Valilik katında eskilerin fotoğraflarına bakayım diye kırmızı halıya basıvermişim “yanlışlıkla”. Ayakkabımda da nasıl bir toz varsa -ve halı ne kadar temizmiş ki-, bütün benliğiyle izini bırakmış, “Ben buradayım, emanetçim de şu şahıstır,” diyor.
Önceki gün de aynı avarelik sebebiyle yine karşılaşmıştım bu tavırla. Havaalanında vip kapısının önünde dolaşıyordum, misafirlerimin yerle temas etmesini beklerken. Dolaşılır mı hiç orada, “nazikçe” uyarıldım hemencecik. Ânında biri bitti öteden. Ergenlerin özenip de normal kulaklıkla denediği, o esrarlı, acil ve pek özel muhaberat vasıtasını, kulağına arkadan gelen bukleli kabloyu görünce fark ettim. Muhatabına “birader” demekten çekindi herhâlde, “Kardeşim, bu alanda bulunman yasak, dışarı!” diye seslendi ve kaşlarından gözüktüğü kadarıyla kızgın olduğunu anlatan bir bakış attı, güneş gözlüğü marifetiyle sakladığı gözlerinden. Eliyle de tersinden hareketi çekince, kâle almaz tavırlar ve yavaş hareketlerle terk ettim “kutsal topraklar”ı. (Pasif direniş, sivil itaatsizlik…) Bulunmak deyince, “Merak etmeyin, kaybolmuş değilim,” dese miydim? Diyecektim, demedim. Lâkin sorumlu olayım derken sorunlu bir portre sergileyen tiplerdendi. Beni önemsiz biri sandı herhâlde, böyle davrandığına göre. Gerçi önemli sanmasının da kâfi gelmeyeceği bir yerdeydim. Önemli olan, benim önemli olup olmamam değildi. “Çok önemli” değildim, buydu meselesi. Sorun buradan neşet ediyordu. Takım elbisem, kravatım, güneş gözlüğüm, tırabzana dayanmış kolum vedahi uzakları seyreder gözüken donuk bakışlarım yoktu. Kulağımda da o garabetten olmayınca, beş yüz metreden “çok önemli” biri olmadığım anlaşılıyordu. Görünüşümden anlamasa, konuşmamdan anlardı zağar. Teşhis edebilmek için, kalibresince birtakım sorular soracaktı. Takım elbise giymiş, soruları birtakım olmasa olur mu hiç! “Yumurtayı hangi ucundan kırmalı?” falan diyecekti belki de. (Tavuk- yumurta meselini hâlledemeden, yumurtanın uçları arasındaki seçim zaruretine geçmiş olmaları, yumurta kafalıların dünyalarını karartmaya başlamış anlaşılan. Bundan sonra bu sorunsal tartışılacak gibi, diğeri asırlardır eskidi. Yeni bir şey söylüyormuş gözükmesi lâzım “çok önemli zevat”ın zira.) Ben de ucu farketmez, “Yeter ki leylî meccânîde güzel bir hafta sonu kahvaltısında güzel bir arkadaşın kafasında kırılmasın da, hangi ucundan kırıldığı farketmez,” derdim elbet. Velev ki münasebetsizin biri kafanızda yumurta kırmaya kalkıştı, sivri ucuyla vurmasını istemezsiniz herhâlde. “Sen ister misin Fadıl abi?” “Hıı?” “Yumurta yumurta…” “Ne olmuş yumurtaya?” “Bir şey olmamış, hangi ucundan kırsak diyorum.” “He.. Şimdi üstad, yumurtayı bilirsin, nazlıdır. Mağlubiyeti sevmez.” (Fadıl abi cücüklerden başlar anlatmaya.) “Ya hemen daldın meseleye be abi. Kafanda yumurta kırılmasını ister misin, sen onu söyle?” “İstemem, neme lazım.” “Doğru abi, sen de haklısın, az yemedin tabiî yatılıda, değil mi?”
Şimdi tabii halı önemli, uç(ur)an halı bir tek masallarda yok a!