Kurucu aşamaya geçemeyen kıpırdanışların gelip varacağı yer neresi olabilir?
Aslında bu sorunun cevabı farklı tecrübelerle verilmiştir çoktan. Kıpırdanış ya da arayışlar kurucu aşamaya geçemediklerinde BÜYÜK TEKRAR içinde çırpınıp dururlar; sönümlenirler önce ve en nihayetinde yok olup giderler.
İslami hareketin Türkiye özelinde bu tablo çokça görülmüştür. “Merkez” ya da “taşra” diye tabir olunabilecek sahalarda ‘tevhid’ ve ‘şirk’in mesela, neredeyse bütün yorum ve tanımlamaları yapılmış, sohbet halkalarında işlenmiş ancak sonrasında teorik anlatı ve işleniş bıktırıcı bir mahiyet kazanmıştır.
Bu temel kavramların anlatısı ya da işlenişi neden bıktırıcı olmuştur?
Bütün teorik zeminler yeni ve başka bir durumu vâr etmek için oluşturulur. O zeminler, farklı yapılara yuva olamadığında çürümeye başlar. Karılan harçlara, dökülen alın terine yazık olur. Umutlar, heyecanlar yok olup gider.
Bir hata kaç kez devr-i dâim eyler? Buna ne kadar hakkı vardır?
Hayatı, evreni, vâr oluşu “yaratan Rabbin adıyla okumak” emrolunduğunda “kalkıp uyarma” yükümlülüğünün ardından seyirteceğini bilmeyi gerektirmektedir vahiy. “Kalkıp uyarma”nın da bir yolu yordamı olmalıdır elbette. Bu yol yordam biliş, kuruculuk üzerine düşünmeyi, kafa yormayı ve çıkarılan sonuçları sahaya yansıtmayı beraberinde getirecektir.
Ayağa kalkmak, egemene itiraz etmek demektir. Uyarmak, egemenin ve ezilenin karşısına sarsıcı bir manifestoyla çıkmak, hakikate dair söz söylemek demektir. Bütün bunların aşamalarını, muhataplık süreçlerinin inişli çıkışlı zorlu güzergâhlarını hesap etmek demektir. Bir plânlama dâhilinde pozisyon almak demektir.
Teoriden pozisyona geçişi imlemektedir ikinci ilâhi emir.
Neyle ve nasıl uyarılacak? Kalkışın farklı zaman ve mekânlardaki mahiyetleri nelerdir? Uyarmanın türlü biçim ve sonuçları, bu sonuçlara dâhil edilmesi gereken direniş biçimlerinin belirlenmesi, hatların bu doğrultuda tahkim edilmesi nasıl mümkün olabilecektir?
Yoksa, yoksa “okuma/kavrama,/anlama” çabaları pratik yükümlülükten kopuk bir hâlde mi ilerleyecektir? BÜYÜK TEKRAR, yanıltıcı bir dönüş olarak İslami kıpırdanışları emen bir kara delik olarak varlığını pekiştirecek midir?
Merkez ya da taşra -varsa öyle bir ayrımsama artık- trajik BÜYÜK TEKRAR hikâyeleri ile doludur. Talihsiz tarihimiz boyunca tekrarı yücelten tedrisatın varlığını da hatıra getirdiğimizde meselenin yakıcı boyutuyla tekrar temas kurulabilir. Bütün olumlamaları ters yüz edecek radikal bir çıkışa, değerlendirmeye ihtiyacımız var.
İnsan öğrenen, öğrendiklerinin gereğini yapmayı arzu eden bir varlıktır. İrâdî melekeleri böyle bir itki doğurur onda. Hayata müdahil olmak ister. Kurmak ister aslında, her ânı, her aşamayı. İslami hareketi kavrayış biçimlerinde kurmaya dâir bu motivasyon lâyıkıyla belirgin kılınamaz. Vahyin yol göstericiliğine, Resûlün pratiğine dayanmayan, dayanağı ve çerçevesi belirsiz metod tartışmalarının çokluğu bir yerden sonra anlamsızlığı egemen kılar. Nihilist bir reddiyeyi gelip dayatabilir.
Ülkenin her bir noktasında kümelenmiş irili ufaklı sohbet halkaları derlenip toparlanarak yerel ve küresel ölçeklerde kurucu bir hat oluşturamayınca az evvel işaret ettiğimiz müdahale arzusu akabileceği yeni yataklar arar. Maalesef bu arayışlar çoğu zaman tevhid hattından sapmalarla sonuçlanır ve egemen sistem içi oluşumlara karışır ya da bunu da yapmaz, kendini hiçlik ve anlamsızlığın kollarına teslim eder. BÜYÜK TEKRAR için kaçınılmaz trajik sondur bu.
Tevhid ve şirk anlatılarından yola çıkarak işaret etmeye çalıştığımız BÜYÜK TEKRAR, devasa bir çark hâlinde dönmeye devam ediyor. İçine çok başka şeyler kattı zamanla, -tevhid ve şirki bile çoktan unutturacak şekilde- daha da katacağa benziyor. Edebiyattan felsefeye, Kur’an ve tarih okumalarından her türlü sanatsal mülahazaya kadar daire genişliyor; harekete ve sıçramaya fırsat vermeyecek bir kötürümlüğü derinleştirerek…