Bu yazıda, çıkarılması gereken bir ders yok! Yani kimse üzerine alınmasın. Aslında herkesin her şeyde kusuru mevcutken suçu birilerinin üzerine yıkmak olmaz. Sözüm meclisten dışarı, bir yerde meclisin tâ içine, aslında orada kim varsa; onların hepsine yani. O zaman herkes işkillensin bu durumdan. Tabii, sadece isteyen de alınabilir, alınmak edilgen bir eylem olmasına rağmen.
Bir şey var anlatacağım. Her şeyin yerini tutabilen bir şey. “Yani, bu kadar da olmaz kardeşim.” dedirten bir sığınak. Nasıl bir hafıza bu, yani nasıl beceriyor her şeyi açıklamayı?
Siz bakmayın üstünkörü geçenlere, aslında soğan zarından ince bir mevzudur bu. Yani kılıçtan keskin -o yüzden keser-, kıldan ince -dokunmazsan anlayamazsın-. Değeni keser, değmeyen zaten göremiyordur da. Zaten gerekli/gereksiz herkes dokunduğu için ağlamaktan incelmiş bu kadar. Yani pek kimse bilmiyor mevzuu, diğer yandan herkesin ağzında pelesenk.
Herkes neden bu kadar duyarsız ki? Kimsenin bırakmaya niyeti yok! Aslında bunu, millî bir mesele olarak kabul etmemiz gerekir. Öyle ki, “utanmaktan utanmamak”tan daha millî.
Şey gibi bir mesele bu. Hakikaten, tam şey gibi. Nasıl desem? Hım… (Burada biraz düşünüyorum, en azından öyle görünüyorum. Tâ çenemde elim illaki. Devam edelim. Evet, hım… Bu da bir kelime değil, bir ünlem belki! Hım… İşte şimdi oldu.) Ne diyeceğimi de unuttum, gördünüz mü? Düşün, taşın, kaşın. Yok, olmadı. Yani? Evet, devam edelim.
Uzun lafı toparlayamayınca taşeronluk yapıyor anlatıma. Lafı kısaltmadığı gibi ucuzlaştırıyor da. Yani bir şeyi okkalı bir iki kelimeyle anlatamadığımızda imdadımıza yetişiyor, bir sonraki cümlenin başına kuruluveriyor hemen. Yani bundan önceki ve bizzat bu cümlede olduğu gibi.
Konuşma dilinde kulağımızı tırmalıyor. Yazıda ise daha bir sırıtkan. Yani bir dalkavuk edasıyla, önceki cümleleri onaylama makamı. Yani, işte tam böyle…
Aktardığımız üstün seviyeli (!) cümlelerin karşıdaki tarafından anlaşılmadığını hakaretvari bir şekilde ima ediyor gibi. Bir çokbilmişlik edası; cümlenin bulutlar üstü hali.
***
Aslında konumuz bu değildi, buraya kadar konuştuklarımızı unutun. Yani nasıl desem, boşuna mı konuştuk onca şeyi. Ne diyeceğimi bilemiyorum şu an. Peki, o zaman siz anladınız (mı?). Yani, aslında şöyle demek istemiştim, diyeceğim, alınacaksınız. Bakmayın öyle, demiyorum!
O kadar çok taşı var ki pirincin, neresinden başlayalım ayıklamaya? Açıkçası ben de bilemiyorum! Özellikle de beyaz taşlardan müteşekkil bir sinsiler ordusu varken karşımızda!
Laf aramızda -ebesinde de olabilirdi, iyi ki değil- çok kitap okuduğunuz söyleniyor. “Yani nasıl okuyorsun onca kitabı?” demiyorlar mı bir de, nasıl hoşunuza gidiyor değil mi? Anlayamıyorlar anlıyor musunuz? Biraz şizofren de bir durum bu aslında. İnsan bu, kitap okumadan durur mu hiç? Yani kendine bakmaz mı bir insan aynada? Her gün aynı satıhta durulur mu yahu? Öyle değil mi? Müsavi olur mu iki gün?
Şöyle mi demem gerekiyordu: Ucuz lafın “yani”si, lafın söz olmasına müsaade etmez! Söz olamayan laf, kelâm makamına erebilir mi hiç? Yani dinlenir mi o laf? Evet? Cevap yok.
Lafı fazla uzattık gibime geliyor. İnsanlar da sıkılabilir. Evet, bu yüzden kızıyor olabilirler aslında. Evet evet, muhakkak bu yüzdendir.
Laf çektikçe uzar, yani sigara gibi değil. Tiryakiler iyi bilir! Döktükçe artar dert de, çukur gibi; o da içinden aldıkça büyür nitekim. Bir tezatlar silsilesi, bu yazı gibi yani.
Belki edebiyatçı değilim. Yatışımda edep vardır bir nebze, ama nasıl edebiyat yapılacağını pek bilmem. Edebiyat yapmadan edebiyat olmayacağını da bilirim bu arada. (Süslemeden olmaz yani. İllaki ambalaj!) Dışarıdan biraz vâkıfım gibi meseleye. Kavanozu dışarıdan yalıyoruz anlaşılan, yani kapağı açmak bile nasip olmadı daha.
Son söz: İşte, böyle…