Uzun yıllar boyunca türlü vesile ve araçlarla egemen dünya düzeni müdahilliğinde sürdürülen Suriye’deki yıkıcı savaş, Aksâ Tûfânı süreciyle paralellikte nihayete ererken geride yepyeni bir fotoğraf bıraktı.
İsrail’in bölgedeki güvenliğini şansa bırakmak istemeyen ve bunun için neredeyse bölgedeki bütün direniş örgütlerine ev sahipliği yapmış, Arap ülkelerinin İsrail karşısında en dişlisi olagelmiş, bir yandan da dünya düzeninin şeytanlaştırdığı İran’la ittifaktan vazgeçmemiş Suriye’yi, bir an önce AKP iktidarı tarafından yönetilen Türkiye marifetiyle ikna edip ABD-İsrail cephesine transfer etmeyi arzulayan dünya düzeni, bu amaç gerçekleşmeyince artık Suriye’yi kesin olarak bertaraf etmek, Filistin’den Lübnan’a çıkarak oradan Irak üzerinden İran’a uzanan fay hattını tesirsiz hâle getirmek için fiili müdahaleye başvurmuştu.
Bu süreç, herkesin gözü önünde oldu. Yeni bir özete elbette gerek yok. Suriye’nin ve bağlı hatların beklenen sonuna paralel biçimde, plânlaması çoktan yapılan küresel enerji hatları için acımasızca kurban verileceği anlaşılan Gazze, yine paralel bir plânlamanın neticelerini yaşadı.
Yazının tam bu noktasında müslüman halkların emperyalizmle diktatörlükler arasına sıkışan varlıklarının siyasal ve özellikle psikolojik olarak nasıl bir kıskaçta ezildiğini hatırda tutmanızı isterim. İnşallah bu mevzuya döneceğim.
İsrail, egemen dünya düzeninin rızası ve desteğiyle saldırdığı Gazze’de ağır bir tahribata sebebiyet verdi. Siyonistler, Direniş’i mağlup edemese de bu tahribatın sonuçları Filistin halkı ve coğrafyası üzerinde kendini farklı neticelerle gösterecektir. Aksâ Tûfânı’na destek için savaşa dâhil olan Hizbullah’ın, İsrail’in Lübnan’a girme plânlarına engel olsa da başta lider kadrosu olmak üzere önemli kayıplar verdiği ortadadır. İran’ın hem doğrudan kendisine yapılan saldırılar hem de bölgedeki en önemli müttefiki Suriye’yi kaybetmesi nedeniyle güç duruma düştüğü açıktır.
Suriye’nin, neoliberal faşizmin “yeryüzünde talan edilmedik mıntıka bırakmama” arzusuyla kapitalizme açılması ile birlikte yürüyen İran ve direniş örgütlerinin bertaraf edilerek İsrail’in rahatlatılması plânını, hâl-i hazırda süren YPG ile HTŞ önderliğindeki yeni Suriye rejimi arasındaki pazarlıklarla ve yine o pazarlıkların Türkiye ayağına paralel seyreden Devlet Bahçeli önderliğindeki İkinci Kürt Açılımı müzakerelerini birlikte değerlendirdiğimizde o meşhur fotoğrafın, büyüyen pikselleriyle kendini özgüvenli bir şekilde herkesin nazarına sunduğunu söyleyebiliriz.
Suriye halkının savaş boyunca çektiği acılar, göç yollarında yok olan gelecekler, mülteci olarak maruz kalınan ırkçılık ve yoksulluklar elbette hiçbir hesaba sığmaz ve sadece egemen dünya düzeninin vahşiliğini, gözü dönmüşlüğünü kanıtlar. Diktatörlüklerle böyle bir hayat arasına sıkışan halklarımızın bu makus talihlerini ancak örgütlü ve hikmeti kuşanmış İslami hareketler dönüştürebilirdi lâkin onlar da entelektüel hazırlıksızlıkları nedeniyle henüz buna muvaffak olabilecek durumda değiller. Bu, pek çok defa görüldü. Şiddete çabuk eklemleniyorlar, silahı direnişin en temel ve vazgeçilmez enstrümanı olarak görüyorlar. Bu da problemleri derinleştiriyor, halklar için çok daha büyük acılar getiriyor, “silahlanma mekanizması”nın gerçek sahibi olan egemen dünya düzeninin elini güçlendiriyor. Sözün şiddetini iptal eden, hem bölge hem de dünya halklarını düşünsel/teorik bir çerçeveye yöneltemeyen hatta yakın temas hattındaki problemlerde böyle bir güce sahip olmanın avantaj ve kibriyle hareket ederek çözümsüz yeni sorunlar yaratan bu tutum, esaslı bir sorgulamaya tabi tutulmalıdır. Özellikle Müslümanların, İslami hareketlerin bu köklü muhasebe olmaksızın hem kendilerine hem bütün bir ümmete hem de dünya halklarına bir yerden sonra sunabileceği yapıcı, üretici bir öneri olamayacaktır.
