Şakaysa hiç komik değil, ciddiyse çok komik!Ancak amatör bir haber editörünün asparagas girişimi olarak görebileceğiniz bir haber ne yazık ki gerçekleşti. Çiftçi Ömer Dede’nin basit bir talebi için neredeyse tüm bürokrasiyi baştan aşağı dolaşmış olması birçok konuyu hepimize yeniden sorgulatıyor.
Sevgili devletimizin devlet ihaleleri ile devleşmiş ve düzenli “geçilmedik yol vs. parası alan” abilere pandemi dönemi boyunca ödemeler için “Hocam, devir kötü, biraz zamana yayalım, azıcık erteleyelim de bu parayı fakire fukaraya verelim!” deyip demediğine baktığınızda devletin borcuna acayip sadık olduğunu göreceksiniz.
Ucuza gıda satacak denilen PTT üreticinin kendi sitesinden daha pahalıya yağ sattı.
Hayat pahalılığını, karşılaştığımız her hendeği “dıj güjler” açıklamasıyla yapmaya alıştık ancak insan “PTT ucuz yağ satıyor!” diye devlet-i aliyyenin PTT’sinin avm’sine girince yağın ucuzu bırak daha pahalıdan ittirildiğini görünce bir duraksayabiliyor. Kırmızılı turkuazlı zincir marketlerin mahalleleri geç sokaklara hatta köylere kadar gidip küçük esnafın boğazına bacağını soktuğunda gıkını çıkarmayanların şimdi kem kümleri de gülüşme nedeni olabilir, aman kendinizi tutun devlete halel gelmesin.
“Yerliyiz hocam, milliyiz efendim!” diyen abilerimiz, arkadaşlarımız Türkiye’nin en büyük endemik faunalarından biri olan Kaz Dağlarında içine şehir inşa edilecek kadar kelleştirilen büyük arazilerde altın arama iznini kimlere verdiğini, üstelik bu büyük operasyondan devletin kasasına her şey dâhil %5 bile kalmadığını görünce ağlamaklı olabilirsiniz. Üstelik bu çok zeki abilerin şimdi aynı ruhsatı “Kapadokya”ya verdiğini duyunca “eeeöööö” deyip bir gerekçe de bulamayabilirsiniz, heyecanlanmayın bunu açıklayacak bir deha henüz gelmedi zaten.
Yerli ve millilik konusunda ısrarla her şeyin dosdoğru yapıldığı iddiasında olan birine rastlarsanız ona da SICPA‘yı soruverin. Bu İsviçreli şirket, bu toplum camilerine, müzelerine bakamayacak durumda olduğu için gelip içlerinde Ayasofya’nın da olduğu 50’den fazla müze vb. noktayı işletip üstüne bir de “giriş garantisi” almış olabilir mi acaba? “Atma Recep” diyen gönlü geniş abilere Ayasofya cami olduktan sonra SICPA’nın “Geçiş garantimizi isterük!” talebine tazminat ödenerek cevap verilip verilmediğini kalp çarpıntıları eşliğinde sorabilir.
Son bir vesile ile, teknoloji ve kültür harcamaları adı altında kurulan anlamsız projeleri, akıllı tahta ve tabletleri,bir depo benzin parasına yaklaşan geçiş ücreti ile sadece zengin amca ve teyzelerimize tahsisli özel otoyolları yapmasak, bu parayı bu toprağın tarımına, ormanlaştırılmasına, bereketlendirilmesine aktarsak neler olabileceğini hüzünle düşünebilirsiniz.
Birazcık kötü yolda gitsek, bir köprümüz eksilse demesela manavdaki fiyatları kasaptaki pahalılığı tersine çevirecek tarım yatırımı yapılsa ülkemiz daha az operasyon çekilebilir hale gelebilir mi diye sorabilirsiniz. Sormayın, çünkü her sistem kendi elitini “yaratırken” kullar katındaki bu küçük teferruatları bir engel olarak görür.
Kendilerini tutamayıp tamamen iyi niyet ve hüsn-i zan ile“İtibardan tasarruf olmaz, ne demek yani bizim partinin büyüğü ya da sevgili devletlumuz mabadını ısıtmasız koltuğa koyup içi mi titresin?” diyenlere önce her mitingini cuma hutbesine döndürdüklerini hatırlatıp sonra ekmeğini yedikleri bu geleneğin içinde Hz. Ömer’in Şam ziyaretini bir okutuverin. Gene de ikna olmayıp “Saraya saray demeyin, külliyedir bu hocam, hem halka da açık!” diyen abiler çıkarsa onlara da mesela Hz. Osman’ın saraylı külliyesini tarif edivermelerini, kaç muhafızının evini beklediğini sorabilirsiniz. “Hz. Osman bu işleri Muaviye’nin iç gıcıklayıcı sarayından ötürü biliyor ama yapmamış, niye acaba?” diyerek de sorunuzu zenginleştirebilirsiniz.
Her şeye rağmen insan içinde bulunduğu düzeni kaosa tercih eder. “Dolar 30 lira olsun, yiyecek ekmek bulamayayım ama beni ben yapan değerler ayakta kalsın, yerli-milli …” diyerek uzayan nutukları atacak abilere de önce “Haklısınız abi!” deyin. Sonra da kendisini de temsil eden yöneticilerin hanımları “Hermes” çanta tartışmasını hatırlatın. Şaşalayıp “Onlar aslında çakmaymış!” diyen gazeteci ablanın yazısını size okutabilirler, gülüp geçebilirsiniz. Sonra ciddileşipİstanbul sözleşmesini, aile-kadın politikalarını, yükselen kitch İslamcılığın bürokrat çocuklarından nasıl çıktığınıciddi ciddi konuşabilirsiniz. NATO’nun kimin peşine takılıp Afganistan ve Irak’ta olduğunu sorduktan sonra sevgili devletlu’muzun “Afganistan’da ve Irak’ta NATO Misyonlarını desteklemeye devam edeceğiz.” sözünün ne anlam taşıdığını sakin sakin konuşabilirsiniz.
En son, tilkinin dönüp dolaşıp geri geleceği kürkçü dükkanı gibi Türkiye’deki seçmenin dönüp dolaşıp geri döndüğü “E, peki kime oy vereceğiz?” çıkmazı ile karşılaşmanız çok olası. Bu soru aslında bir “Epimenides paradoksu” gibi. Sistem, kendi temsili demokrasi koşullarını öylesine görünmez duvarlarla sınırlandırmış ki; oy verdiğinizde kabul edemediğiniz birçok kötülüğü kaotik bir sürece sürüklenmemek adına meşrulaştırıyorsunuz. Oy vermediğinizde ise bu sefer sistemin bir başka aktörün sizin adınıza yaşamınızı zorlaştıracak kararlar almasına izin veriyorsunuz. Max Stirner’in dediği gibi aslında bir “celladını seçme özgürlüğü”nü yaşıyorsunuz.
Halüsinasyonun bozulduğu an da tam olarak bunu farkettiğiniz nokta. Pir Sultan Abdal’ın deyişiyle “Bozuk düzende sağlam çark olmaz!” sözünün derûnuna vardığınızda çözümün hiçbir “politika yapıcı” olmadığını görebilirsiniz. Daha doğru bir ifadeyle ister iktidar ister muhalif partilerin temelde hepsi aynı “poliarşik çerçeve”nin içindeler.
Sistemde bir perspektif sorunu varsa oyunu içerden değiştiremezsiniz, illaki kafayı kaldırıp şöyle bir temiz hava alıp, önce kendinize gelmelisiniz.