Yazılar

Kürt Meselesi’nde Mevcut Gelişmelerin Doğru İsmi: Tanıma-Bağlanma Süreci – Arif Karaçam

Yayınlanma:

-

1 Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’nin yasama yılı açılış töreninde DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasının üzerinden bir yıla yakın zaman geçti. O günden bu yana Kürt Meselesi bağlamında yaşanan gelişmeler Türkiye’de inşa edilen yeni normalin önemli dayanaklarından biri haline gelmiş durumda. Öcalan’ın çağrısından sonra PKK’nın bir genel kurul sonucunda kendini fesih kararı vermesi önemli bir eşikti. Sırada 12 Temmuz 2025’te Süleymaniye’de gerçekleştirilecek silah bırakma töreni var.

Sanırım yaşanılan gelişmelerle birlikte ilk günlerdeki belirsizliğin yoğun ölçüde dağıldığından bahsetmek mümkün. Bu sürecin ne için organize edildiği, nasıl bir niteliği haiz olduğu ve ne yönde işlevselleştirilebileceği aşamalar içinde aşikâr oldu. Farklı tanımlar mümkün ve herkes kendi durduğu yerden çok çeşitli kelimeleri seferber ediyor fakat bana göre yaşanan bu gelişmelerin en iyi tarifi bunun bir çeşit “tanıma-bağlanma” süreci olduğudur.

Bunu tarif etmek için öncelikle mevcut sürecin iki aktör arasında bir mutabakat niteliğinde olduğunu vurgulamam gerek. Henüz masanın hiçbir yerinde kültürel, kimlik temelli, temsile dayanan haklar ve düzenlemeler yok. İki ana aktör dışında hiçbir gücün bu süreçle kurucu bir ilişkilenme içine girilmesine alan açılmıyor. Muhtemelen bu iki aktörün üst düzey yetkilileri ve parti gruplarındaki milletvekilleri dahi neyin, neden ve nasıl yapıldığı konusunda ancak kendi yorumlarına sahipler. Aslında, toplumun bizzat kendisi ne özne ne de nesne olarak bu yaşanan sürecin herhangi bir kısmında yer almıyor. Yaşananlar çok katmanlı tarihi bir sorunu çözmeye yönelik adalete dayalı toplumsal bir barışın teminiyle ilgili temel unsurları ihtiva etmiyor. Yaşanan şey, dediğim gibi daha ziyade iki politik aktörün “diplomatik” mutabakatından ibaret.

Bu mutabakatın zeminine dair çok şey söylendi. Elbette (1) 7 Ekim’den sonra Esat rejiminin çökmesi önemliydi. Türkiye, eğer Suriye’de başat aktör olacaksa oradaki Kürt entitesiyle çatışmayı bırakması hatta ülkedeki Kürt varlığının bir çeşit hâmiliğini üstlenerek Suriye’de kendini derinleştirmesi gerekliydi. (2) Bazı saldırıların ardından İran’ın iç sorunlarla çalkalanacağı iddiası da hâlâ masada. Oradaki PJAK güçlerinin olası kazanımlarının yönetilmesi ve NATO ittifakı adına avantaja çevrilmesi için bölgesel bir aktörün yakın angajmanı önemli. (3) Öte yandan ittifak içi bir rakip olarak İsrail işgal rejimi de bölgedeki nüfuz alanını gitgide genişletti ve Türkiye’ye bu bölgede Kürt yapılarının hâmiliği konusunda da rakip olduğunu yadsınamaz biçimde hissettirerek süreci kızıştırdı. (4) Bunlardan ayrıca, Türkiye’nin bölgesel politikalarında iş birliği yapacağı “Arap olmayan” bir aktöre ihtiyacı da aşikâr. Zira tecrübeyle sabit, günün sonunda Araplar diğer Araplarla daha yakın ilişkiler kurmaya fevkalade yatkın oluyor. (5) Son olarak Türkiye, PYD örneğinde olduğu gibi bu Kürt yapısallığının kendisini atlayarak ABD’yle ilişkilenecek seviyede kurumsallaşmasından çok mustarip. İllâ kurulacaksa bu ilişkinin kendisi üzerinden kurulmasını dayatmaya belirgin bir eğilimi var. Bunlar Türk devlet aklının bu mutabakata nasıl ikna olduğuna ilişkin tespitler. Elbette bir de böyle bir mutabakatın iç siyasetteki dengeleri ters yüz etmek için çok elverişli imkânlar temin ettiği gerçeği de var, ki o başka bir yazının konusu.

