Söyleşiler

“1915 İntikamla Anlaşılamaz”

Yayınlanma:

-

Gazeteci yazar Bülent Şahin Erdeğer ile 1915’te Ermenilere yapılanları, tehciri ve katliamı, karşılıklı tezleri, Amerikan siyasetini, İttihat Ve Terakki ve Almanların oynadığı rolleri konuştuk. Tarihimiz’in ne kadar temiz olduğu üzerine uzun ve doyurucu bir röportaj oldu. Gerçeklerle ilgilenenlerin ilgisini çekeceğini düşündüğüm bu röportajın, tarihe dönük sahici bir tartışmaya vesile olmasını temenni ederim.

Bu yıl, 24 Nisan’da ilk kez bir ABD Başkanı 1915 tarihinde cereyan eden Ermeni olaylarını, tehcir veya katliam’dan öte, “soykırım” olarak nitelendirdi. Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biden’dan önce Reagen da Jenosid (Genocide) ifadesini kullanmıştı. ABD’deki pek çok eyalet zaten soykırımı tanıyor. ABD merkezi yönetimi ise resmen soykırımı tanımasa da Ermeni lobisinden yana bir tutum alıyor.

Peki, Soykırım (Jenosid), tam olarak ne demek?

Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum veya başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda, bir plan çerçevesinde ve yok edilmeleri niyetiyle girişilen eylem ve sonuçlar bütünü anlamına gelmekte. 1948’de BM soykırımı bir suç olarak tanımladı. ABD bu tip açıklamaları “Dünya liderliği” konsepti çerçevesinde yapıyor. Yani süper güç olmanın getirdiği emperyalist tavırdan kaynaklanıyor. Soykırımlar yapılırken bunların durdurulması için müdahale edilmesinin bir anlamı vardır. Ancak üzerinden on yıllar hatta yüzyıllar geçmiş tarihi olayların bugün emperyal söylem içerisinde gündemleştirilmesinin anlamı siyasi istismardır. ABD Başkanı terörle savaş adı altında son yıllarda kendi işledikleri savaş suçlarının hesabını versin. Emperyalizmin tarihte yaşanan olayları araçsallaştırması, istismar etmesi en az bu olayların inkar edilmesi kadar sorunları kangrenleştirmektedir.

1915’te Ermenilere yönelik zulme ilişkin Türk ve Ermeni tezlerini özetle aktarır mısınız?

Türkiye Devletinin tezleri süreç içerisinde değişkenlik göstermiştir. Gözden kaçan önemli husus o ki 1923 öncesi Ermenilere yönelik işlenen suçlar önce kabul edilmiş, bir çok vali ve bürokrat yargılanmıştır. İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında 1919 Ekim ayında Amasya’da yapılan protokolde de ifade edildiği gibi, 1915 suçlularının yargılanması “siyaseten elzem” görülüyordu.

1923 sonrası ise katliam suçlarının inkarına başvurulmuştur. Uzun süre boyunca inkarda ısrar eden Türkiye tarafına göre Osmanlı-Rus savaşı sırasında Doğu Anadolu’daki Ermeni nüfusun Rus ordusuyla beraber hareket etme riski vardı. Bu sebeple de Tehcir ile ülkenin savaştan uzak başka bir coğrafyasına göç ettirildiler. Ölen siviller ise hastalık gibi doğal yollar sebebiyle ölmüşlerdi.

İnkar politikasında, “aslında Ermeniler Türkleri katletti” denilerek “Ermeni Mezalimi” söylemi öne çıkartılmıştır. Türkiye özellikle 2000’li yıllarda “Ortak Acı” söylemiyle kısmen yaşananları kabul etmeye başlamış ve “konu tarihçilere bırakılsın” söylemini gündemleştirmiştir.

1915’te gerçekte ne oldu? Allah’ın, “adil şahitler” olun emrine muhatap biz Müslümanlar için meseleye hakkaniyetli yaklaşım nasıl olmalı?

