Yazılar

Bir Halk Türküsü İçin Güfte Önerisi: “İsterseniz Sadece Sizin Sesinizi Duyarım” – Büşra Nur Topal

Yayınlanma:

-

Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesindeki hastalardan biri bir mektup tutuşturuyor elime. Saz hocasına sevdalanmış, “Nasıl olmuş?” diye soruyor. Koridorda ayaklarını yerlere sürerek etrafını izleyen hastalar arasında kolayca fark ediliyor varlığı. Neşesiyle değilse de konuşma iştahıyla hastane rutinini sıklıkla değiştiriyor; şafak sayan hastalara zamanı kısaltarak farkında olmadan iyilik ediyor. Gözlem yapma amacıyla hastalar arasına karışan ve onlardan biriymiş gibi davranan bir araştırmacı olduğumu bilmeden koluma giriyor, köşeye doğru on kadar adım atıyoruz. Bir taraftan gözleriyle etrafı kolaçan ediyor. Bir an dikkatle uzatıveriyor elindeki kâğıdı. Yataklı serviste öne çıkan ve koğuş ağası vazifesini üstlenen kadın hastayı işaret ederek, “Aman görmesin, sakla koynuna!” diyor. Tam saklayacakken durduruyor ama. “Şurası olmuş mu?” diyerek parmağını satırların birine yerleştiriyor ve sesli bir şekilde okuyor: “Ben arada sesler duyan bir bayanım ama, isterseniz sadece sizin sesinizi duyarım…”

Haftanın bir günü elinde sazı, kâh tok kâh yanık sesiyle servistekilerin efkârını dağıtan bir beye yazılan bu söz, mektubun en göz alıcı cümlesi. İnce bir terennüm mahiyeti taşıyor. Anlamın derinliğini görmem için sahte bir vehimle, “Olmamış mı yoksa?” diyor ve nasıl bir tepki vereceğimi yüzümden okumaya çalışıyor. Sonraki dakikalarda birlikte saz hocasının yolunu gözlerken hafızam, Ayfer Tunç’un Mağara Arkadaşları‘ndan bir pasaja uzanıyor. Kitaptan bir bölüm, az evvel avuçlarıma bırakılan emaneti küçük çaplı şerh ediyor: “Kendimi unutmak için, seslerle oyalanıyordum. Seslere veriyordum benliğimi. Küçük tıkırtılara, fısıltılara, şehrin uzak sokaklarından kırıla kırıla gelen kahkahalara, sessiz ağlayışların, kıpırtısız katlanışların dalga dalga yayılmasına.”

O gün hastane bahçesinde işittiğim o cümle, toplumların buhranın eşiğine geldiği bugünlerde belleğimde yeniden canlanıyor. Savaş ve salgın dönemlerinde insanlar, şüphe ve sorgulama ile yeni arayışlara yöneliyorlar. Her şart ve durumda istikrarlı olanın doğruluğuna ve temizliğine olan inançlarını yitirmekten korkuyorlar. Temiz olan, iyiliği hatırlatan ve doğruluğundan şüphe edilmeyen bir sese kendilerini açmaya, kulak vermeye hazır bekliyorlar. Korkunun savurganlığıyla, büyük insanlık anlatılarından uzaklaşma ve dinî sabiteleri geride bırakma gibi hâllerin çoğaldığı böylesi bir dönemde yabancı seslere kulak vermekten korkuyor, bilindik seslerin fanusuna yöneliyorlar. Kozanın ipeksi ağını dağıtacak ayarsız bir el hamlesinden çekiniyor, dört büklüm olsalar da kımıldamamayı öğreniyorlar.

