Son iki 1 Mayıs, koronavirüs salgınına denk geldi. Salgın süreci 1 Mayıs direnişini fazlasıyla anlamlı ve gerekli bir hale getirmişti ancak pandemi tedbirleri kapsamında 1 Mayıs etkinlikleri, hatta duyuru ve çağrıları bile yasaklandı.
İşçilerin, bir bütün hâlinde hayatın yükünü çeken emekçi kitlelerin kendilerini kuşatan acımasız çevrime karşı durabilecekleri bütün alan ve araçlardan uzak tutulmaya çalışıldığını herkes, alenen görebilmektedir. Sendikalaştıkları için işten atılmalar Türkiye’deki emekçilerin maruz kaldığı bir rutinken sendika hakları teorik olarak kabul edilen PTT işçilerinin sendika kurdukları için işten atılması bunun güncel örneğidir.
Devlet-sermaye işbirliğinin alın terine karşı yürüttüğü acımasız saldırılar karşısında çok küçük hâleler şeklinde beliren çok sayıda direnişi biliyor ve yakından takip ediyoruz ancak bu direnişler bir türlü kitleselleşemiyor. Bu şekilde parça parça ve çoğu kez birbirinden bağımsız, birbiriyle irtibatlanamadan lokal hedef ve kazanımlara odaklı direnişlerin en fazla 1 Mayıs vesilesiyle -kısmen- bir araya gelebildiğini görüyoruz ancak o fırsat da direnişçilerin elinden, bir baskı aracına dönen pandemi tedbirleri vesilesiyle tümüyle alınmak isteniyor. Bu durumda çemberin iyice daraldığı söylenebilir.
Pandemi koşullarında işçi çıkarmanın yasaklandığına dair zevahire oynayan hükmün, Kod 29 denilen uygulamayla hem de çok daha berbat bir şekilde nasıl ters yüz edildiğini gördük. İki yüz bine yakın işçinin bu kod marifetiyle işlerinden, hem de ahlaksızlık fişlemesiyle hesapsız, tazminatsız atıldığına şahit olduk. Bir avuç işçi birçok direniş merkezinde bağıra çağıra bu ahlaksız ve rezil uygulamayı geniş toplum kesimlerine, siyasetin gündemine taşımayı başardı. Pandemi koşullarını fırsat bilen ahlaksızlık alın terinden başka bir varlığı olmayan insanları başka bir işe giremeyecek şekilde damgalamaktan çekinmedi. Allah da o zulüm sahiplerine gün yüzü göstermesin!
Emek sahiplerinin mücadeleleri çok boyutlu bir mahiyet arz eder. Bunların bir kısmı yakın hedeflere odaklanırken ana hatlar uzun soluklu tutum ve hazırlıkları gerekli kılar. İnsanların günlük iaşelerini temin imkânları egemenlerce o derece zorlaştırılmıştır ki teorik, entelektüel açılımlara fırsat verecek, sağlam direniş hat ve modellerini mümkün kılacak fırsatları bulmak bu sınıflar için çoğu zaman mümkün olamıyor. Bilemiyorum, üstenci bir pozisyona düşmeden belki de bu ağırlaştırılmış koşulların bunu mümkün kılması gerektiğini söylemeliyim. Birçok tarihsel örneğe bu zaviyeden bakmak mümkündür.
Hakça bölüşüm ve adil paylaşımın temelinde yer alması gereken hakça üretime odaklı, tevhid ve adalet çizgisini kendine yol eylemiş bir tutum bütün açmazlara karşı emekçi kitleler için yeni ve heyecan verici bir yürüyüşü mümkün kılabilir. Daha önce emek mücadelesinde kendine pek yer bulamamış bu dil/söylem cılız izler sürülerek pekiştirilip sağlamlaştırılabilir. Bu mümkün hâlin İslami hareketin temel perspektiflerinden biri olduğu su götürmezdir ancak Türkiye’deki İslamî çevreler bu zorunluluk ve imkânı göz ardı etmekte maharet sahibi olduklarını fazlasıyla göstermişlerdir.
Kimi İslami oluşumlar ürettikleri saplantılı bir steril dil sebebiyle sermaye rejiminin çelişkilerini görme fırsatının uzağına düşmüş, kimi de doğrudan düzenle bütünleşerek mutlak manada kaybetmiştir. İslami hareketin/mücadelenin teorik zeminden zulüm-adalet kapışmasıyla açığa çıkan pratik görünürlüğe yönelmesi gerekirken bu, bir türlü mütekâmilen gerçekleşememiştir. İslami hareketlerin ezilenler, yoksullar ve hürriyeti gasp edilenler için umut olma potansiyel ve ufku bu nedenle açığa çıkamamıştır.
Yine de İslami hareketin bazı parçaları bu sahayı boş bırakmamıştır. Farklı oluşumlar, İslami bir söylem üzerine özellikle 1 Mayıs, asgari ücret, iş cinayetleri, mevsimlik tarım işçileri, işten atılmalar gibi emek mücadelesi alanına dâhil olmuştur ancak ana akımlar bu çabaları bir yandan ‘sosyalizan’ sıfatıyla mahkûm etmeye çalışmış, bir yandan da görmezden gelerek meselenin tartışma alanlarına girmesine izin vermemiştir.
Yine bir 1 Mayıs arifesindeyiz. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bir bütün hâlinde insanlık ve canlı-cansız bütün varlıklar kendilerini korkunç bir yıkım, yozlaşma ve çürümeye sürüklemeye azmetmiş kötülüğün pençesinde kıvranmaktadır. Başka bir anlam yurdunu inşa edecek çarpıcı bir paradigma teklifiyle bu toplamın sesi olmak mümkündür ve bu, imanın temel şartıdır.
Her şeyi, başından sonuna her şeyi yeni baştan kurmak gerekebilir, âcizane ben de öyle düşünüyorum. Mevcut işçi, emekçi, sermaye, paylaşım, bölüşüm, üretim, tüketim kavramları da dâhil olmak üzere… Ama bir başlangıca ihtiyacımız var: Zulüm ve sömürüye karşı yükselen canhıraş feryadın yanında durmak! Bu sorumluluk, başlangıçta herhangi bir teorik beyanata bile lüzum etmeyen bir sorumluluktur ve bundan kaçılamaz.
Kendini dar alanlara hapsetmiş İslami duyarlılıklar tarafından -elbette fevkalâde ehemmiyet ifade eden- ilkesellikler gözden geçirilmelidir. Adalet arayan bu evrensel çığlığa Tevhidin kurtuluş çağrısını, onun yanında durarak götürmelidir. Kabul ya da red elbette muhataplara kalmıştır ancak her ne olursa olsun zulüm ve sömürüye karşı pozisyon tahkim edilmelidir, o mevzi terk edilemez.