1915’i anlamak için 1860’lı yılları anlamak gerekir. Osmanlı’daki geleneksel hukuka göre eşit olmayan Ermeniler yerelde birçok baskıya ve hukuksuzluğa maruz kalsalar da İstanbul yönetimi bölgeye adalet götürmek yerine sürekli insani hak taleplerini hasır altı ediyordu. Bu karşılıklı saldırıların temelinde toprak meselesi yatıyordu. Güçlenen taraf diğer tarafın topraklarını gasp etmek için silahlı saldırılar yapabiliyordu. 1870’lere gelindiğinde pasif ve sadık Ermeni toplumu içerisinden şiddet yanlısı siyasi hareketler doğmaya başladı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Rusya’nın zaferiyle sona erdi ve Rus ordusu Osmanlı’nın doğu topraklarının büyük bölümünü işgal etti. İşgal, doğudaki Ermeni köylerinde Osmanlı yöneticileri tarafından gerçekleştirilen katliamların öncesine denk gelmekteydi.

Ayastefenos Anlaşması’nda İstanbul yönetimi Ermeni toplumuna yönelik Rusya garantörlüğünde reform sözü verdi. 1878 Berlin Anlaşması’nda da İngiltere garantörlüğünde reform sözü verildi. 1876’da tahta oturan 2. Abdülhamid ise tüm bu sözleri tutmayacağını belirterek Kürt ağalarının adamlarından “Hamidiye Alayları”nı kurdu.

Burada, sorunun temelinde feodal toprak paylaşımı ve vergi-haraçların olduğunu görüyoruz. Ermeniler İmparatorluk hukukuna göre ikinci sınıf vatandaşlar ve pek çok haktan mahrumlar. Devlet destekli Kürt aşiretleri Ermeni feodalitesini haraca, İstanbul da vergiye bağlamış. Haraç vermemeye direnirlerse köyleri basılıyor. Siviller katlediliyor. Bu süreçte Ermeniler içerisinde ulusalcı kurtuluş ve bağımsızlık ideolojisi doğuyor. Çünkü tıpkı günümüzde Arap Baharı bağlamında olduğu gibi özellikle İmparatorluktaki Hristiyan toplumların Osmanlı’ya karşı “kurtuluş savaşları” verdikleri ve bağımsızlıklarını elde ettikleri bir “domino etkisi” mevcut. Böylece Ermeni ulusalcılığı da nüfus olarak yüzde 50’nin üzerinde oldukları Van ve civarında ayaklanmalar çıkardılar.

Ayaklanmalar 1860’lara dayanıyor. 1860’larda sürü kaçırmalar, küçük sürtüşmeler, arazi ihtilafları Ermeni köyleri ve Kürt aşiretleri arasında karşılıklı çatışmaların çıkmasına yol açmıştı. 1894’teki 1. Sason İsyanı bu zeminde çıkmıştı. Bu karşılıklı saldırı-intikam kısırdöngüsüne 2. Abdülhamid’in de katkıda bulunduğunu unutmayalım. 1894-1896 arasında Hamidiye Alayları 1890’larda başlayan Ermeni milliyetçisi ve ayrılıkçısı hareketi bastırmak için katliamlarda Kürt milisleri kullanmış, ancak Ermeni militanlar ve sivil halk arasında bir ayrım yapılmadan öldürülmüştür. Bu olaylarda en az 50 bin çocuk yetim kaldı, en az 80 bin sivil katledildi. 1896’da bu katliamlara dünyanın dikkatini çekmek için Taşnak Sütyun Militanları İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı basmışlardır.

2. Sason (1904) isyanı ise daha ideolojik temelli biçimde patlak verdi. Ermeni ulusalcıları Kürtlere yönelik, Hamidiye katliamlarının intikamı olarak katliamlar yapmışlardır. 1905’te de 2. Abdülhamid’e başarısız bir suikast girişiminde bulundular. 1909’a geldiğimizde ise Adana katliamlarını görüyoruz. Yaşanan karşılıklı linç ve baskınlarda çoğunluğu Ermeni bir kısmı da Türk olmak üzere 30 bine yakın insan öldürülmüştür.

