Geride bıraktığımız 8 Aralık 2020 günü, Filistinlilerin işgale karşı ilk büyük kitlesel başkaldırısı kabul edilen Birinci İntifada’nın başlangıcının otuz üçüncü yıldönümüydü. 1987 yılının son ayında başlayan İntifada, 1990’ların başlarında son bulduğunda arkasında önemli siyasi sonuçlar bırakmıştı. Ancak bundan belki daha da önemli olan, İntifada’nın günümüze bıraktığı önemli miras olacaktı. Bu mirası doğru bir bağlama oturtmak için önce, 1987’yi önceleyen süreçlerin kısaca üstünden geçmek gerekiyor.
Yarım asırlık tedrici işgal
Filistin tarihinde birkaç önemli dönüm noktası bulunuyor. Kuşkusuz bunların en başında, kitlesel göçün, mülksüzleştirmenin ve on yıllar boyunca devam edecek mülteci hayatının başlangıç noktası olan, çok sayıda katliamın da gerçekleştiği ve çok sayıda Filistin köyünün haritadan silindiği Nekbe (1948) geliyor. Ancak Nekbe, Filistin tarihinin en önemli kırılma noktası ve etkileri bugüne kadar süren kolektif bir travma anlamına gelmekle birlikte, aynı zamanda kendisinden önce başlamış ve kendisinden sonra da devam edecek tedrici bir işgal sürecinde yeni bir merhale anlamını taşıyordu.
Nitekim Filistin’deki Siyonist yerleşimci sömürgeciliği süreci daha Osmanlı yönetiminin devam ettiği son dönemlerde başlamış, 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’yla birlikte Britanya hükümetinin resmi politikası haline gelmiş ve manda yıllarında bu hükümetin himayesi altında yoğunlaştırılarak sürdürülmüştü. Bu dönemde İzzeddin el-Kassam öncülüğünde başlayan 1936 ayaklanması gibi önemli ayaklanmalar da gerçekleşmişti. 14 Mayıs 1948 tarihinde Britanya mandası biter bitmez David ben Gurion’un Filistin topraklarının bir kısmı üzerinde İsrail devletini kurduğunu ilan etmesi ve arkasından gelen tehcir, katliamlar ve Arap ordularının yenilgisiyle sonuçlanan Birinci Arap-İsrail Savaşı, Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’ün doğu kısımları hariç Filistin’in tamamını Siyonist işgal altına soktu. Bir sonraki felaket ise, İsrail karşıtı söylemleri dilinden düşürmeyen popülist Arap yöneticilerin altı günde yüz kızartıcı bir yenilgi aldığı 1967 savaşı oldu. O yılın haziran ayı itibariyle, bir zamanlar haritalarda “Filistin” olarak adlandırılan toprak parçasının tamamı İsrail’in egemenliği altına girmişti.
Yalnız kalan Filistinliler
1967 yenilgisinin Filistinliler için en öğretici tarafı, Arap devletlerine güvenilmeyeceğinin ve pan-Arabist söylemlerin bir karşılık bulmayacağının ilk kez gün yüzüne çıkması oldu. O zamana kadar Nasırcılığa yakın bir çizgi izleyen Corc Habaş liderliğindeki Milliyetçi Arap Hareketi’nin savaş sonrasında Marksizm’i benimseyip Filistin Halk Kurtuluş Cephesi adını alması, bu sürecin sembolik tezahürlerinden biriydi.
Takip eden yıllarda Filistinli örgütler, Arap “kardeşlerinden” başka darbeler de yiyeceklerdi. 1967’den sadece üç yıl sonra Ürdün’deki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) militanları, Haşimi Krallığı’nın askeri gücü tarafından ezildi. Filistin devriminin bir sonraki tutunma noktası olan Lübnan’da ise, etnik olarak Arap olmalarına rağmen kültürel ve ideolojik kodları itibariyle kendilerini Araplıktan ve Arap dünyasından ayrı tanımlayan Falanjist milislerin 13 Nisan 1975 tarihinde Tel Zaatar kampına giden Filistinli işçilerin minibüsünü taramasıyla başlayan iç savaş süreci, esas olarak ülkedeki Filistinlileri hedef alacaktı. Her ne kadar Falanjistler ve müttefikleri sorunlarının Filistinli mültecilerle değil, ülkelerini üs olarak kullanan Filistinli militanlarla olduğunu söylese de, iç savaş süreci, kurbanlarının neredeyse tamamen sivillerden oluştuğu 16-18 Eylül 1982 tarihli Sabra-Şatila katliamı gibi korkunç olaylara da tanık olacaktı.