Egemen dünya düzeninin otoritesini bariz bir şekilde pekiştirdiği Ortadoğu’da, Türkiye’nin yeni Kürt çözüm sürecine şaşılası bir acelecilikle başlaması, akla gelebilecek bütün tarafların siyasal ve düşünsel hazırlıksızlıklarını ibretamiz bir şekilde açığa çıkarmıştır. Sadece az evvel kendilerini değerlendirdiğimiz İslami hareketlerin değil, faklı siyasal hatların da ne kadar zayıf olduğu, egemen siyaseti okuyamadıkları gerçeği belirginlik kazanmıştır. Dünya düzeninin ortakları güçlü ve iddialı bir edayla muhatap ve muarızlarını kendi güzergâhlarına sokmakta mahirler. Yeni bir dünya vaat etmesi, bunun ufuk ve usullerini ikna edici bir şekilde anlatıp örneklemesi gereken muhalif siyasi hareketlerin bu güçlü egemen bloğa karşı nasıl bir pozisyonda bulunduklarını sebepleriyle analiz etmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin bir NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak Ortadoğu’da şekillenen ve emperyalist müdahaleciliğin bir ileri aşaması diyebileceğimiz yeni süreçte yerini aldığını ve ufak tefek pürüzleri gidermeye çalıştığını görüyoruz. Elbette bütün bu adımlar egemen dünya düzeni inisiyatifinde yapılan pazarlıklarla ilerliyor. Türkiye’nin Kürt meselesindeki adımının insani/vicdani/İslami/ahlâki saiklerle değil de hem Turgut Özal zamanındaki gibi “Kürtlerle büyüme” stratejisini devralması hem de tabanının öfkesini izale etmek maksadıyla yürüttüğü İsrail karşıtı popülist politikalara rağmen İran karşıtı pekişen eksende ısrar etmesi, toplumsal çok boyutlu ilkesel zaafları bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır. Bu süreci sorgusuzca olumlamak elbette kabul edilemez.
Suudi Arabistan’dan Afganistan’a, Türkiye’den Suriye’ye kadar dindar görünümler siyasal arenada egemen oldu ancak dindar görünümlerin küresel sisteme çok boyutlu eklemlenişleri devam ediyor. İslam’ın küresel sistem tarafından kol ve kanatlarının budanarak sözüm ona kabulünü büyük bir tehdit ve çaresizlik olarak algılayamayan İslami çevrelerin düşünsel zafiyetlerinin had safhaya çıktığı bir kez daha anlaşılmıştır. Bütün aldatıcı görünümlerin bir araya geldiği bu akıl tutulması ânında, problemlerin fevkalâde iç içe geçerek kristalleşmesi esasen ileri derecede benzersiz ve ürkütücüdür. Karşıda beliren tabloya karşı fikri kavrayış çabasıyla, ülkelerinden bölge ve dünyanın her bir tarafına uzanabilme kabiliyetine sahip örgütlenme yükümlülükleri öylece ortada durmaktadır.
ABD ile Rusya’nın Ukrayna savaşını müzakere etme biçiminin benim “egemen dünya düzeni” tanımlamamı haklı çıkaran mahiyetine dikkatinizi çekmek isterim. Modern dönemdeki emperyalist bölüşüm savaşlarının bir uzantısı olarak görülebilecek bu savaşlar, egemen düzenin bileşenleri arasındaki itiş kakışlardan öte değerlendirilemez. En nihayetinde bu bileşenler, ezilenlerin adalet taleplerine mugayir bir pozisyonda ittifak edeceklerdir. Dolayısıyla kendi öz gücüne, dünyayı/insanlığı dönüştürebilme kabiliyetine sahip olmayan taraflar, sadece tepişen fillerin ezildiği çimler olacaktır.
