En baştan söyleyelim: Mekke’de görünürde “Ne inanç farkı, (bugün anlaşıldığı biçimde) ne de din farkı vardı.” Çünkü Mekke toplumu dindardı; din özgürlüğüne saygılı, tevir türlü ibadetlere hoşgörülüydü. Formu değişik de olsa namaz kılar, hacceder, kurban keser, köle azad eder, sadaka verir, Allah’ı şahit tutup yemin eder, anlaşmalarına sadık kalırlardı.
Kâbe’nin hizmetlisi, yarımadanın her yanından gelen hacıların hâmisiydiler; İbrahimî dine mensup, o dinin muhafızı ahmesî idiler; yarımadanın sakinleri tarafından kabul görmüş, dolayısıyla saygındılar.
Onların bu kabul ve hâlleriyle Hz Muhammed’in dini, ilahı ve Rabbiyle başlangıçta bir sorunları yoktu; onca rab ve ilahın arasında Muhammed’inki de olabilirdi hatta hiyerarşide en büyüğü de kabul edilebilirdi, burada bir sorun yoktu.
Ta ki Muhammed’in Allah’ı “Benden başka ilah ve rab yoktur, var sandıklarınız hiçbir şeydir; onlar aciz siz aciz, atalarınız da cahil!” diyene kadar. İşte bu olmazdı, kabul edilemezdi.
“Ne istiyorsun bizden?” dediler işler ilerleyip sarpa sardığında, saflar ayrılmaya başladığında… “Sen ne kötü bir hemşehrisin, milletimizi ikiye böldün!” suçlaması yaptıklarında…
Arap yarımadasında şöhretleri ve itibarları sarsılmıştı, durumu düzeltmenin yollarına başvurdular. Bir insanın bu dünyada bilinen en büyük hayalinin ve tüm amacının “en zengin olmak, kral olmak, en güzel eşe sahip olmak” tekliflerini sundular; “Orta yolu bulalım!” pozisyonuna geldiler. Aldıkları cevap şuydu: “Eşleriniz, işleriniz, servetleriniz, ittifaklarınız, iktidarlarınız sizin olsun, bunlar zaten sizindir; benim bunlarda bir gözüm yoktur!”
O hâlde Muhammed ne istiyordu?
“Sizden istediğim; her ne halde, işte ve ilişkide iseniz, bundan sonra yapıp ettiklerinizi Allah’a göre düzeltin. İman edin, kurtulun. Bu dünyada da, ahirette de kazanırsınız!”
Her şey olurdu da bu olmazdı işte! Kendilerini, hâllerini, ilişkilerini Allah’a göre düzenlerlerse biliyordular ki kurdukları toplumsal ve siyasal düzenle ele geçirdikleri buyurganlık yok olacak, statüleri sarsılacak, imtiyazları kalmayacak; tekelleştirdikleri kazanç yollarını dilediklerinde kullanamayacak, o yollar herkese açık ve eşit olacak, bu sayede biriktirdikleri servetleri azalacak, üstünlükleri sıradanlaşacak, haksız hiçbir karar alamayacaklardı.
Ebu Leheb’in yeğenine verdiği cevap bu durumu çok güzel özetler: “Ne yani, ben şu zavallılarla eşit mi olacağım? Lânet olsun senin dinine!”
İleri gelenler, varlığa hükmedenler, yönetenler, buyuranlar zümresi ve destekçileri için bu, olacak iş miydi? Bu nasıl bir teklifti öyle!
Başka bir deyişle İslam inancı, inançlardan bir inanç değildi; o eşiği aşmış, dine dönüşmüştü yani toplumsal ve siyasal, başka bir düzen ve yapı istiyordu. Buysa, mevcuttan çıkarı olanlar için tehditti.
Sorun buydu ve çatışmanın sebebi de buydu.
Onlar vazgeçmedi, Muhammed de vazgeçecek değildi. O hâlde ne olacaktı? Elbette her peygamberin yaptığı gibi sonucu Hz Muhammed tayin etti;
“Biz kendi yolumuzda yürürüz. Sizi hesaba katmayız. Önümüze çıkacak olursanız Allah ya size verir, ya da bize!” Süreç hicrete erişecekti.
Kıssadan hisse:
İslam coğrafyasında Kur’an okumayı ve anlamayı masumane olarak yürütenler, vahyi Hz. Muhammed gibi anlıyorlar ve onun yaptığı gibi dine mi dönüştürüyorlar? Yoksa hiç bir devrin müşriklerinin itiraz etmeyip normal karşılayacakları inanç mevzularında oyalanıp başka inançlarla veya geleneksel modern hurafelerle çatışmayı din zannederek ömür mü tüketiyorlar?