Yazılar

Algılarımız – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

“İnsanoğlu nisyan ile maluldür.” denmiş. Unutmak bazen bulunmaz bir nimet. İnsanın, “keşke unutsaydı” dediğimiz birçok meselesi vardır. Bir de unutmaktan daha kötüsü; yanlış anlama denen, o, kavgaların baş müsebbibi, ortalık karıştırıcı tellaldan çektiklerimiz var. Yetişkinler için kavga, savaş sebebi olan yanlış anlamalar; deliler veya çocukların ağzından sâdır olunca tatlı tebessümlere sebep olabiliyor.

Çocukken, hemen her şeyi somut algıladığım dönemden kalma bazı şeyler:

Elektriğin makasla kesildiğini, yetkililerin bu kadar masrafa girerek devleti niye zarara soktuklarını düşünecek kadar somut düşünüyordum. Suyun kesilmesini de söyleyeceğim, meraklı bakışlarla süzmeyin hemen. Onu da bıçak marifetiyle yapıyorlar zannediyordum. Ama kafama takılan bir şey vardı. Onlar yapınca oluyordu da, ben yapınca niçin olmuyordu? Özel miydi makas ve bıçakları? Oysa dedemden iyi bıçak, makas bileyen yoktu köyümüzde ve onunkilerle de işi hâlledebileceğime dair şüphelerim mevcuttu. Elektriği de merak etmiyor değildim tabiî. Ama nasıl deneyebilirdim ki? Musluktan akan suya bıçağı vuruyordum. İnatçı su hâlâ akmaya devam ediyordu. Oysa vurduğum yerde asılı kalıp devir daim ederek bana da görsel bir şölen sunmalıydı. Sıklıkla sular kesildiğinde belediyecilerin bu şöleni seyrettiklerini zannediyordum. Onlar artık bu seyirden bıkmış olmalıydılar. Biraz da ben izlemeliydim.

Dükkânların soyulması mevzuu var bir de. Onu ne siz sorun, ne de ben anlatayım. Ama sözü bu kadar yormuşken biraz daha nazımızı çeker elbet, değil mi? İlk defa bir bakkal soyulduğunu duyduğumda kaç yaşındaydım, hatırlamıyorum. Ağabeylerimin emsalleri gençlerin isimleri geçiyordu. Hanife bakkalı soymuşlardı. Bütün malûmat bu. Tabiî soymak deyince aklıma ne geldiğini tahmin ediyor ve bıyık altından, çene üstünden kıs kıs gülüyorsunuzdur. Dedemin vedahî ondan tevarüsle babamın elma, portakal gibi meyveleri soyup kabuğu tek parça hâlinde bize sunmalarını, bence imkânsız olan bu mahareti büyük bir hayranlıkla karşıladığım yaşlar… Hâl böyleyken soymak deyince bakkalın dış sıvalarını duvardan, o olmazsa en azından boyalarını sıvadan itinayla parça parça etmeden ayırdıklarını düşünüyordum. (Bu arada, “itina”nın da bir âlet olduğunu, pek itinasız yazılan “İtina ile korniş takılır.” ilânlarından anlamıştım, tâ o zamanlar!) Bu soyma işini adam gibi gündüz gözüyle değil de, gece gece ve gizlice yapmalarının ise aptallıktan başka bir açıklaması yoktu.

Odunla pişen ekmek bahsine gelince… Tabiî ki koca koca odunları ekmek yapacak hâlleri yok. Sanki hamura talaş katıyorlar gibime geliyordu.

Banyo yapmak deyince sizin aklınıza ne geliyordu peki? Komşu ağabeyin banyo yaptığı söylendiğinde; birazdan üstü başı kirli, elinde mala, terazi vs. âlet edevatla öğle yemeği için evimizin önünden geçmesini bekliyordum. He, bir de evlerinde banyo yok muydu acaba ya da ikinci banyoyu yapma ihtiyacını niye duyuyorlardı? Pek titizmiş şu komşularımız.

“Çok yaşa” diyenlere “sen de gör” dendiğinde “sen de öl” anlıyordum. İnsanların böyle güle oynaya birbirlerine ölümü temenni etmelerini anlamayan bakışlarla etrafı süzüyordum. Bu gülüşlerden bir pislik çıkması an meselesiydi çünkü. Ama hiç kavga olmamıştı. Şaşırtıcı değil mi?

Birçok şeyi “yanlış” anladığım ve bazılarını da boş yere genellediğim zamanlarda nalbur’u erkeklerin, nalburiye’yi kadınların işlettiği, fakat aynı işi yapan dükkânlar sanıyordum. “Sıhhî tesisat” denince doktorları hatırlardım meselâ. Komşunun kızı “Kızderbent’e gidiyorum.” deyince oranın adının Derbent isimli bir kıza seslenme sonucu konduğunu sanmıştım. Nasıl, iyi değil mi?

Siz bana gülün, gülün. Bu konuda kendime bir destekçi buldum, hem de en âlâsından. Abdülhak Şinasi Hisar, bakın ne diyor: “Cahillerin, birçok kelimeleri, birtakım gizli mânâlar ihtiva ettiklerini vehmederek kendilerine göre tefsir ettikleri gibi, ben de akrabalarımın bulunduğu Erenköy, İçerenköy taraflarını içlenen ve eren yerler sanırdım. Merdivenköy’ü, merdivenle çıkılan bir köy diye düşünürdüm.” (Geçmiş Zaman Köşkleri, s. 68)

Beton elemanlarını, usta kalfa amele falan zannediyordum. Dedem inşaat işinden anladığına göre o da bir beton elemanıydı, ama yine de tam oturmuyordu zihnime. Olsun, gün gelir, onu da çözerdim.

Küçükken “Allah çok güçlüdür.” dendiğinde bulutların arasında kasları şişkinlikten patlayacak bir dev hayal ediyordum. Bunu Hulk ile müseccem hâle getirdiler nitekim. Hulk da Hâlıq’a benzemiyor mu kelime olarak. Bir de “Allah her şeyi görür.” dendiğinde gözkapağının bir ucu bir ufukta diğeri aksi ufukta ve sürekli açık olduğu hâlde kızarmayan, yorulmayan ve o zaman için müşfik bir tavırla arzı ve yarattıklarını kontrol eden gençten biri olarak hayal ediyordum.

Bu konuda bir destekçi de burada:

“Evimizin duvarında, küçük odanın giriş kapısının üzerinde asılı bir kartpostalı hatırlıyorum. Arapça ‘Hu’ yazıyordu üzerinde. Bu nedir, diye sormuştum. ‘Allah yazıyor.’ demişlerdi. Küçükken Allah’ın yüzünün h harfine benzediğini düşünürdüm. Allah dendiğinde aklıma h harfi gelirdi. (Tarık Tufan, Kekeme Çocuklar Korosu, s. 94)

Tıklayın, yorumlayın

GÜNDEM

Exit mobile version