Yazılar

İktidarları Aşmak, I – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Ortadoğu halkları, yüzyıllardır emperyalizmin ve sömürgeciliğin farklı biçimlerine maruz kalmaktadır. Ancak bugün, maruz kalınan baskının en karmaşık ve sinsi biçimiyle karşı karşıyayız: İşbirlikçi iktidarlar eliyle yürütülen içselleştirilmiş tahakküm! Bu yeni sömürgecilik, askeri işgallerden daha tehlikeli çünkü içeriden ve meşruiyet kılıfı altında işler. Bu bağlamda, ABD ve İsrail’in bölgedeki nüfuzu sadece dışsal bir baskıyla değil, doğrudan bölge yönetimlerinin ve onların çevresindeki STK ağlarının pasifliğiyle ve işbirlikçiliğiyle pekiştirilmektedir.

Ortadoğu’da birçok rejim, egemenlik iddiasında bulunsa da pratikte Batı’nın güvenlik, enerji ve siyasi çıkarlarının bekçiliğini yapmaktadır. Bu iktidarlar, halklarını sindirmek, muhalefeti bastırmak ve İslam dünyasındaki direniş damarlarını kurutmak için sürekli bir çaba içerisindedir. Filistin davası gibi halkların yüreğinde yer edinmiş sembolik mücadele alanları bile bu rejimlerin elinde retorik malzemeye indirgenmiş, pratikte ise İsrail’in güvenliğini önceleyen diplomatik düzenbazlıklarla sabote edilmiştir.  Dışarıdan ABD ve İsrail’in emperyalist, işgalci politikaları; içeriden ise bu işgalleri görmezden gelen hatta kimi zaman meşrulaştıran işbirlikçi iktidarlar ve onların çizgisine mahkûm olmuş sivil toplum yapılarının türlü düzenbazlıkları ile karşı karşıyayız. Ancak bu sessizliğin ortasında bir şey değişti: Halkların içinden, iktidarları aşan yeni bir direniş dili doğdu.

Gazze’de Hamas, Yemen’de Ensarullah, bu yeni direnişin en belirgin örnekleridir. Onlar devlet protokolüne değil, ümmet bilincine yaslanarak direniyorlar. Bu yüzden hem emperyalizmin hem de bölge iktidarlarının hedefindeler.

Filistin meselesi artık bir vicdan testi değil, doğrudan bir cepheleşme alanıdır. Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksâ Tûfânı operasyonu, sadece İsrail’i değil; ona dolaylı yoldan destek olan tüm Arap rejimlerini de diğer dünya ülkelerini de ifşa etmiştir. Birçok yönetim -Türkiye örneğinde de görüleceği gibi- İsrail’i doğrudan desteklemiştir. Bu destek; ticareti artırarak, petrol sevk ederek, çelik-çimento göndererek, istihbarat desteği vererek, savaş mühimmatı ulaştırarak sürmektedir. Ayrıca iktidarlar direnişe verilen halk desteğini türlü yollarla bastırmaya çalışmıştır. Soykırıma katılmış Siyonist vatandaşlar için hiçbir şey yapmayan Türk yargısının, konu Filistin dostları olunca nasıl hızlı çalıştığını hep birlikte gördük. Bu süreçte yandaş STK’ların sessizliğine ve süreci örtbas etmesine hep birlikte şahit olduk.

Benzer şekilde, Yemenli Ensarullah güçleri, ABD donanmasına ve İsrail destekli gemicilik sistemine karşı yürüttükleri saldırılarla, bölgedeki emperyal zinciri sarsmıştır. Ancak buna verilen tepki düşündürücüdür: Yemenli direnişçileri desteklemek yerine onları İran’ın ajanı ilan eden rejimler, ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etme plânlarına gönüllü ortak olmuşlardır. ABD ve İsrail projelerinin kendilerini yutma pahasına neden desteklendiğini, bunun nasıl bir işbirlikçilik olduğunu anlamış değiliz.

Ne yazık ki birçok sözde sivil toplum kuruluşu da bu tabloya dahildir. Çatışmayı durdurma, barış çağrısı yapma, taraflara itidal telkin etme gibi söylemlerle, direnişin haklı öfkesini yumuşatma görevini üstlenmiş durumdalar. Oysa Hamas’ı yalnızlaştırmak, Yemen’deki anti-emperyalist bloğu görmezden gelmek, direniş karşıtı bir pozisyon almaktır.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ya fonlara bağlılıklarından ya da iktidar korkusundan dolayı Hamas’ın adını dahî anmazken İsrail’in soykırımını kınamakla yetinmekte ancak buna karşı koyan halk hareketlerini görmezden gelmektedirler. Bu, işbirlikçilik ve ikiyüzlülük değilse en azından korkaklıktır.

