20 Mart’ta Adana sokaklarında anayasal haklarını (ifade özgürlüklerini) kullanmak isteyen barışçıl vatandaşlara yüzlerce polis tarafından alenen işkence edilmişti. Olaylar şehrin farklı yerlerinde saatlerce sürmüştü. Polis, kadın çoluk-çocuk demeden yüzlerce vatandaşı vahşice coplamış, kafa göz yarmış, hastanelik etmişti.
Her türlü engellemelere rağmen bir kısmı cep telefonu kameralarına yansıyan olaylar sosyal medya hesaplarından yayınlanmış, büyük tepki çekmişti. Görüntüler öylesine dehşet vericiydi ki, Siyonist İsrail askerleri gasp ettikleri Filistin topraklarında protestocu Müslümanları gözaltına alıyor herhalde diye düşünmeden edemezdiniz.
Hükümet ortağı olan siyasi partinin lideri, son 20 yılın sokak ortasında cereyan eden en iğrenç olaylarından birine imza atan işkenceci polisleri “tertemiz alınlarından öpüyorum” diyerek tebrik etti. Hukuksuzluğu ile nam salmış içişleri bakanına ise bir kez daha destek verdi.
Tarihte nokta kadar değerleri olmadığına, herhangi bir hayra yol açmadıklarına, en iyi ihtimalle iki kuşak sonra unutulup -tarihin çöp kutusuna- gideceklerine inandığım için adlarını anmak istemiyorum bu gibi insanların. Beni ilgilendiren ve ciddi anlamda endişeye sevk eden husus, bir dönem “sıfır tolerans” ile iyice geriletilen işkencenin bugün tekrar normal kabul edilmesi ihtimali.
Polis Vahşeti adlı yazıma devam niteliğinde kaleme aldığım bu yazıda, işkencenin insanlık suçu, cezasız kalmasının ise son derece tehlikeli olduğunu hatırlatmak istiyorum. İnsanlar, bireysel olarak kanlı elleri sıkabilir, kanlı alınları öpebilir, hatta yalayabilirler! Mazlumların kanını akıtanlar mahkemede bunun hesabını verirler. Ne var ki kan dökenler devletin kolluk görevlileri, onları koruyup kollayan da devletin kendisi olduğunda, mesele, ülke meselesi olmanın da ötesinde, bir insanlık ve onur meselesi haline gelir.
Burada yalnızca “hak ve özgürlüklerin ağır biçimde ihlali”nden bahsetmiyoruz. Bu zaten “olağanlaşmış” bir durum: Zulüm. 15 Temmuz 2016 sonrasında ilan edilen olağanüstü hal ile birbiri ardına yayınlanan KHK’lar bu ülkede doğrudan yüz binlerce, dolaylı olarak milyonlarca insanın hayatını karartmıştı. Ak Parti ile başlayan olumlu kırılmanın tersine işleyişinin başlangıcı Gezi Olayları’na (2013) dahası Roboski Katliamı’na (2011) raptedilebilir pekala.
Bir İnsan, Müslüman ve Hukukçu olarak “hak ve özgürlüklerin ağır biçimde ihlali” beni ilgilendiriyor şüphesiz. Beni endişelendirense ülkenin “yeni nesil” 90’lara saplanması. Bu zulümlere ilave olarak işkencenin, üstelik aleni işkencenin sokaklara taşması, taşkınlığın da taşkınlığı, bu insanlık suçunun norm haline gelme tehlikesi taşıması.
Tamam, esas sorumlular hesap vermiyor, utanma-arlanma da yok, istifa da mümkün görünmüyor, üstelik görevden af dilemek için de “dengeler” dengesini bulmuş değil!.. Peki, tarihin ekranlarına yansımış, kayıt altına alınmış o vahşi görüntülere yol açan kolluk görevlileri, namı diğer işkenceci polisler, onların müdürleri görevlerine devam mı edecekler?
İnsanlık suçu işleyip bu millete işkence edenler, bu milletin parasıyla maaş almaya, bu devletin üniformasını giymeye devam mı edecekler?
Böyle olursa, devlet işkenceyi kurumsallaştırıp koruma altına alırsa, sorarım size, bu topraklardan geriye ne kalır?
Geleceğe, saygıya değer ne bırakacağız biz? İşkenceye, zulme, hukuksuzluğa giden duble yollar, köprüler mi yalnızca?