Yani 1915 öncesine baktığımızda zaten bölgedeki karşılıklı intikam kısırdöngüsü mevcuttur. Konuya batılı devletlerin müdahil olmaları ve devletin baskıları da eklenince Ermeni sorunu gittikçe daha da kangren haline gelmiştir. 1915’e gelindiğinde ise Talat-Cemal-Enver üçlüsünün İttihat Terakki hükümeti Rus savaşında bölge Ermenilerinin Ruslardan yana olması üzerine Meclis’ten Tehcir kararı çıkartmıştır. Tehcir öncesi Osmanlı ordusunda görevli tüm Ermeni askerler “Amele Taburları”nda silahsızlandırılarak lojistik işlerde çalıştırılmış ve sonrasında da katledilmişlerdir.

23-24 Nisan 1915 gecesinde Osmanlı hükûmeti, İstanbul’da yaşayan yaklaşık 250 Ermeni aydın, sanatçı ve siyasetçinin derhal tutuklanmasını emretti. Bu kişiler daha sonra Ayaş ve Çankırı’daki iki toplama merkezine gönderildi. Bu kişilerin büyük çoğunluğu öldürüldü.

27 Mayıs’ta Tehcir kararı Meclis’ten çıktı. Ancak Devlet, Tehciri güvenli biçimde gerçekleştirmekten mahrumdu. Ayrıca İTC Hükümeti Ermenileri toplu biçimde ortadan kaldırmak için özel bir plan yapmıştı.

Savaş cephesiyle ilgisi olmayan çok uzak kentlerdeki yüzbinlerce sivilin kilometrelerce uzaklıktaki noktalara hem de öfkeli toplulukların içerisinden geçirilerek götürülmesinin olası sonucu katliamdı. İddia edilen bahanelerle ilgisi olmayan yüzbinlerce insanı öleceklerini bile bile yollara çıkartıp kasten hastalıklara, hava koşullarına kırdırtmak, bütün bunların üstüne de yollarda özel tutulmuş görevlilerce erkeklerini öldürmek, kadınlarını kaçırıp tecavüz etmek de İTC usulü bir soykırımdır.

En az 600 bin Ermeni bu sürgün sırasında devletin örgütlediği çeteler tarafından katledilmiştir. Sürgün edilenlerin mal ve mülkleri de gasp edilmiştir. Konya ve Halep valisi Mehmed Celal Bey, Ankara Valisi Hasan Mazhar Bey, Bağdat Valisi Süleyman Nazif ve Kütahya Valisi Faik Ali bey gibi bir çok Osmanlı Valisi katliamlara karşı Ermenileri korumuş ve tehcire karşı çıkmıştır.

Öte yandan Rusya’nın Doğu Anadolu’yu işgali ile birlikte Rus ordusu çatısı altında Ermeni gönüllü alayları (Fedaiyan) General Antranik Ozanyan komutasında bir çok savaş suçu, katliam işlemiştir. Nisan 1915’te Van’da zafer kazanmış, 1916’da ise Bitlis’e girip Müslüman sivilleri katlettirmiştir. Bitlis’teki savaş suçları sebebiyle Rus Askeri Mahkemesi’nde yargılanmıştır. Tutuklansa da daha sonra serbest bırakılıp 1918’de Erzurum Merkez Komutanı oldu. Emrindeki Fedaiyan milisleri Haziran 1918’e kadar Doğu Anadolu’da “Ermeni Mezalim” olarak adlandırılan Türklere ve Kürtlere yönelik bir çok katliam gerçekleştirdi.

Adil şahitler olacaksak her türlü ulusal hamaset söyleminden sıyrılmamız gerekiyor. Maddi kazanç yollarının el değiştirmesini de içeren çok boyutlu bir intikamlar kısırdöngüsü 1860’dan 1918’e kadar kanlı bir süreç üretmiştir. Kürtler, Türkler ve Ermeniler bölge unsurları olarak, İstanbul yönetimi, Rusya ve Batı Avrupa devletleri de devlet unsurları olarak bu sorunu üreten taraflardır.