Anlamlı bir ses olmanın imkânının hasar aldığı dönemlerde, kalabalıklar içerisinde urf ile hükmeden bir söze kulak verme şevkinin azaldığı söylenebilir. Konuşma ve tartışma mecralarının çoğalmasından da anlaşılacağı üzere, böyle dönemlerde insanlar genellikle daha fazla konuşma, gürültüye ortak olmaya eğilimi gösteriyorlar. Bu belki de toplumsal sefalet karşısında fertlerin geliştirdiği bir tür bağışıklık. Konuşma ve sataşma iştahı ile gerilmiş ipler üzerinde sallanarak yürüyen bireyler, üzüntülerini telafi edecek yanıtlar arıyorlar. İyilik, doğruluk ve güzellik lafızları yalnızca lirik metinlerde tesir oluşturabildiğinden, dönüştürücü vasfını yitirmeye başladığından beri bu tür anlatıların alıcıları da yavaş yavaş azalıyor. Çare, sanal mecralardaki akışa kendini bırakmakta bulunuyor. Bu duruma biraz geriden bakıldığında toplu endişe hallerinde kendiliğinden gelişen bir mizah türü olduğu söylenebilir. Gülme anlamına gelen “gelos” sözcüğünün, Yunanca sağlık anlamına gelen “hele”den türemiş olmasını dikkate alırsak toplum, kendisini yaralayan hareketlilikler karşısında bir çeşit mizah bağışıklığı üretiyor.

Artık biliniyor, seslerin sahipleri aynı denklemde oyun kuruyorlar ve aynı matematiksel işlemle oyunda ilerliyorlar. Çarpıtılmış toplumsal gerçeklik karşısında psişik özneler, yanıltıcı olmayan bu hesap karşısında saf ve temiz vasıflar atfedecekleri kişiler arıyorlar. Yoksunluğunda ise yerli yersiz bir gülmecenin içerisine güldür güldür dalıyorlar. Kulaklar, bedeni gevşeten görüntüler eşliğinde, dinleyicisini delice şeylerin içerisine çeken yeni sesler arıyor. Yeni şeyler söyleyeceği umudu ile kulak kabartılan bu güldürücü sesler, ciddiyet ağlarını yıpratıyor. Bir savrulma gibi görünse de farklı seslerin telkinlerine açık hale geldiklerini kendilerine itiraf etmede yeterince dürüstler. Fakat babalarının karşısına olur olmaz çıkarak kendi tutarlılıklarını inşa etmeye yeni başlamış çocuklar değiller artık. Babayla çatışarak hürmet etme imkânını yitirmiş bir kuşak, hızlıca yeni mecralara akıyor ve ilk fırsatta babayı masaya yatırıyor. Bir zamanların kurtarıcı, koruyucu ve münşîi babanın kulakları nasılsa duymuyor; gıyabında dozu kaçırılmış latifeler ediliyor. Tüm bunlar olurken merhamet eden, hürmeti yere düşürmeyen sevdalı çocukları var, şöyle diyorlar: “…isterseniz sadece sizin sesinizi duyarım.”

Gürültünün ortasında kendilerine bir tenha bulmayı başarabilmiş çocuklar. Kavga bilmiyor, yumruk bilemiyor değiller. Bildikleri bir şey olmalı ki, ağırbaşlı konuşuyor ve vakur adımlarla yürüyorlar. Karmaşa halinin ortasında kalmak ve söz söyleme hakkının demokratikleştirildiği sanal alanlarda gergin bir güruhla sürüklenmek yerine, bu alanları da yüz yüze karşılaşılan yerler gibi düşünüyor, seslerle oyalanmıyorlar. Sokak adabını her şart ve koşulda sürdürmeye niyetliler. Eskilerin, “iki düşün bir konuş” anlayışını sahiplenen, sükûnetle bir işte yorulup başka bir işe geçen, alnı terleyenler onlar. Geleceğe yönelik ne murat ettikleri hakkında net bir yargıya varmak mümkün değilse de, bugünlerde insanlık tarihinin bir yerinde olduklarını; gelip geçen kavimlerden bir kavim, fertlerden alelade birer fert olduklarını biliyorlar.

Tıklayın, yorumlayın

GÜNDEM

Exit mobile version