Can Dündar, MİT Tırlarıyla ilgili o meşhur, yalanlanmayan haberinden sonra ajanlıkla suçlandı. Devleti yıkmaya teşebbüs ettiği gerekçesiyle hakkında iki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis talebiyle dava açıldı. Tutuklandı, hapse atıldı, kurşunlandı. Sürgüne gitmek zorunda bırakıldı. Eşi rehin alındı.
Hakkında “henüz” kesinleşmiş herhangi bir mahkûmiyet bulunmamasına rağmen, nihayet, mallarına el koyma kararı da verildi.
Dün Hasan Cemal, T24’teki köşesinde Can Dündar’dan gelen bir mektuba yer verince, bu konuda birkaç kelam etme gereği hissettim.
Hak’tan yana tavır alırken her kesimin mağduriyetine kulak vermeye, zulmü idrak ve ifşa etmeye ve Hukuk’u bu ülkeye davet etmeye özen gösteriyorum, soluğum yettiğince. Kim ne derse desin, hangi ama’nın ardına sinerse sinsin. Gerçeği konuşmalı, düşmanımız için dahi olsa Adalet’i talep etmeli değil miyiz?
“Bitmedi” başlığı ile yazdığı kısa mektubunda Can Dündar, yaşadığı hukuksuzluk silsilesini özetliyor. Bu ülkenin vatandaşı bir hukukçu olarak bana düşense, Türkiye adına bir kez daha utanmak oluyor.
Soruyorum kendime: İddiaların iftiradan öte bir “kesinliği” var mı? Hayır, yok. Öyleyse, güneş balçıkla sıvanır mı?
Olan biten, iktidarın Türkiye’de itibarı yerlerde sürünen Yargı’yı bir gazetecinin üzerine salmasından ibaret görünüyor. Elbette saf değilim, o gazeteci, bir mesleği değil sadece, aynı zamanda bu ülkede makbul olmayan bir zihniyeti temsil ediyor. Tebaa olmayan, iktidara biat etmeyen, soran, soruşturan, sorgulayan, gerektiğinde itiraz eden bir zihniyeti…
Beş yıl önce dönemin başbakanı devlet kanalına çıkıp “bu haberi yazan kişi bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmam onu” demişti.
Başbakan gerçekten de sözünde durdu ve işin ucunu bırakmadı. Can Dündar bedelini ağır ödüyor. Kavgada yumruk sayılmazmış!
Burada asıl sorun şu ki arada Hakem rolü oynaması gereken Hukuk, sözünde durmadı, duramadı. Zira kendisi, kafası gözü yarılmış bir halde çoktan bu ülkeden tehcir edilmişti. Geride bıraktığı “Yargı” ise acziyet içinde, rezil ve esir bir haldeydi.
Dönemin başbakanı daha sonra Cumhurbaşkanı oldu ve tam iki yıl önce gerçekleştirdiği Almanya ziyaretinde, başbakan Angela Merkel ile ortak basın toplantısı düzenledi. Cumhurbaşkanına, Almanya’da sürgün hayatı yaşayan Can Dündar’ın davası soruldu. Cevap kısa öz ve netti: “Can Dündar’ın bir ajan olduğunu herhalde biliyorsunuzdur.”
“Koskoca Cumhurbaşkanı, üstelik Alman Başbakanı yanında, kameralar önünde öyle diyorsa, öyledir herhalde” dediğinizi duyar gibiyim.
Can Dündar’ın ajan olduğu iddia edilmişse de ispat edilmiş değil. Tıpkı Fetöcü “olduğu” gibi, iddia var ispat yok.
Müddei iddiasını ispatla mükelleftir dediğinizi duyar gibiyim. O kaide, müddeinin kim olduğuna göre değişir! Burası Türkiye. Şüpheden sanık yararlanır diye bir ilke de vardır, malum. Sorarlar adama, hangi sanık yararlanır? Elbette, her sanık değil, bazı sanıklar yararlanır.
Aynı konuşmada Cumhurbaşkanı, Can Dündar’ın devlet sırlarını işfa ettiği için Türk yargısı tarafından suçlu bulunduğunu aktartıktan sonra şu cümleyi de sarf ediyordu: “Biz Almanya ile suçluların iadesi antlaşmasını yapmış bir ülkeyiz. Dolayısıyla bizim böyle bir suçlunun iadesini istemek en doğal hakkımızdır. Ve biz de böyle bir mahkumiyet kararı kesinleşmiş kişinin iadesini istedik.”
Can Dündar’ın mahkumiyet kararı henüz kesinleşmiş değil lakin burada dikkat çekmek istediğim husus bu değil.
Almanya, Türkiye’de yargı margı olmadığını, hele siyasi davalarda bu ülkeye asla güvenilemeyeceğini gayet iyi bildiği için o sözlere hiç ama hiç itibar etmiyor. Gazeteci Deniz Yücel olayı daha sonra bunun ibretlik bir örneği idi zaten. Yahut Rahip Brunson hadisesi.
“Devletçimilliyetçisağcımuhafazakar” arkadaşlar bana kızmış olabilirler. Ne demek, Türkiye bir vatandaşı suçlu bulmuşsa her devlet buna saygı duymalı, ülkesindeki suçluyu Türkiye’ye iade etmeli, diyecekler.
Suudi Arabistan’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmış bir muhalif, gazeteci, siyasi davada suçlu konumunda olsaydınız, Türkiye’nin sizi iade etmesini ister miydiniz?
Başka sorum yok.