Öte yandan PKK için de bu mutabakatın çok rasyonel olduğu bir aşamadaydık. Zira Türkiye içinde özellikle askeri yöntemlerle yeni kazanımlar elde etme kapasiteleri yoğun ölçüde tavsatılmıştı. Üstelik Suriye’deki kazanımları Amerikan menşeili bir pamuk ipliğine bağlıydı ve anlaşıldığı kadarıyla kısa süre içinde Suriye’deki askerlerini çekmeyi plânladığını ilan eden ABD yönetimi, ülkedeki Kürt örgütlülüğüne Türkiye’yle anlaşmaya varmaları konusunda ağır baskı altında tutuyordu. Son olarak, Öcalan’ın 25 yılın ardından artık özgürlüğe ve gücü fiilen kullanma olanaklarına yeniden kavuşma ve belki bu meseleyi yaşarken bir yere bağlama yönünde yoğun bir motivasyonu da içsel bir dinamik olarak mevcut gibi görünüyor.

Tüm bunların birleşimi, kamuoyunda çokça İdris-i Bitlisi referanslarıyla anlatılan ve “Türklerle Kürtlerin (Safevilere/İran’a karşı) ittifakı” olarak çerçevelenen bu yeni mutabakatın zeminini hazırladı. Fakat bu elbette eşit güçler arasında bir ittifak anlaşması değil; daha ziyade, bölgedeki Kürt yapısallığının Türk devleti tarafından tanınması ve bu gücün kendini Türk devletine bağlaması niteliğini taşıyor. Türk devleti, kendine bağlanması karşılığında Kürt yapısallığını tanımaya razı geldi. PKK ise Türk devleti tarafından tanınarak bölgesel siyasette ve uluslararası sistemde kalıcı ve güçlü bir yer edinmek karşılığında Türkiye’ye bağlanmayı kabul etti. Böylece artık yeni bir ilişki biçimine geçiliyor. En az 1990’lardan beri MİT gibi kurumlar eliyle masada tutulan ve en azından Öcalan tarafından odaklanılan bu ihtimal, sonunda hayata geçiyor. 9 Temmuz 2025’te yayınladığı ilk video mesajında Öcalan’ın “PKK hareketinin” dağılması gerekçesi olarak ifade ettiği gibi, “varlık tanınmış, ana amaç gerçekleşmiştir”.

Elbette bu tanıma-bağlanma sürecinde bazı jestler yapılacaktır. Birtakım anlamını yitirmiş politikalar değiştirilecektir. Dolayısıyla halklar açısından da çeşitli sonuçların açığa çıkmasını beklemek gerekir. Lâkin bunlar ancak bu yeni ittifakın yan çıktıları niteliğinde olacaktır. Neticede en azından şimdiye kadar, işin odağında tarihsel bir soruna toplumsal bir çözüm arayışı olmadığı net bir biçimde görünüyor. Türkiye’de yaşayan halklar yalnızca bu işin öznesi olmaktan kasten dışlanmıyor, henüz nesnesi olarak bile kabul edilmiyorlar. En başta söylediğimi tekrar etmem gerekirse: Elimizde tarihi sosyo-siyasal sorunların kapsamlı çözümlere ulaştırılabileceği toplumsal bir barış girişimi yok; yalnızca bir tarafın diğerini tanımasına, diğer tarafın da bu tarafa bağlanmasına dayanan aktörler arası “diplomatik” bir ittifak girişimi mevcut.

Mevcut sürecin bu hâlini teşhis etmek büyük önem taşıyor çünkü tedavi ancak doğru teşhisi takip edebilir. Türkiye toplumu olarak omuzlarımızda, yürütülen süreci aktörler arası bir mutabakat olmaktan çıkararak toplumsal bir zemine ayrılmaz bir şekilde raptetmek gibi tarihi bir görev var. Bu yolla, karşı karşıya kalınabilecek çok ciddi birtakım risklerin de bertarafı söz konusu olabilir. Bu, bir sonraki yazının konusu.

Tıklayın, yorumlayın

GÜNDEM

Exit mobile version