9 Haziran 2020 günü Ruşen Çakır’a konuşan Özer Sencar, kamuoyu araştırmalarına ilişkin değerlendirmelerde bulunuyordu.
Özer Sencar’ın iktidarın ve muhalefet partilerinin oy oranları ile halkın farklı kanaatlerini paylaştığı programda çarpıcı bir değerlendirmesi vardı.
Türkiye’de insanlar hak, hukuk, adalet gibi mevzuları pek dert edinmiyorlarmış. Bu alanlarla ilgili dert sahibi olan, ülkenin en önemli problemlerinin adalet ve özgürlükler olduğunu düşünenlerin oranı yüzde bir-iki aralığında geziniyormuş. Oysaki ekonomiyi dert edinenlerin, ekonominin ülkenin en büyük problemi olduğunu düşünenlerin oranı yüzde altmış beşten daha fazlaymış. Çünkü bizim halkımız güçlüden yanaymış, güçlü devleti ve siyasetçiyi severmiş, sadece ekonomi kötüye gidince tepki gösterirmiş.
Dönüp dolaşıp yüzleşmek zorunda kaldığımız bir alanla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bu tespit ve değerlendirmeler.
İnsanların, bir yandan kölelik alanlarının yeşerdiği ekonomik baskı ve sömürü mekanizmalarına tepki vermesi elbette takdir edilesi bir tavırdır ancak Sencar’ın değerlendirmesinde ekonomik alanda yaşananlara halkın ideolojik boyutta, sömürü mekanizması algısını ortaya çıkaracak bir perspektifle tepki vermediği görülüyor.
Çok kolay ulaşılan bir sonuç var önümüzde. Her ay kamuoyu araştırması yapmak bu durumda gereksiz aslında. Halkımızın çok büyük kısmı hayatı iman ve ideoloji ekseninde kavramaktan uzak; ekonomisi işledikten sonra kim, hangi haksızlığı yapıyor, adalet ve özgürlük talepleri ne kadar ve nasıl baskılanıyor, bu baskılamalara karşı kimler, hangi direnişleri sergiliyor, bu durumda neyle karşılaşıyorlar? Bu soruları sormuyor ya da bu sorularla yüzleşebileceği alanlardan kaçıyor.
İktidarın adalet, hukuk, hak ve özgürlükler gibi uygulamalarından şikâyetçi olanların vurguladığı mevzular bu durumda muhataplarına pek ulaşamamış oluyor. Dolayısıyla demokratik mekanizmalara bel bağlayanların iktidar değişimi için çalışması gereken tek alan ekonomi oluyor bu durumda.
Adalet mücadelesinin ulaşacağı makam ve muhatap öncelikle Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın katıdır, sonra da insanların vicdanı, bir de börtü böceğin, cümle mevcûdâtın rıza ve huzuru… Bu dünyada verilen ve verilecek mücadele ve direnişler yakîn olanı dönüştürmeyi ve zulüm mekanizmaları ile hesaplaşmayı niyetlemeli ve en nihayetinde âhiret günü apak bir alınla dirilip hesabı kolay ve rahat vermeyi amaçlamalı. Bu bakış, motivasyonu, azim ve kararlılığı besleyecektir.
Ancak, toplumsal/siyasal yol ve yöntem arayışlarına dâir Özer Sencar’ın anlattıkları bize bir şeyler söylemeli.
Bu değerlendirmelerin bizi pekâlâ Seyyid Kutub’un “Cahiliye Toplumu” ve “Kur’an Nesli” kavramsallaştırmasının öne çıktığı Yoldaki İşaretler manifestosuna götürmesi gereği ifade olunabilir.
Tevhid-şirk kapışmasının sosyal, siyasal görünürlüklerden çıkarılamaması bilinç kaosunu işaret eder. Bu anlamda cahiliye kavramsallaştırmasına denk düştüğü söylenebilir. Yüzde bir-iki aralığı toplumsal değişim ve dönüşümlerin motor oranıdır ancak tevhide denk düşen karşılığı ülke özelinde pek zayıf ve zavallı bir hâldedir.
Şu halde şöyle bir çözümleme tartışmayı hak edebilir: Uzun vadeli bir çabayı gerekseyen toplumsal-siyasal dönüşümler İslami perspektifle, cahiliye/şirk/zulüm sacayağını bilinç düzeyinde görüp gösteren bir yol ve yöntemle ilerleyip olgunlaşmalı, bu zaviyeden vücut bulmalıdır. Anlık reflekslerle sistemin başka renk ve kanatlarıyla ittifaklar kurarak hareket eden ve total bir bakışı erteleyip öteleyen çabalar en nihayetinde halkın günü kurtarmayı amaçlayan arzularının duvarına toslayacak, hakikate ilişkin kaygı duymayan insan toplamlarının duyarsız karşılamalarında yitip gidecektir.
Yüzde bir-iki aralığına denk gelen dönüşümün öncü gücü ise, Kur’an Nesli ekibi olarak ilmî, sanatsal, fikrî ve fiilî bir vâr oluşu gerçekleştirmeli, geri kalan kalabalıkların heva ve hevesi önceleyen tutumlarının sosyal-siyasal ilgi ve ilerleyişe baskın gelmesine mani olmalıdır.
Aksi durumların temel referanslarımızı gün gün daha da kemireceği ortadadır ki aynı programda Özer Sencar, dinî motivasyonlarla yapılan siyasetin artık ülkede alıcısı olmadığını söylemişti. Bu durumda elbette Ali Şeriatî’nin canlı, dipdiri söylemine, “Dine karşı din!” belirlemesine başvurma zorunluluğunu hatırlatmaya bile gerek kalmamalı.
Yani, hep yeni baştan! Sayısız Resûlün Rabbimizin buyruğuyla yaptığı gibi: uzayıp giden zincire eklenen yeni bir halka bilinciyle, bıkıp usanmadan!