Benim, bir insan ve Müslüman olarak haksız yere katledilen, sürgün edilen, tecavüze uğrayan, ailesi dağıtılan, yetim bırakılan, malları mülkleri gasp edilen kim olursa olsun etnisitesine, kendisinin geçmişte ne suç işlediğine bakmadan bu zulme karşı çıkmam gerekir. Failin ya da mağdurun Ermeni, Türk, Rum, Kürt ya da Çerkes olmasının fark etmemesi gerekir. Fail ve mağdurun kimliği konusunda renk körü olmamız şart.

Türkiye Cumhuriyeti, mirasını reddettiği, hatta yer yer hakir gördüğü Osmanlı’nın yıkılmaya yüz tuttuğu döneme ait böylesine acı bir olayda neden empati kuran, gönül almaya dönük yumuşak bir dil yerine katı bir inkar tutumu içine girdi?

Çünkü yeni bir ulus devlet kuruluyordu. Ulus devletin homojenliğinin sağlanması için “Türk Kimliği”nin inşası gerekiyordu. Bu resmi ideoloji Türkiye’de yaşayan herkesin “Türk” olduğunu zorla dayatan bir söyleme sahip. Doğası gereği böylesi çoğulcu bir dile sahip olamaz. İkincisi de Ermeni tehcirinde rol almış pek çok isim daha sonra Mustafa Kemal’in silah arkadaşı olarak yeni rejimin kurucu unsurları olmuşlardır. Ermeni sorununa demokratik, insan hakları temelli bir yaklaşımla yaklaşamazdı bu sebeple.

1915 olaylarında bir Alman Etkisi’nden bahsedebilir miyiz?

Alman ordusu Osmanlı ordusuyla üst düzey kademelerde iç içe geçmişti. Liman von Sanders 1914 Ocak’ında Osmanlı ordusunun genel müfettişliğine atandı. Albay Bronsart von Schellendorf Osmanlı Genelkurmay Başkanı’ydı ve aynı zamanda Osmanlı Silahlı Kuvvetleri Başkomutan Yardımcısı’ydı. Böylece Harbiye Nazırı ve ordunun başkomutanı olan Enver Paşa’ya en yakın olan Alman’dı.

1914 Aralık ayında General Von der Goltz, özel bir askeri heyetle İstanbul’a geldi ve Padişah’a askeri danışmanlık yapmaya başladı. Von der Goltz daha sonra Mezopotamya’daki ordunun başına geçti. Bavyeralı Kurmay Albay Kress Von Kressenstein Mısır’a saldıran (Ocak 1915) birliklerin başındaydı ve 1917’den itibaren Mezopotamya’daki ordunun komutasını eline aldı. Amiral Von Usedom tahkim edilen İstanbul ve Çanakkale boğazlarının savunmasını üstlenmişti.

Açıkça görüldüğü gibi, Alman subayları her tarafta anahtar pozisyonları ellerine geçirmişlerdi. Hristiyanların katledilmesine dair İstanbul’dan verilmiş bir emrin olduğuna dair bir belge bulunmamakta. Almanların, katliamlara sessiz kalmalarının ötesinde, bizzat böyle bir emrin, Almanlar tarafından verildiği ve katliamların Almanlar tarafından gizli bir şekilde yönetildiğine dair iddialar da bulunmaktadır. Doğrudan Alman emperyalizminin kontrolünde bir soykırım yürütülmese de, suçun Almanya’nın gölgesinde işlendiği kesindir. İstanbul işgal edildiğinde kentten kaçan Enver, Cemal ve Talat Paşaların yanı sıra, Liman von Sanders de kaçmıştır. Dönemin Osmanlı Basını bunun nedenini katliamlardan sorumlu olması olarak açıklar. Osmanlı arşivlerinde ise Liman von Sanders’in tehcir organizasyonu için görevlendirildiği belirtilmektedir.