Sivil toplum kuruluşları (STK’lar), halk iradesinin örgütlü biçimde dışavurumu olması gerekirken çoğu zaman rejimlerin uzantısı olarak çalışmakta, eleştiri sınırlarını iktidarın çizdiği çerçevenin dışına çıkaramamaktadır. Demokrasi, insan hakları kalkınma vb. söylemler altında faaliyet yürüten bu yapılar, çoğunlukla dış fonlara bağımlı; başta bizim ülkemizde ve çevre ülkelerdeki STK’lar Batı’nın önceliklerine göre pozisyon alan bir bürokrasiye dönüşmüştür. ABD ve AB fonlarıyla yürütülen bu projeler, emperyalizme direnişin önünü kesmek, halkların öfkesini nötralize etmek ve mücadelenin yönünü içeriksiz söylemlere hapsetmek için tasarlanmıştır. Günümüz STK’ları adeta yeni dönemin Truva Atlarına dönüşmüş durumdadır.

Bugün dünyadaki hakiki direniş hattı Washington’da değil; Afganistan dağlarından sonra Gazze’nin tünellerinde ve Yemen’in ovalarında, İran’ın dağlarında çiziliyor. Hamas, sadece bir örgüt değil; İslam dünyasının, hatta vicdanını Siyonist şebekeye ipotek etmiş olan dünyanın onurudur. Yemenli direnişçiler, sadece dar bir ideolojik yapının parçası değil; küresel sömürge sistemine karşı İslami ve insani iradeyi temsil etmektedir.

Bu hatların birleşmesi, sadece İsrail’i değil; ona lojistik, diplomatik ve siyasal destek sağlayan bölge iktidarlarını da rahatsız etmektedir çünkü halklar, devletlerin yapmadığını yapmaktadır: Siyonizm’e ve emperyalizme karşı doğrudan mücadele cephesi açıldığında sadece İsrail değil, işbirlikçi iktidarlar da devrilecektir. Tüm dünya halkları, daha iyi ve adil bir dünya için iktidarların çizdiği sınırların dışına çıkmalıdır. STK’ların diplomatik dilini değil, mazlumların direniş dilini sahiplenmelidir.

Hamaslı ve Yemenli direnişçiler doğrudan desteklenmelidir. Yuvarlak açıklamalardan artık vazgeçilmelidir. Direnişi terörize eden medya ve iktidarın dili sorgulanmalı, alternatif anlatılar oluşturulmalıdır. Ayrıca halklar nasıl boykot yapıyorlarsa iktidarlar da İsrail’i boykot etmeye zorlanmalı; her türlü direkt ya da endirekt ticaretin durdurulmasına, diplomatik, siyasi ve askeri boykotun yapılmasına mecbur bırakılmalıdır. Bu, “Olursa iyi olur.” bâbından bir şey değil, kulluğumuzun bir gereğidir! “Çocuklarımız daha iyi bir dünyada, daha adil bir dünyada yaşasınlar.” diye yapmak zorunda olduğumuz bir şeydir.

Bu yeni mücadele yöntemi, İslami direniş geleneğine yaslanmalıdır. Bu ne İran’a körü körüne bağlanmak ne de mevcut Sünni rejimlerin himayesine sığınmak anlamına gelir.

Ortadoğu halklarının önünde iki yol vardır: Ya işbirlikçi iktidarların diline ve sınırlarına mahkûm kalıp Filistin, Yemen, Suriye, İran’daki katliamları kınamakla yetinecek ya da kendi bağımsız seslerini ve mücadele biçimlerini inşa ederek, emperyalizmin doğrudan karşısında yeni bir tarih yazacaklardır.

Kurtuluş, ne Batı’nın lütuflarında ne de diktatör rejimlerin göz boyayan hamasetiyle mümkündür. Kurtuluş, bizlerin kendi öz iradesini keşfetmesinde, örgütlenmesinde ve kendi kaderini tayin etmesinde yatmaktadır. Ortadoğu’nun yeni tarihi, bu iktidarları aşan halkların elleriyle yazılacaktır ve bu tarih, yalnızca ABD’yi ve İsrail’i değil, onların içerideki işbirlikçilerini de yerle bir ederek devirecektir.

Tıklayın, yorumlayın

GÜNDEM

Exit mobile version