce yazmış ve büyük bir yanlışlıkla ham öykülerimin bulunduğu bölüme kaydetmişim. Tahliye olduktan üç yıl sonra, bilgisayarımda öykü ve roman dosyalarımı öylesine gözden geçirirken ‘Çölün Gölgesi’ne rastladım. Tek öykü sanıyordum. Tek ve ham bir öykü… Öylesine göz attığımda da bir roman dosyası olduğunu gördüm ve çok şaşırdım. Oturup okumaya başladığımda ise, bu roman dosyasını başkasının yazmış olabileceğini düşündüm. Okuyup bitirdiğimde ise mutlu oldum. Çok beğenmiştim. Üstelik de o romanı yazdığım süreçte neler yaşamış olduğumu da hatırlayarak geçmişime yeni şeyler katmıştım.
Daha birçok roman ve öykü dosyası var elimde. Tahliye olup da iki yıl ‘özgürlük’ denen bu dünyada yaşadıktan sonra çoğunu yeni baştan okuyup düzelttim. Hâlâ da düzeltmeye devam ederek onlara yaşanmışlığın kokusunu eklemeye çalışıyorum.
Elbette yazmaya devam ediyorum. Ağır aksak da olsa… Yarım yamalak… Dışarda, yani bu dünyada, yine öyküden başladım. Hikâyelerden… Romana ise ne zaman geçerim hiç bilmiyorum… O zamanın gelip gelmeyeceğini de…