Yazılar

Hayır ve Dayanışma – M. Murat Muratoğlu

Yayınlanma:

-

İnsan varoluşu kompleks bir ilişkisel durumun ürünü ve insan kendi yalın arzusu ve imgelemi üzerinden bir varlık kavrayışı ürettiği zaman bu ilişkisellik dışsal olduğu varsayılan öğeleri dışlıyor. Yani kurulan kendilik algısı, sadece öznel bir durumun parçası oluyor.

Öznelliklerin ise ilişkisel durumumuz içindeki yeri tartışmasız olsa da bütünün kendisini buna indirgemek mümkün değil.

Şimdi tematik bir hal üzerinden tartışmayı somut olarak açalım ve kavramsal dilin curcunasının dışına çıkalım. “Yoksulluk, yetimlik, terk edilmişlik” gibi durumları ele almanın biçimleri vardır. Kimi yok sayar, kimi öznel bir çaba ile “hayırsever” bir tutum içine girer ve kimi de bu durumun politik doğasını kavrar ve politikleştirir. Yok sayan aşırı bireyselci oluşu burada es geçip diğer iki durum arasındaki çatışma ve tezata bakacağız.

Hayırseverlik, kültürel-tarihsel bir oluş olarak da, toplumsal gerçekliğin dayatması ile de    toplumlarda var olan bir fenomen. Bu fenomen nasıl göstergeler içeriyor? Bir eylem olarak yetimhaneye yapılan aylık, yıllık yardımların “yetimlik” gerçeğine etkisi ne? Hâlâ aynı yurtlarda kalan çocuklar, ciddi mali açığı olan kurumlar, eğitimsiz-yetersiz aynı zamanda düşük ücretle çalıştırılan kamu personeli, istismar ve ihmal gibi gerçeklikler bunun neresinde kalıyor? Evet, gönderilen bir oyuncağın, giyilen bir palyaço kostümünün o çocuklar için o günlük bir anlamı olabilir fakat bir iyiliğin doğası ansal mıdır? Bu eylemler yalınlaştırıldığında (indirgendiğinde) anlamsızlaşır. Süslü bir gösterişe dönüşür çünkü “hayır” egoistik bir temele dayanır. Benlik her süreci kendisi işlettiği kanaatindedir. Narsistik bir öz ile yapılanır. Dini tutumlar bu yüzden hayırsevere sıklıkla hayrını unutma ve böbürlenmeme telkini yapar. Hayır, eşitsiz toplumsallıklarımız içinde hep var olagelmiştir. Aynı zamanda hayır, hiyerarşik ilişkisellik içinde eşitsizliğe rızanın efektif bir aracıdır. Tarihin büyük “hayırseverleri”nin eşitsizliğin temel müsebbibi olan sınıfsal hiyerarşilerin üstündeki kesimlerden çıktığı da ortadadır.

Biraz dini bir literatürde “hayır” nasıl kavranıyor bakalım; İsa peygambere atfedilen “Verdiğiniz sizden bir şey götürmüyorsa vermemiş sayılırsınız.” sözü ya da Müslümanların meşhur “Bir elin verdiğini diğeri görmeyecek.” prensibi gibi hayra dair yaklaşımlar aslında bu eylemin doğasının ne kadar iyi kavrandığını gösteriyor. Çünkü hayırsever, genellikle sınıfsal bir patronaj ilişkisinin ürünü olarak çaldığı artığın bir kısmını tahakkümüne rıza üretmek için geri dağıtandır. Dinler insanlara hayrı/iyiliği telkin ederken mevcut hayrın durumunu keskince görüp betimleyebilmiştir. Fakat tarihsel tecrübemiz bu ilişkiselliğin ne İslam ile ne de başka bir din ile fazlaca değişmediğini gösterir. Yine de belki bir ayrım açısından belirtilmesi gerek ki pek çok küçük insanın yardımları ve yardımlaşma güdüsü tahakkümü üreten diğer hayır türünden farklı ama apolitik palyatif bir çabadır.

Hayırseverliğin narsistik özünden, mevcut üretim ilişkilerini sağlayıp ondan beslenmesinden ve onu beslemesinden ve dinlerin de bu özü esasında gördüğünü ve “hayırseverliği” eleştirdiğini belirttik. Peki, bu başlıca bireysel/egoistik, kendilik etrafında üretilmiş ve bir adım daha götürüp egemen sınıflara ait olduğunu belirttiğimiz fenomenin dikotomik karşıtı nedir: Dayanışma ve örgütlenme!

Hz. Muhammed, Ali bin Ebu Talip, Ebuz-Zer Giffari veyahut Musa ya da İsa peygamberler büyük hayırseverler değillerdi. Aç görünce el uzatmak ya da yoksullarla varının bir kısmını paylaşmaktan farklı olarak bu temel insani dayanışmayı politik bir celseye çıkarmak cesaretine sahip idiler. Apolitik hayrın temeli pasifizme ve kendiliğinden ötesini yadsımaya dayanır. Var olduğu ilişkiselliği zulüm, sömürü ve tahakküm sistemlerini yadsır ve toplumsal fayda üretmesi pek beklenmeyecek girişimlerle benliğini bu sistemik günahlardan arındırmaya çalışır.

Dayanışma ve örgütlenme ise nefsimizi tüketecek bir yoğunlaşmayı ve varlık bilincini içerir. Her an her zulme, çaresizliğe, sömürüye gerekli tepkiyi “kendimiz” olarak vermemiz mümkün değildir fakat kolektif bir organizma ile kendimizden geçerek bu potansiyele erişebiliriz.

Dayanışma aynı zamanda rıza talep eden bir durumun değil, eşitleyen ve paylaşan bir iradenin ürünüdür. Belki de en keskin ayrımı dayanışma fenomenin bir hiyerarşik sistemi sağlamlaştırmak ya da apolitik bir yadsıma ile mevcut ilişkiselliği görmemek gibi bir yönü olmamasıdır. Dayanışma, tepeden bir birikimin kırıntılarının aşağı dökülmesi durumu değil, varlıklarımızın mutualist karşılıklı bağımlılığa dayanır. Örgütlenme ise bizi sadece nefsimiz ile anlamanın ötesine götürür. İşte bu hâl, tahakküm araçlarını yitirecek olmalarından dolayı sınıfsal hiyerarşilerin üstündeki hizipler için hep kabul edilemez olmuştur. Yine bu yüzden hakim ortodoksi hep hayrın apolitik, narsistik formunu telkin etmiş ve hakikaten bizi eşitler olarak yeniden üretecek gerçeklikten uzaklaştırmak istemişlerdir.

Tıklayın, yorumlayın

GÜNDEM

Exit mobile version