ABD başkanı 1915 için -105 yıl sonra- “soykırım” tabirini kullandı diye Türkiye siyasi ve/ya ekonomik olarak bedel öder veya ödemeli m?

Ödememeli çünkü ilk sorunuza verdiğim cevapta da belirttiğim üzere 100 yılı geçmiş toplumsal çalkantı ve kaos olaylarının bugün politik bir karta dönüştürülmesi öncelikle o acıların bugünkü yansımalarına daha büyük bir ihanettir. En az o acıları inkar etmek kadar büyük bir ihanet. Soykırımı endüstriye çevirme ihaneti. Peki bedel öder mi? Hayır. Türkiye ABD çıkarları açısından siyasi ağırlığı/önemi olan bir devlet. Muhtemelen Beyaz Saray Ankara’yı Halkbank dosyasında olduğu gibi bir kart olarak sıkıştırmak için kullanabilir.

Türkiye resmi tezini bu saatten sonra aynı şekilde sürdürebilir mi?

Sürdüremez ama sonuna kadar inat edecektir. Bir paradigma değişimi gerekiyor bu da önümüzdeki yıllardaki rüzgar/çıkar değişimi ile mümkün olabilir.

Hrant Dink, kendini bu topraklara ait hisseden ve her iki millet arasında köprü rolü gören, vicdan ve merhamet sahibi bir aydındı. Onun meseleye bakışını, uğradığı feci akıbeti ve cinayetin 14 yıl sonra halen aydınlatılamamış olmasını nasıl değerlendirirsiniz?

Dink cinayeti, Devletin derin denen kanadı eliyle işlendi. O dönem o kanatta görevli olan/çöreklenen FETÖ’cü kadrolardı. Ama o dönem yalnız değillerdi. Bu cinayet kötülükte koordine olan geniş çaplı bir organizasyonun sonucuydu. Halen görevde olan birilerine ucu dokunuyor olmalı ki cinayet aydınlatılamıyor.

Türkiye’de hatırı sayılır genişlikte bir kesim Türkiye Cumhuriyeti tarihinin, daha geniş ifadeyle “tarihimizin” soykırım, katliam gibi “kara leke” barındırmadığında hemfikir görünüyor. Oysa ki yakın tarihe şöyle bir baktığımızda, varlık vergisi uygulaması, dersim katliamı, 6-7 Eylül olayları, darbeler, diyarbakır cezaevleri, sistematik işkenceler, JİTEM, 90’lar, hatta yüzbinlerce insanın hayatını bir gecede karartan KHK uygulamaları akla geliyor. Modern ulus devletler birbirlerinden ne yönde ayrıştırılabilir?

Öncelikle sosyoloji ve sosyal-psikoloji işte tam da bu gibi gerçeklikleri anlamamız için gereklidir. Bu gibi karmaşık olayları bir kaç faktörle anlamak yanlıştır. Olayların bir çok sebebi var. Önce insanı anlamalıyız. İnsan Hümanizmin idealize ettiği kadar mükemmel bir varlık değildir. Aksine zaaflı, ihtiraslı, bilinçlenmediği/olgunlaşmadığı takdirde bu zaafları doğrultusunda vahşileşebilen biridir. İnsanlar çıkarları için bir çok suçu işleyebilirler. Bu çıkarlar kıskançlık, haset ve fakirlik ile birleşince zengin komşularına düşman olur. Bu durum kollektif bir kıskançlığa dönüşürse de linç ve yağma gibi suçlara yol açar. Bir de tüm bunları dinsel, ırksal inanç ve önyargılarla birleştirdiğinizde başkasının köyünü basmak, kadınlarına tecavüz etmek, canlarını almak, malına mülküne çökmek kitleler gözünde “meşrulaşır.” Tüm bunların bir de intikam öfkesiyle birleştiğini düşünürsek, “ama onlar da bize yaptı” histerisi uzun yıllar süren kan davalarına, kırımlar kısırdöngüsüne yol açar.