İntifada’nın özgünlüğü
8 Aralık 1987’de başlayan Birinci İntifada sürecinin tarihsel bir kırılma özelliğini taşıması, kanaatimizce esas olarak bu bağlamdan kaynaklıdır. Zira Filistinliler, işgalcilere karşı ilk defa, kendi topraklarında, Arap devletlerinden bağımsız olarak ve hatta siyasi örgütlerin doğrudan yönlendirmesi olmadan başkaldırmışlardır. Nitekim Gazze’nin kuzeyindeki Cebaliye mülteci kampında dört Filistinlinin bir İsrail askeri aracı tarafından ezilmesine karşı verilen tepki ve akabinde büyük bir hızla yayılan eylemler silsilesi temel olarak tabandan gelişen bir dinamik olmuş ve Filistin toplumunun tamamını içine almıştır.
Kuşkusuz 30 Mart 1976 tarihinde yapılan toprak eylemleri başta olmak üzere, Filistin topraklarının önemli kitle gösterilerine sahne olduğu başka süreçler de yaşanmıştı. İntifada’yı diğer benzer süreçlerden ayıran ise halkın tüm kesimlerini kapsaması ve çok boyutlu bir başkaldırı olmasıydı. Tarihe kazınan fotoğraflardaki “taş atma” eylemleri en önemli simgesel unsurdu. Fakat Birinci İntifada aynı zamanda, genel grevlerden İsrail ürünlerinin boykot edilmesine, işgal altındaki topraklardaki İsrail kurumlarına gidilmemesinden halk komitelerinin kurulmasına, şiirler ve marşlar yazılmasından şehirlerin duvarlarının yaygın grafitilerle süslenmesine kadar sayısız eylem tipine ve sivil itaatsizlik örneklerine de sahne oldu.
Siyasi sonuçlar
İntifada on yılların biriktirdiği dinamiklerin ürünü olsa da, patlak vermesi kuşkusuz sürpriz olmuş ve ansızın gelişmişti. Taşlarla tankların karşı karşıya geldiği süreçte binlerce Filistinli hayatını kaybetse de, direniş kültürü geri dönüşsüz olarak halkın bağrında kök saldı. Süreci sonlandıracak olan ise aynı derecede sürpriz olarak görülen siyasi gelişmeler oldu.
İntifada başladığı zaman Yaser Arafat ve diğer FKÖ liderleri Tunus’ta sürgündeydi. Ayaklanma dalgasının etkisiyle 1988 yılında, Altı Gün Savaşı öncesindeki sınırlarda “Bağımsız Filistin Devleti” ilan edildi. Bağımsızlık ilanı 12 devlet tarafından aynı gün içinde, onlarca başka devlet tarafından da çok kısa süre içinde tanındı.
Gelişmeler, Filistin sorununun “uluslararası toplum”un da gündemine girmesini sağladı. Çatışmaya bir çözüm bulunması için ilk olarak 1991 yılında Madrid Konferansı düzenlendi. Bunu, Filistinli liderler ile Tel Aviv’deki siyasetçilerin barış görüşmeleri ve nihayet 1967’de işgal edilen topraklarda özerk bir Filistin yönetiminin kurulmasını ve İsrail ordusunun buralardan kademeli olarak çekilmesini öngören 1993 tarihli Oslo Anlaşması izledi. Ayrıca anlaşmayla birlikte FKÖ ve Yaser Arafat artık “Filistin halkının meşru temsilcisi” olarak tanınıyordu.
Ne var ki, hayal kırıklıkları gecikmeyecekti. Başta mülteciler sorunu olmak üzere can yakıcı meselelerin hiçbiri Oslo sürecine dâhil edilmedi. Beş yıl içinde kurulması beklenen bağımsız Filistin devleti kurulamadı. En önemlisi, İsrail işgal ettiği topraklardan askerlerini çekmedi ve buradaki yasadışı Yahudi yerleşim birimlerini boşaltmadı. Biriken öfke ve hayal kırıklığı, Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000 tarihinde beraberinde çok sayıda işgal gücüyle birlikte Mescid-i Aksa’ya girmeye çalışmasıyla patlak verecek ve birincisine göre çok daha kanlı geçecek olan İkinci İntifada süreci başlayacaktı.
***
8 Aralık 1987 tarihinden bugüne kadar geçen 33 yıl içinde Filistinlilerin yaşamında fazla bir değişiklik olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. İşgal, mülksüzleştirme, mültecilik ve (2007’den beri) abluka halen sürüyor. Arap rejimlerinin birer birer İsrail’le “normalleşme” anlaşmaları yapmak üzere sıraya girdiği bu dönemde ise Filistinlilerin yalnızlığı hiç olmadığı kadar artmış durumda. Bu sebeple varlık mücadelesinin yolu, Birinci İntifada’nın işaret ettiği yoldan geçiyor: kendi ayakları üzerinde durma ve kendi içinde tam bir birlik sağlama.
* Faris Odeh, AP’den bir foto muhabiri fotoğrafını çekerken, 29 Ekim 2000’de elinde bir taşla bir tankın önünde tek başına duruyordu. On gün sonra, İsrail birlikleri tarafından boynundan vurulduğunda tekrar taş atıyordu. Çocuk ve resim daha sonra İsrail işgaline direnişin bir sembolü olarak ikonik statü aldı. Faris, vurulduktan birkaç gün sonra şehit oldu. (Ed.)