İslam’ın insanlığa vaat ettikleri, tâbilerine ya da muhataplarına söyledikleri, söylemek istedikleri ile söylemedikleri bugün iyice belirsizleşmiş ve güncel çekişmelerin “dünya gerçekleri”ne kurban gitmiştir. Müslümanlar, tezlerini insanlığın önüne koyup hakikate çağıran bir rolü üstlenmekten ziyade pazarlıklar aracılığıyla irili ufaklı birtakım kazanımlara odaklanmanın ötesine maalesef geçemiyorlar. Bunun, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan pek çok sebebi var elbette. Emperyalizm tarafından kıskaca alınmış, anlık yaşamsal aciliyetlere öncelik vermek zorunda kalmış müslüman topluluklara böyle bir eleştiride bulunmayı haksızlık sayanlar çıkabilir ancak problemlerimizin kökleriyle yüzleşmedikçe yaralarımız kanamaya devam edecektir.
Suriye iç savaşı değerlendirmeleri, tebliğ-davet-mücadele usullerine dâir nebevî kriterlerin onca tartışılmışlığına karşın yetersizlik ve zafiyetleri ortaya koyan ilk trajik örnek değildi. Bu dolayımdaki örnekleri farklı aşamalarıyla değerlendirilebilecek Afganistan tecrübesinden Filistin direnişine, İran devriminden Kafkas mücadelesine kadar pek çok sahayla çoğaltabiliriz. Şimdi, Suriye merkezli olarak ortaya çıkan yeni fotoğraftan Kürt açılımı olarak Türkiye’nin payına düşen yeni duruma yaklaşımlarda da benzer bir kriz yaşamaktayız. Düzenle çoktan bütünleşmiş ana akımın bir şekilde dışında kalmış İslami çevrelerin bu hususta genel geçer taleplerin dışına çıkabilmiş esaslı bir söylem üretememiş olması, İslam ümmetinin yaşadığı genel tıkanmayla benzerliği ortaya koysa da şimdiye değin her türlü olumsuzluklara rağmen üretilmiş ilkeselliklere ters düşebilecek önerilerin beyan edilmesi ayrı bir umutsuzluk ve çaresizlik olarak değerlendirilebilir. Bütün dinamikleriyle süreci anlayıp ona karşı nebevî bir duruş/ilkesellik/pratik/örgütlülük niyet ve cesareti olmaksızın mevcut çevrimin dışına çıkılamaz ancak onun, doğal olarak da sorunun bir parçası olunur.
Egemen dünya düzeni, şu an hem teorik hem de güce dayalı zorbalıklarla kendini dayatan bir pozisyondadır. Müslümanların modern kapitalist medeniyetin argümanlarından imtina ederek resullerin pratiklerinden ve vahyî ilkeselliklerden devşirebilecekleri bir yol haritası pekâlâ mümkündür. Problemler bugünden yarına çözülemez ancak bizden miras kalan şey ilkesellikler ve onların beslediği pratikler olabilir. İşte ancak o ilkesellikler başka bir güzergâhı vâr edecektir.
Modern tasarımların bütün bağları parçaladığı; dinin, alabildiğine tepkisellikler üzerinden alan bulduğu; işgal, devlet, diktatörlük ve hikmetsizliklerle silah ve şiddete teslim olmuş Ortadoğu’nun şûralardan kopuk halklarının şimdiye kadar herhangi bir derde deva olmamış paket önerilerden ziyade mezkûr ilkesellikleri öne çıkaran yaklaşımlara ihtiyacı var. Ancak böyle bir perspektifle bu yeni durumun aşılmasına niyet edilebilir. Bu yeni durumun, egemen dünya düzeninin hemen hemen bütün unsur ve çemberleriyle İslam’dan neşet edecek bir hakikat umudu insanlığı sarıp kuşatmasın, diye abandığı Ortadoğu’ya vaziyet eden bir kuşatma olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Kürt meselesinden Suriye iç savaşına; silah ve şiddetin, direnişin anlamlarına; küresel ittifaklar ve işbirlikçi rejimlerin pozisyonlarına; İslami olanla sûret-i haktan görünen hakikat iddialarına varana dek her bir ölümcül meselemizi kavrayıp çözmeye niyet ederken yanlış iliklenen bir düğme, pek çok şeyi berbat edebilme potansiyeli taşıyacaktır.