Bu durumun siyasetle de ilgisi var. Devletler kendilerine sorun olarak gördükleri demografik kesimleri zayıflatmak, yıldırmak ve hatta imha etmek için insanların içindeki bu hastalığı kullanırlar. Hele ki “ulus devlet” iseniz ya da bir ulus devlet inşa etmek istiyorsanız farklılıkları en aza indirip homojen bir toplum yaratmak için bu gibi yollara başvurursunuz.

Elbette Ulusalcılıklar devleti kutsarlar ve Devlete sonsuz bir güç atfederler. Devletin yaşaması için insanların feda edilebileceği, harcanabileceğini kabullenirler. Hain, dış güçlerin maşası, terörist, isyancı gibi genellemeci ve ötekileştirmeci tanımlarla sadece suç işleyenleri değil onların kimliklerini, ailelerini de düşmanlaştırabilirler. Bağımsız yargı süreçlerini, insan haklarını, suçun şahsiliği gibi temel hukuk ilkelerini ayak bağı olarak görürler. İşin ilginci, ulusal ego her ne kadar bu suçları işlese de suçlanıldığında böylesi kötülükleri asla işlemeyeceğine dair bir inkar tepkisi geliştirir.

Bir de, sorunun nesillere yayılması gibi bir zorluğu var. Bir toplumsal suç işlendiğinden o toplumsal psikoloji bir kaç nesil içinde unutulur. Hatta coğrafi olarak aynı zaman diliminde bile ülkenin bir köşesinde yaşanan bir katliamdan diğer köşesinin haberi olmayabilir. İdeolojik medya manipülasyonu da bu enformatik cehaleti katmerleştirir. Bu sebeple pek çok ABD’li, milyonlarca sivilin zarar gördüğü, bir o kadarının katledildiğini bilemez ve devletlerinin küresel teröre karşı savaştığını zanneder. İngilizlerin ve Fransızların çoğu yeryüzünde medeniyetten uzak köşelerine uygarlık götürdükleri, kolonyalizmin sömürgecilik değil medeniyet yardımı olduğuna yönelik eğitilirler.

Almanya’da “Holocaust” yaşanırken Alman halkının geneli bu soykırımdan habersizdi ve “Alman ulusuna zararlı hainlerin cezalandırıldığına” ikna edilmişlerdi. Türkiye’de de benzeri bir durum söz konusu. Türkiye insanının büyük çoğunluğu yaşanan acılardan izole edilmiş durumdadır.

Örneğin 1934 Trakya Pogromunda, 1938 Dersim’de, Zilan’da, 6-7 Eylül olaylarında vb. vakalarda yaşananlardan habersizdir. Kendi dedesinin askerdeyken böyle bir şey yapacağını ona konduramaz. Oysa bahsettiğimiz hastalıklar kollektif hal alınca normal hayatta yapılmayan şeyler yapılabilir hale gelir. Buna en çarpıcı örnekleri yakın zamanda şahit olduğumuz Hindistan-Pakistan bölünme süreci (1944-1947) Kıbrıs (1960-1974) Lübnan (1975-1990), Bosna (1992-1995), Ruanda (1994) ve Suriye’de (2011-) yaşanan iç savaşta gördük. Komşular birbirlerini öldürdüler. Güçlü olanlar güçsüzleri yok etmeye, sürmeye çalıştılar.

Ermeni ulusalcıları da tek yanlı bir mağduriyet anlatısını nesiller boyunca efsaneleştirmişlerdir. Ermeni toplumu da Türkiye’de meşhur olan Ermeni Mezalimi gerçeğinden habersizdirler.

Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlaşması” üzerine yaptığı çalışmalar bir de bu gözle okunmalı. Acılarla yüzleşmeliyiz ama her türlü kimlikten sıyrılarak öznelerin sadece insan kimliklerini görüp diğer kimliklerini flulaştırarak bakmalıyız. Bu kısırdöngülerden çıkmanın yolu burada…

1 Yorum

GÜNDEM

Exit mobile version